Hell on Wheels (2011-2016): Bir Başarı Öyküsü – “İç Savaş Sonrası Hırs, Rekabet ve Şiddet”

Hell on Wheels (2011-2016): Bir Başarı Öyküsü – “İç Savaş Sonrası Hırs, Rekabet ve Şiddet”

Yazar Puanı3.5
  • Hell on Wheels 1970’lerin ve 1980’lerin vahşi batı örneklerinin bir hayli ötesine geçiyor ve ahlaki çözülmenin tezahürünü yansıtıyor. Vahşi batıda çizilen mutlak iyinin Hell on Wheels’te temsil edilmediğini görüyoruz. Genellikle iyi özellikleriyle ortaya çıkan Rahibe Ruth’tan, hayat kadınlığı yapan Eva’ya kadar herkesin mutlaka kötülükten nasibini aldığı bir dünyada, tarihsel şartlardan dolayı iyi kalmanın imkânsızlığı vurgulanıyor.
Share Button

Konuk Yazar: Engin Onuk

Amerikan tarihine bakıldığında bütün engellere rağmen ABD’yi demiryollarıyla donatma projesinin başarıya bu kadar hızlı ve net bir şekilde ulaşmış olması inanılması güç ama gerçek bir hikâyedir. Hell on Wheels, bu hikâyenin nasıl yazıldığını doğrudan bir anlatımla önemli ölçüde tarihsel gerçeklere dayanarak aktarırken, karakterler arası ilişkilerin bazen senaryonun gidişatını olması gerekenden fazla etkilediği modern western bir yapım olarak karşımıza çıkıyor. Dizi için, 1990’lar ve 2000’lerin büyük bir kısmında bir hayli düşüşte olan western modasının tekrar dirilmesinin dizi sektöründeki ender, kaliteli ve özenli yansımalarından biri denebilir.

Amerikan kimliğinin derinliklerine işlemiş hırs ve rekabet duygularının çarpışarak nasıl meyve verdiğini, bir bütünlük oluşturduğunu tasvir ederken, dizi, olabildiğince az dramatizasyon içermesiyle gerçekçi bir yapım olarak göze çarpıyor. Union Pacific ve daha sonra 5. sezonda Central Pacific gibi demiryolları bünyesindeki yönetici ve işçilerin başlarına ne gelirse gelsin, bu demiryolunu bitirmekte ısrarcı olduğunu görüyoruz. Siyasi, yerel ve kişisel güç ilişkilerinin demiryolları inşa sürecini durmadan sekteye uğratıp durduğu düşünülürse, bu hırs ve ısrarın nedeni gerçekten merak uyandırıyor. Herkesin demiryolu inşasının devam etmesi için farklı motivasyonları var; mesela başkarakter Cullen Bohannon için, 1. sezondan 5. sezona uzanan süreçte demiryolları devamlı olarak kendisi için bir arayışı temsil etti. İç savaş sırasında Konfederasyon güçleri safında savaşırken öldürülen karısı ve oğlunun katillerini ararken Union Pacific demiryolu inşaatı ona bambaşka bir yaşam fırsatı tesis ediyor. Aynı şekilde 4. sezonda izini kaybettiği yeni karısı Naomi ve oğlu William’ın peşine düştüğü sırada, 5. sezonda kendini bünyesinde çalışır bulduğu Central Pacific de paralel bir şekilde ona Kaliforniya eyaletinde alternatif bir hayat, bir amaç güdüsü sağlamış oluyor. Hayatta kalma isteğini borçlu olduğu yegâne şey, kimin için çalışırsa çalışsın bu demiryolları projesi oluyor.

Hell on Wheels 1970’lerin ve 1980’lerin vahşi batı örneklerinin bir hayli ötesine geçiyor ve ahlaki çözülmenin tezahürünü yansıtıyor. Vahşi batıda çizilen mutlak iyinin Hell on Wheels’te temsil edilmediğini görüyoruz. Genellikle iyi özellikleriyle ortaya çıkan Rahibe Ruth’tan, hayat kadınlığı yapan Eva’ya kadar herkesin mutlaka kötülükten nasibini aldığı bir dünyada, tarihsel şartlardan dolayı iyi kalmanın imkânsızlığı vurgulanıyor. Hukukun kâğıt üzerinde olduğu ama herkesin bu kanunlardan bir haber olduğu bir toplum yapısından bahsediyoruz. Cinayet işlemenin olağan kabul edildiği, yaptırımların belirsiz olduğu bir toplumda cinayeti işleyen kişinin kimliği, toplum üzerindeki etkisi ve cinayeti işlemekteki amacının yaptırımın büyüklüğünü belirlediği gayri-resmi ölçütler var. ABD’de iç savaş sonrası, merkezi yönetimin çöktükten sonra eyalet sisteminde toplumsal düzenin tekrardan nasıl yerel yönetimlerle tesis edildiğine tanık oluyoruz.

