High Life (2018): Dönüşü Olmayan Bir Delik

High Life (2018): Dönüşü Olmayan Bir Delik

Share Button

Fransız yönetmen Claire Denis’in yönettiği, başrollerinde Robert Pattinson ve Juliette Binoche gibi ünlü isimlerin bulunduğu High Life, 38. İstanbul Film Festivali’nin de en çok beklenen filmlerindendi. Bir baba ve kızının uzay boşluğunda kimseyle iletişim kurmadan sürdürdükleri zorunlu minimalist yaşama tanıklık ettiğimiz filmde, aslında neredeyse her şey absürt sayılabilir.

Hemen hemen tek mekan sayabileceğimiz uzay gemisinde, ana karakter Monte ve bir bebekle başlayan film uzun bir süre böyle devam ediyor. Film ilerledikçe uzay gemisinin, alışık olduğumuz bilim kurgu filmlerindeki günümüz modernliğinde, ekstrem teknolojili bir gemi olmadığını da fark ediyoruz. Bununla birlikte eski astronot kıyafetleri, yemek noksanlığı, dünyayla olan iletişimin zorluğu ve nicesinin yanında ilerleyen sahnelerde gemide sadece bir yetişkin insan olduğunu tescilleniyor ve bu noktada araya çapraz kurgu ve geçmişe dönüşler giriyor. Gemide mürettebatın tam olduğu zaman dilimine gittiğimizde de, yine bir şeylerin farklı ilerlediğini farketmemiz uzun sürmüyor. Velhasıl, devletin suçluları bir kobay edasıyla titizlikle seçip geri dönüşü olmayan bir yolculuğa yolladıklarını öğreniyoruz. Dünyada hapishanelerde kalabalık yapıp yer kaplayacaklarına, uzay boşluğunda bilime hizmet etmek için kullanılmalarında bir sakınca görülmeksizin hiçliğe gönderilen bu suçluların görevi ise kara deliği fotoğraflamak. Hatta kara deliği ilk defa fotoğraflamayı becerebildiğimiz şu dönemde filmin vizyona girmesi ve bahsi geçen kara deliğin filmdeki temsilinin gerçeğine çok benzemesi de oldukça manidar sayılabilir.

Bunun yanı sıra Dr. Dibs’in üreme ve cinsellik üzerine takıntıları da konuya paralel olarak devam ediyor. Gemide bulunan kadın ve erkeklerin bir nevi kendi istekleri dışında, fiziksel temas kurdurmadan üremelerini sağlanmaya çalışılıyor fakat bu durum, gemideki radyasyon seviyesinin yüksekliğinden pek mümkün olmuyor. Hiçliğe doğru giden bir gemide bir bebek dünyaya getirmenin ne kadar mantıklı olduğunun kanaati seyirciye bırakılırken, yaşam ve ölüm arasında çizginin inceliği ve içlerinde bulundukları durumu göze aldığımızda bu çabanın abesliği filme farklı bir hava kazandırıyor.

Film, uzay boşluğunda kimseyle iletişim kuramadan, dünyaya yollanan en ufak bir mesajın dahi ulaşması bir yılı alacak bir ortamda, hiçlik duygusunu seyirciye hissettirmeyi iyi başarıyor. Tabii bunda Robert Pattinson’ın oyunculuğunun da çok büyük bir payı var. Hayattan beklentisi olmayan insanların kapatıldığı uzay gemisinde, tek sağ kalan olarak hiçliğe doğru sürüklenirken, ne bir korku ne de bir heyecan hissetmemesi, seyirciye de aynı şekilde hissettirmeyi başarıyor. Ayrıca film o kadar durgun, sakin ve yavaş ilerliyor ki karakterlerin sonunda bir kara deliğin içinde yok olacağı da inanılır gibi gelmiyor.

Sonuç olarak Claire Denis’in ilk İngilizce uzun metrajı olan High Life, konu olarak bir kalıba sığması zor olsa da, alışılmışın dışında bir uzay temasını işliyor diyebiliriz. Fakat film bittikten sonra, atmosferi ve iyi oyunculukları dışında elimizde pek bir şey kalmıyor. Derinliği ve altyapısı çok iyi oturulmamış karakterlerin, karakter  evrilmesi de gerçekleşemiyor ve bu nedenle olaylar havada kalıyor. Aynı zamanda kullanılan kurgu tekniği ile ileriye ve geriye giden zamanı yakalamak da, ki bunları ana karakterin geçmişten hatıraları olarak ele aldığımız zamanda bile, bir süre sonra zorlaşıyor. Filmi bu bağlamda özetlersek, elimizde herkese hitap etmeyecek farklı bir uzay filmi temsili kalıyor.

, , ,

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir