Andrey Tarkovski yirmi beş yılda sadece yedi film çekmiştir. Bu sayı nicelik olarak az görülebilir ancak nitelik olarak baktığımızda, sınırlı olanaklarla kendi kurallarından ve sorgulamalarından vazgeçmeyen filmler ortaya koyduğunu görürüz. Müzikle, şiirle, lirizmle harmanlanmış sinemasını bütünlüklü bir biçimde düşündüğümüzde, zaman, mekân ve karakter yaratma başarısı; etik ve estetik sınırları ve sanatsal üslubu Tarkovski’yi sadece çağdaşlarından ayırmakla kalmaz, tüm sinema tarihinde özel bir konuma yerleştirir.
Tarkovski’nin sanatsal dünyası, esrarengiz ve alışagelmişin dışında cereyan etmektedir. Filmlerinde derin felsefi sorular ortaya atarak, onların yanıtlarını arar. Bu açıdan bilimkurgu kendisine hem yakın hem de uzaktır. Varoluşu bireyin gerçeklikle olan ilişkisi olarak tanımladığından, özü itibariyle insanın peşindedir. Kaçınılmaz olarak bilimkurguyu da insani bir düzleme çeker. Kendisine neden Solaris kitabını uyarladığı sorulduğunda, Stanislaw Lem’in kendisine yakın gelen bir meseleyi ortaya koyduğunu belirtir: “İnsanın kendi kaderinin sınırları içinde verdiği mücadele yolunda engelleri aşması, bu yoldaki inançları meselesi ve ahlaki dönüşümü.” Bir anlamda Tarkovski’ye göre Solaris’in derinliği bilimkurgu olmasından değil içeriğinden kaynaklanmaktadır. Ancak Tarkovski, Solyaris‘i (Solaris, 1972) diğer filmlerine göre daha az başarılı bulur. Sebebini de bilimkurgu öğelerinden tamamen kaçamamış olması olarak açıklar. Bilimkurgu edebiyatının bir başyapıtını sinemaya uyarladığını düşündüğümüzde kaynak temalardan bu kadar rahatsız olması düşündürücüdür. Oysa tam yedi yıl sonra çektiği Stalker (İz Sürücü, 1979) filmine baktığımızda cevabı buluruz: Tarkovski’yi önemli kılan sezgileridir. Varoluşçuluk için de önemli bir sorun haline gelen, sürekli gelişen teknolojik uygarlığa şüphe ile bakmaya devam etmektedir. Her iki romanda da ahlaki ve felsefi sorularının cevaplarını bulmuş olduğunu söyleyebiliriz.
Tanımsız alanlar:
Hem Solaris hem de Stalker izleyicinin kolaylıkla adapte olamayacağı tanımsız alanlarda geçer. Buradaki kastım mekânın kendisinden çok algılanış biçiminden kaynaklanan bir yabancılaşmadır. Solaris bilince sahip bir okyanus gezegenidir ve uzay istasyonunda bulunan insanların zihinleriyle oynar, hafızalarındaki arzuları maddeleştirir. İnsana geçmişini, hatalarını, pişmanlıklarını, bir daha elde edemeyeceği ikinci şansları vaat eder. İstasyona psikolojik danışmanlık için gelen Kris’e de ölmüş karısını, Hari’yi verecektir. Bunun bir simülasyon ya da farklı bir gerçeklik olduğu bilinse bile, bir rüya gibi algılanan gerçeklik, normal gerçeklikten daha makbul durumdadır. Diğer taraftan insanların buna ihtiyacı vardır. Yanılsamalar gerçeğin yerini almıştır. Kris sadece Hari’ye değil, onun vasıtasıyla iletişim kurduğu Solaris’e de bağlanmıştır. Böylece filmde gördüğümüz Kris ve Hari arasındaki efendi köle ilişkisi, Solaris Gezegeni ve Kris arasında da gelişir. Stalker filminde Bölge (Zona) olarak adlandırılan yer yine arzuların gerçekleştiği bir yerdir. Etrafı dikenlerle çevrili, nükleer bir facia sonrasında yaşamın bittiği izlenimine kapıldığımız, askerlerle korunan Bölge’de gerçekliğin sınırları konusunda sıklıkla şüpheye düşülür. Farklı bir zaman ve gerçeklik algısı ile yola çıkan İz Sürücü’de, yazar ve profesörün Bölge’nin ortasında, arzuları gerçekleştiren Oda’ya varma çabalarında esas olan ise yolculuktur.
Bölge’deki Oda’nın ya da Solaris’in gerçekten var olup olmadığını Tarkovski’nin kasıtlı olarak sordurmayı amaçlamadığını ama sorulmasının da anlaşılabilir olduğunu düşünüyorum. Örneğin Stalker’da İz Sürücü dışında Oda’nın varlığına tanık olan kimseyi görmeyiz. Bilgilerin tümü İz Sürücü’den gelir, hatta çoğu kez çelişki, bulanık bir ifade biçimi vardır. Solaris de ise kozmonotların hayatlarını istila eden hayali kişiler bulunur. Olayların ne kadarının kahramanın fantezisi ne kadarının gerçek olduğunun öyküyü kavrayış açısından bir önemi olmasa da kırılmayı sağlayıcı bir işlevi olduğunu söyleyebilirim. Stalker’da ailesinden koparak sıklıkla Bölge’ye giden İz Sürücü ile dünyadan ayrılarak uzay istasyonuna giden Kris arasındaki bağ, bu kopma eyleminden kaynaklanır. Her iki kopuştan sonra da gerçeklik bağı zayıflayacaktır. Stalker’ın sonunda İz Sürücü’nün tekrar ailesine geri dönmesi ve Solaris’in Kris’e bir “baba evi” hayali vermesi bu döngüyü anlamlandırır. Ayrılma veya kopma temasına Tarkovski’nin diğer filmlerinde de rastlamak mümkündür.
Arayışlar:
Tarkovski’nin karakterleri zayıf kişilerdir ancak korkak değildir, hakikat için savaşırlar. Hem Solaris hem de Stalker’ı umut kırıcı filmler olarak da okuyabileceğimiz gibi tam tersini savunmak da mümkündür. “Solaris yalnızca insan zihninin bilinmeyenle karşılaşmasını değil, bir insanın bilimsel bilgide yeni keşiflerle ilgili olarak gerçekleştirdiği ahlaki sıçramayı da anlatır.” Tarkovski bunu ilerlemenin bedelini ödemek olarak adlandırır. Bu konu oldukça önemlidir: Öncelikle Kris’in, Hari’nin yeniden vücuda gelmesini, düşüncelerin ve hatıraların somutlaşabileceği düşüncesine dayandırması, benzer ama insani olmayan bir biçim mümkün olabilir mi sorusunu sormamıza sebep olur. Bizden olmayan biriyle iletişim kurmak için gösterilen çaba (uzay üstü) ancak iletişimin iki taraflı olduğu zaman değer kazanacaktır. Solaris ise anlaşılmak veya iletişime geçilmek istemez. Böyle bir durumda gezegenin sahip olduğunu düşündüğümüz bilgi işlevini yitirmiştir, çünkü bilinmez. İkincisi ise Tarkovski’nin bahsettiği bedelin vicdana karşılık gelmesidir. Kris, ölümünden sorumlu olduğunu düşündüğü Hari’nin gerçek olmadığını, defalarca ölüp defalarca geri geleceğini bildiği halde ondan vazgeçemez. Hari, vicdanının cisimleşmiş halidir. Slovak Zizek’in “simgesel ve gerçek olanın kapandığı yer” olarak tanımladığı Bölge’de ne buldukları hakkında ise somut hiçbir fikrimiz yoktur. Peki, odanın içinde aranan nedir?
Bölge’ye giden birinin mutlu olup olmadığını hiç kimse söyleyemez ancak insanların gelip ümit edebilecekleri bir yere her zaman ihtiyaçları vardır. Bu açıdan bakıldığında İz Sürücü’nün tüm arzuların gerçekleştiği Oda’ya girmesinin yasak olması makul görünmektedir: O bir koruyucu olduğu gibi aradığı şey de orada değildir. İz Sürücü, Tanrı değil onun hizmetkarıdır. Filmin sonundaki isyanının sebebi de insanların artık inanmıyor olmaları kadar artık hizmet edemeyecek olmasıdır. Yazar ise başlarda odaya girdiğinde daha iyi yazabileceğini hatta Nobel alabileceğini düşünür ancak düşününce bunun makul olmadığı sonucuna varır. Diğer taraftan yazar odaya girmekten korkmaktadır: Oda’nın gerçekleştirdiği şeylerin insanın iç dünyasındaki, en derindeki gerçek arzular olduğunun farkına varmıştır. Kendi karamsar iç dünyasından korkmaktadır. Profesör ise baştan beri Oda’ya girmek istememesine rağmen yolculuğa çıkar. Amacı yanında getirdiği bomba ile insanlara zarar verme riskine sahip olan Oda’yı patlatmaktır. Ancak bunu yapamaz, manevi olarak zayıftır. Buradan kimsenin Oda’ya gerçekten ihtiyacı olmadığı fikrine kapılabileceğimiz gibi, Oda’nın amacına ulaştığını da söyleyebiliriz. Üçü de Oda’ya giremez çünkü asıl arzularının ne olduğundan emin değillerdir.
Diğer taraftan Bölge’ye dikkatli baktığımızda gördüğümüz terk edilmiş bir alandan fazlası değildir. Tüm o atıklar geçmişte orada yaşamış ve bir şekilde artık olmayan kişilerin artıklarıdır. İskeletler nükleer felaket ya da bir şekilde (artık Bölge nasıl oluştuysa) orada ölen kişilerdir. Kıyma makinesi diye adlandırılan yer bir tünel, ucuna kumaş bağlayıp ileri atıkları somonlar ise gerçekte hiçbir işe yaramaz yön kontrol araçlarıdır. İz Sürücü’nün sürekli tedirgin edici konuşmaları her an kaybolup ölme ihtimalleri üzerine kurulmuştur. Oysa Tarkovski filmlerinde hiçbir şeyin sembolize edilmediğini söyler. Sembolü deşifre edilebildiğinden dolayı dar anlamlı olarak tanımlar. Ona göre Bölge sadece bir alandır. Bu açıdan bakıldığında İz Sürücü’ler, düşmüş insanları geçmişin kalıntıları içinde gezdiren, bir tür içsel arayışa yönlendiren kişilerdir.
Üzerinde temellenen fikirler ortak olsa da Solaris gerçekte olmayan bir boşluktan / düşünceden oluşmuştur ve sonsuz bir tatmin vaat eder; gezegen her arzuyu gerçekleştirir. Ancak karşılığında ruhunuzu ona teslim etmenizi ister. Lem’in romanı, Kris’in okyanus yüzeyine bakmasıyla yani sonsuz teslimiyetle biter. Tarkovski finalde Kris’e bir “baba evi” gösterse de benzer sonuca ulaşır. Stalker da ise gerçek olan mekândır ve merkezde olan inanç bir arayışıdır. Odaya hiç girmedikleri halde insanlar inanç, çıkış yolu ya da umut bulurlar. Burada teslimiyet değil kendinin farkında olma eylemi gerçekleşir. Ancak arzular gerçekleşmez. Stalker filminde söylendiği gibi “Ulaşılan şeyin değeri azalır, asıl değerli olan şey yolculuktur.”
Kaynakça:
1- Şiirsel Sinema: Andrey Tarkovski
2- Tarkovski, Slovaj Zizek
3- Andrey Tarkovski, Zaman Zaman İçinde – Günlükler
4- Tarkovski’nin Çağrısı, Altyazı Dergisi Aralık 2015, Evrim Kaya
Not: Bu yazı ilk olarak Sinema Terspektif Dergisi’nin 24. (Aralık 2016) sayısında yayınlanmıştır.

İşletme ve Finans lisans mezunu, Sosyoloji öğrencisi. Kendi blogu ve DVD+ dergisi forumundan sonra sinema yazılarını yayınlamaya Sinemaximum sitesi ile başladı. Daha sonra yaklaşık 2 yıl Türkiye’nin ilk online sinema dergisi Sinemalife’da Düş Perdesi ve Ev Sineması bölümlerini yürüttü. Kanal D Home Video DVD dergisinde yazdı. Temmuz 2013’de Cineritüel ekibine katıldı. Philip Morris Ezd kanalında Planlama ve Analiz bölümünde çalışmaktadır.