Dizi, zaman zaman tarihsel bir rol üstlendiğini unutarak karakterler arası çatışmaların tarihsel gerçekçiliğin önüne geçtiği süreçlerden muzdarip olsa da, çoğunlukla tarihselliğini koruduğu söylenebilir. Amerikan tarihinin en önemli dönemlerinden birini anlatırken özellikle ve özenle her şeyin dizinin içine yedirilmesine dikkat edilmiş. Laf olsun diye, sırf reyting için bir iş yapılmadığı ortada. Kızılderililerle girilen çatışmalardan, o dönemdeki kadınların, siyahilerin yaşam tarzlarına ve toplumdaki rollerine, Çin’deki Taiping Ayaklanması sırasında Amerika’ya göç eden Çinli göçmenlerin Amerikan toplumuna entegrasyon sürecine, demiryolu inşasındaki rollerine ve Amerikalıların Çinlilere bakışlarına, Avrupa’nın İrlanda, Norveç gibi çeşitli yerlerinden göç eden farklı kişiliklere kadar, değindiği önemli noktaların çeşitliliği diziyi farklı kılıyor.

Hell on Wheels, eski western yapımlarında ortaya çıkan kahraman karakter geleneğini çağdaşlaştırarak ve biraz değiştirerek devam ettiriyor. Cullen Bohannon, gittiği yer neresi olursa olsun, oraya hiç yabancılık çekmeden adapte olabilen, daima otorite figürleri arasında kendisine bir yer edinebilen bir karakter olmayı sürdürebiliyor. Nerede olursa olsun, kendisini hiçbir zaman başarısız ya da ortalama bir karakter olarak görmüyoruz. Central Pacific’e katılır katılmaz, ağırlıklı Çinli çalışanların arasında ve kültürel açıdan oldukça farklı olan ortamın içinde kendi yolunu bularak Union Pacific’te sahip olduğu otoritenin aynısını çok kısa sürede elde edebiliyor ve yine demiryolu işçilerinin başı olmayı; olayları üstün aklıyla yönetmeyi başarıyor. Hiçbir zaman sahip olduğu herhangi bir unvan olmamasına rağmen, Bohannon işçilerin lideri olarak bir otorite ve kahraman figürüne dönüşüyor. Daima haklının ve güçsüzün yanında, haksız ve mağrurun karşısında olan Bohannon, zaman zaman Union Pacific’in başı Thomas C. Durant ve Central Pacific’in başı Cullis Huntingon’dan bile daha sözü geçer üstün bir kimlik olarak görünüyor. Bu durum, eski western yapımlarda olan idealist anlatımın bir devamı olarak okunabilir.

Aynı şekilde, western geleneğinin devamı kabul edilebilecek bir başka nokta da kötü adam karakteri kurgusuna dayalı Thor Gunderson’da vücut buluyor. Norveçli olmasına karşın Hell on Wheels’te “The Swede”olarak bilinen Gunderson, Hell on Wheels’ten kovulduktan sonra kendi kurguladığı yalan kimliklerle, toplum içinde kendine rol bulmaya çalışıyor. Mormonların içine sızan Thor Gunderson, Mormonlar arasındaki güç ilişkilerini alt üst edip yükselme peşinde olmakla kalmıyor, aynı zamanda soğukkanlı bir katil olarak anlaşılamayan nedenlerden dolayı öldürdüğü kişilerle kendisine kimlik bulabiliyor. Mimikleri, konuşma tarzı, davranışları ve amaçlarıyla klasik bir antagonist olarak gördüğümüz Gunderson’ın mutlak kötülüğün vücut bulmuş hali olarak tasvir ediliyor.

Dizideki ölümler bir başka değinilmesi gereken nokta. Dizide ön planda olan karakterler her an ölümle yüz yüze dersek, abartmış olmayız. Din adamı Nathaniel Cole’un 2. sezonda öldürülmesi, kızı olan rahibe Ruth Cole’un 4. sezonda idam edilmesi, İrlanda göçmeni olan Sean McGinnes’in kardeşi Mickey tarafından öldürülmesi bir yana, sanırım en çok tartışmaya yol açan ölüm Elam Ferguson’ın ölümü oldu. Dizinin olmazsa olmazlarından gibi gösterildikten sonra basit bir ayı saldırısına kurban edilen Elam, oldukça aşağılık bir duruma düşürüldükten sonra arkadaşı Cullen Bohannon tarafından öldürülüyor ama Elam’ın ölmesi doğru bir karar mıydı, söylemek zor. Elam Ferguson, Amerikan toplumunda siyahilerin haklarının savunulmasını temsil eden önemli bir lider figürüyken, bir anda senaryodan çocuk oyuncağıymış gibi çıkarılması mecburen diziyi eksik bir konuma sürükledi.

Hell on Wheels, Union Pacific ve Central Pacific’in rekabetinin tırmanışıyla sona eren 5. sezonunun ilk yarısından sonra, 5. ve son sezonunun 2. yarısıyla 2016’da nihayete erecek. Son sezon senaryoya dâhil olan Central Pacific ile Union Pacific’in rekabeti, dizinin tarihselliğini geç de olsa bir nokta daha öteye taşıyarak önemli bir işe imza attı. Geriye kalan 7 bölümde çok fazla bir şeyin değişeceğini sanmıyorum: Hell on Wheels özellikle döneme ilgisi olanlar tarafından genel olarak iyi hatırlanacak ve özlenecektir.

, , , , , , , , ,

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir