Hayallerim, AŞK’ım ve Yeşilçam… (1. Bölüm)

Hayallerim, AŞK’ım ve Yeşilçam… (1. Bölüm)

Share Button

Konuk Yazar: Yalçın ENGİN

İlahimle Mevlana’yı döndürdüm.

Yunus’umla öfkeleri dindirdim.
Günahımla çok ocaklar söndürdüm.
Mevla’danım, hayır benim, şer benim…

Kimsesizim hısmım da yok, hasmım da
Görünmezim cismim de yok, resmim de
Dil üzmezim, tek hece var ismimde
Barınağım gönül denen yer benim…

Nice âşıklar, ozanlar, düşünürler gibi Cemal Safi de, yukarıdaki dizeleriyle, “yaşanmadan çözülmeyen bir sır” olarak nitelediği aşk denilen duyguya dair, beyhude bir çabayla cevap aramaya kalkışmış gönül adamlarından birisidir. Ancak, bu duyguyu kimse tam manası ile tanımlayamamış, sırrına erememiş, kimyasını çözememiş, açtığı derin yaraları tedavi edecek ilacı icat edememiştir. Aşka dair yüzyıllardır ne söylendiyse hep eksik, hep yarım kalmıştır. Kalmaya da devam edecektir.

Aşk, gerek dünya toplumlarında, gerek bizim dünyamızda, yüzyıllardır binlerce destana, efsaneye, şiire, romana, resme, heykele, türküye, şarkıya, filme temel teşkil eden evrensel bir insanlık halidir. Kimilerince sanrılı bir ruh hali olarak nitelenen aşk, insan bünyesinde ruhsal ve fiziksel anlamda doğaüstü etkiler gösteren, olmayacağı oldurtan, yapılamayacağı yaptırtan, bir tür çılgınlık ve sarhoşluk hâli olarak da nitelenebilir. Nice kudretli kralları, imparatorları karşısında diz çöktüren, üstat Cemal Safi’nin deyimiyle kâmili cahile, vahşiyi yahşiye çeviren, Yunus’ları, Mevlana’ları ilahîsiyle döndüren yüce bir duygudur.

Tanzimat’tan bu yana “Batılılaşma sevdası”na kapılıp yüzümüzü ne kadar batıya dönmüş olsak da, duygusal ve davranışsal anlamda biz doğu kültürünü özümsemiş bir toplumuz ve bu toplumlara özgü mistik ve tanrısal bir boyutta algılanan aşk duygusu, elbette ki bizler içinde oldukça mukaddes ve içsel dünyamızı yönlendiren ilahî bir güçtür. Tabii ki burada bahsedilen aşk, dar anlamda karşı cinse duyulan değil, başta tasavvufi açıdan olmak üzere geniş anlamda değerlendirilmelidir.

Yunus Emre’leri, Karacaoğlan’ları, Âşık Veysel’leri, Neşet Ertaş’ları yetiştiren bu topraklar var oldukça şüphesiz ki “aşka âşık” bir toplum olarak var olmaya devam edeceğiz.

Hal böyle olunca kaçınılmaz olarak aşk teması, sinemamızın varoluşundan bu yana binlerce filme esin ve kaynaklık etmiş, kutsanmış, baş tacı edilmiş, sinemamızın kendine özel manevi ve oryantalist dokusunu oluşturmuştur.

Türk Sineması’nda aşk ve kadın-erkek ilişkilerine yönelik panoramik bir bakış atacak olursak dikkati çekecek ilk husus, üretilen filmlerin %99’unda aşk kavramının, direkt ya da dolaylı olarak filmin ana kumaşı veya önemli aksesuarlarından birisi olduğudur. Bir başka deyişle, araya bir sevda öyküsü sıkıştırılmamış filmimiz yok denecek kadar azdır, olduğunda da zaten bu durum dikkati çeker. Canım Kardeşim filminde olduğu gibi. Ya da biraz daha daraltarak söyleyelim: Kadınsız film hemen hemen yok gibidir. Öykü, Çanakkale veya Kurtuluş Savaşı’nda da geçse, konu tarihi bir kahramanlık destanı da olsa, filmimiz uzayda da geçse mutlaka birileri birilerini sevmektedir. Sevmese bile ortalıkta birbirinden güzel kadınlar arz-ı endam etmektedir. Bunun sebebi, “insanın olduğu her yerde ve koşulda aşk kaçınılmazdır” önermesiyle açıklanacağı gibi, çok kaba ve yalın bir gerçek olarak “ticari düşünmek” şeklinde de özetlenebilir. Elbette ki güzel bir kadın ve yakışıklı bir erkeğin varlığıyla süslenmiş, sadece Barbara Cartland romanlarında yaşanacak tozpembe bir sevda hikâyesi, izleyicinin içini gıcıklayacak ve hayal âleminde bir buçuk saatlik tatlı bir yolculuğa çıkaracaktır. Bedeli ise sadece bir sinema bileti fiyatıdır.

Yeşilçam’da, kendine özgü hassasiyet ve duyarlılıklara hapsedilmiş kozalar içerisinde yaşanan, töre, namus, gurur, şeref gibi öğelerle sarıp sarmalanmış sevda öykülerinin yapısını, ruhunu şekillendiren ve altyapısını oluşturan en temel göstergeler; genel olarak Doğu edebiyatı ve kültürüne ait eserler, halk öyküleri ve efsanelerdir. Leyla ile Mecnun, Tahir ile Zühre, Ferhat ile Şirin, Kerem ile Aslı, Yusuf ile Züleyha, Mem ile Zin gibi.

Yukarıda da bahsettiğim gibi, yüzyıllardır doğu kültürünü özümsemiş, bu kültürle yaşam biçimini oluşturmuş bir ülkenin sinemasında da, insiyaki olarak bu destansı aşkların esintisi hissedilecektir.

Gerçekten de sinemamızda beyazperdeye yansıyan aşkların çoğu, karasevda ve kavuşamama üzerine inşa edilmiştir. Birbirine hastalık derecesinde tutku ile bağlı âşıklar, efsanelerde ve masallarda olduğu gibi türlü türlü engellerle karşılaşırlar, engellerin biri aşılır, diğeri dikiliverir. Masallardaki kız babası kötü kalpli, zalim padişahların yerini filmlerde; acımasızlıkta onlardan hiç aşağı kalmayan modern zaman padişahları almıştır artık. Âşıklara bir parça mutluluk çok görülür.

Genç kız, ızdırap içinde inlemekten ince hastalığa yakalanır, bedbaht ve çaresizdir. Hastalığı mendiline kan tükürecek kadar ilerlemiştir. Her iki tarafta diğeri olmadan yaşamayı kendine çok görür, sevdiğinin yaşayabilmesi için, gözünü kırpmadan canını fedaya hazırdır. Bu minvalde genç erkek, hastalıklı kanın tükürüklü olduğu mendili, adeta sevgilisinin yanağına buse kondurur gibi öper ve bir nevi intihar eder. Veya kahramanımız, gözleri görmeyen sevgilisinin ameliyat parası için, bir an bile duraksamadan hırsız damgası yemeyi göze alır.

Ezcümle, Yeşilçam aşkları, masalsı ve aşırı abartılıdır. Sevdanın rengi kara değil kapkaradır. Aşka dair her türlü çeşitlemede ve fedakârlık duygusunun vurgulanmasında ifrata kaçılmıştır.

Sadece iki kişi tarafından yaşananlar açısından, ilişkilerin niteliğini, seyrini ve akıbetini belirleyen unsurların çözümlenebilmesi amacıyla yapılacak yakın bir gözlemde ilk etapta şu çıkarsamada bulunulabilir: Sevgililer arasında katıksız, saf bir aşk ve her anlamda tam bir uyum söz konusudur. Entelektüel anlamda herhangi bir çatışmaya ilişkin ipucu yoktur. Biri diğerinin yaşamın herhangi bir boyutuna ilişkin görüş ve davranışlarından şikâyetçi değildir. Çeşitli durum, olay ve insanlara karşı değerlendirme kriterleri hemen hemen aynıdır. Farklı sosyal tabakalara mensup olmalarını önemsemezler. Onlar için sadece ve sadece bir tek şey önemlidir: Aşkları…

Türk-İslam kültürünün sentezi ile oluşmuş geleneksel ve muhafazakâr toplum yapımızın sınırlayıcı ve denetleyici özelliği, ilişkilerde adeta bir otokontrol mekanizması olarak görev yapar. Her iki tarafta içgüdüsel olarak bu yapıyla kaynaşmıştır ve sorgulayıcılıktan uzaktır. Din, aile, namus, şeref, özveri, büyüklere saygı vb. gibi toplumumuzu adeta çimento vazifesi görerek bir arada tutarak çözülmesini engelleyen değerlere gönülden bağlıdırlar.

Bu durumun sonucu, film karakterlerinin davranış, beklenti ve söylemlerine yansır. Erkek kahramanlarımızın kadına yaklaşımı, şefkat duygusu ile güçlendirilmiş korumacı ve sarıp sarmalayıcı niteliktedir. Hayallerini süsleyen kadın tipinin belli başlı özellikleri; iffetine ve ırzına düşkünlük, itaatkârlık, munislik, fedakârlık ve anaçlıktır. Bir kadın, kocasına saygıda kusur etmemeli, çocuklarının anası olmaya layık temiz bir maziye sahip olmalı, evinin kadını olmalı ve “elinin hamuru ile erkek işine karışmamalıdır”. Ah Müjgan Ah (1970-Mehmet Dinler) filminde, Sadri Alışık tarafından canlandırılan Hüsnü’ye göre; “bir kız, kendi evinden bir de kocasının evinden başka bir ev görmemeli, başka hayat bilmemelidir”.

Bir başka açıdan, erkek karakterlerin ideal bir eş adayında görmek istediği özellikler,  bir rol-model olarak küçük yaşlarından itibaren kişiliklerine nüfuz etmiş ve bilinçaltlarına yerleşmiş anne figürüne ait özelliklerdir. Her Türk erkeği, ideal eş adayında, annesi gibisi tertemiz, annesi gibi cefakâr ve fedakâr bir meleğin izdüşümünü arar, durur. Bundan dolayıdır ki filmlerde kız önce anneyle tanıştırılır, el öptürülür. Anne, gelin adayının oturma kalkmasını, giyimini vb. kendi aile yapılarına uygun görürse, bir başka ifadeyle gelin adayını kendi gençliğine benzetebiliyorsa bu evliliği onaylar. Erkek açısından, bu evliliğin anne tarafından onay görmesi son derece önemlidir.

Erkek kahramanlarımız için, bir başka önemli husus, ölüm-kalım meselesi olarak addettikleri namus kavramıdır. Bu konuda oldukça kararlı ve hassastırlar. Bu hassasiyet o derecelere varır ki Utanç (1972-Atıf Yılmaz) filminde, Kadir İnanır tarafından canlandıran Kemal, evleneceği kızın naylon gecelik giymesini bile içine sindiremez. Çünkü Kemal’e göre; “naylon geceliği kötü kadınlar giymektedir”. Namus mevzubahis olduğunda gözlerini kırpmadan kan dökmeye hazırdırlar. Ancak, nişanlılarının naylon gecelik giymelerine bile tahammül edemeyen, saçlarının teline bir başka erkek eli değse dünyayı ateşe verecek kadar kıskanç erkek karakterler, aynı zamanda, sevdikleri kız herhangi bir sebeple kötü yola düşünce (konsomatrislik, fahişelik, uyuşturucu, tecavüze uğrama vb.) onu yüzüstü bırakmayacak kadar da harbi ve yüce ruhludurlar. Çünkü her şeye rağmen hala içlerindeki sevda ateşi ilk günkü gibi yanmaya devam etmektedir. Daha da önemlisi, “asıl erkeklik düşene tekme atmak değil, düşeni çamurdan kaldırmaktır” düşüncesi, kirlenmiş sevdalarından artık daha önemli hale gelmiştir. Bu uğurda ömürlerini tüketirler, şehir şehir pavyon pavyon dolaşıp, yitik sevgililerini arayıp dururlar. Bulduklarında da sahip çıkarlar, sevgi ve şefkatle bağırlarına basarlar. Deli Kan (1981-Atıf Yılmaz) filminde Tarık Akan’ın canlandırdığı Deli Sefer, biraz da kaçmasına kendisi sebep olduğu için, Zekiye’nin peşinden İstanbul’a gelir, Zekiye’yi içinde bulunduğu çıkmazdan kurtarmaya çalışır, ancak o çıkmazda kendisi de kaybolur, yaşamı bir pavyon fedaisi tarafından bıçaklanmakla nihayet bulur. Damga (1984-Osman F.Seden) filminde, yine Tarık Akan’ın canlandırdığı Cengiz, tecavüze uğrayan nişanlısının intikamını almak için elini kana bulamaktan çekinmez.

Filmlerimizde, silahla pavyon basıp sevilen kadını kurtarma veya fuhuş batağından çıkarıp, “hamamda kırklanma suretiyle günahlarından arındırma” sahneleri oldukça bilindik sahnelerdir.

Kendilerinden bile kıskandıkları sevgililerini, çirkefin içinden çekip alma veya bir başkasının kadını olsa bile himaye etme içgüdüsü, özellikle arabesk filmlerde daha sık rastlanır bir durumdur. Bu konu ile ilgili örnek olarak; Çilekeş (1978-Osman F.Seden), Vazgeç Gönlüm (1980-Osman F.Seden), Durdurun Dünyayı (1980-Osman F.Seden), Bir Damla Ateş (1981-Osman F.Seden), Tövbe (1981-Orhan Aksoy), Hülyam (1982-Osman F.Seden), Sende Mi Leyla (1982-Osman F.Seden), Hasret Sancısı (1982-Osman F.Seden), Bir Yudum Mutluluk (1982-Orhan Aksoy), Yalnızım (1985-İbrahim Tatlıses), Elveda Mutluluklar (1988-Şahin Gök), Kara Zindan (1988-İbrahim Tatlıses) filmleri gösterilebilir. Arabesk film karakterleri, kırsal kesim insanını temsil eden töresel kimlikleri ile değerlendirildiğinde bu tutumları hayli ilginçtir. Namus ve kıskançlık konusunda en radikal tutumları sergileyen veya sergileyeceği düşünülen bu karakterlerin, yeri geldiğinde büyüklüklerini göstermeleri ve ortaya koydukları yüreklilik takdir edilesidir. İstisnai olarak, Dertler Benim Olsun (1974-Safa Önal) filminde Orhan Gencebay’ın canlandırdığı Karpuzcu Sebahattin, iğfal edilen sevgilisinin öcünü alır almasına ancak Perihan Savaş’ın canlandırdığı Ayşe artık eski Ayşe değildir, bu kez Orhan Abi, sadece Ayşe’nin şerefini kurtarmakla yetinir ve Ayşe’nin hediye ettiği saati kanlı elleri ile iade ederek veda eder. Görüldüğü gibi örnek filmlerin büyük çoğunluğu Osman F. Seden’e aittir, usta sinemacının konuya olan duyarlılığı oldukça belirgindir.

Artık o eski mutlu ve tertemiz günlere dönmek mümkün olmasa da, içlerini yakan o kor gibi sevdanın uğruna lekeli meleklerine kol kanat germekten geri durmayan Yeşilçam erkekleri, aynı özverili ve onurlu duruşu, “düşmüş” halde buldukları kadınlar içinde gösterirler. Yukarıda, her ne kadar “Yeşilçam’da aşklar toplumsal kuralların çizdiği sınırlar çerçevesinde yaşanır” ve “Yeşilçam erkek karakterleri, saflığına ve namusuna inandığı kadınla evlenir” gibisinden iki genelleme yapmışta olsam, sinemamızda, toplumun kabullenemeyeceği türden yasak aşklar bolca konu edilmiştir. Genellikle pavyon veya genelev ortamında filizlenen bu aşklar, yoksul, mazbut ve “sağlam” kenar mahalle delikanlıları ile istemeden bu âleme girmek zorunda kalmış, ruhen temiz, kader kurbanı kadınlar arasında yaşanır. Çoğu kez, felekten bir gece çalmak için Beyoğlu’na çıkıp saza giden kahramanımızın aklı, güzel ama dünyanın bütün hüzünlerini küçücük yüreğine sığdırabilmiş o kadında kalır. Ertesi akşam tekrar gitmekten kendini alıkoyamaz, kadında ona karşı boş değildir ancak bir yandan hem mazisi hem de geleceği karanlıktır. Sevdiği adamın da hayatını karartmaktan korkmaktadır. Daha başlangıcı itibarı ile sorunlara ve açmazlara gebe bu aşkların akıbeti, güncel deyimle mahalle baskısına çok fazla dayanamayıp, bir masal gibi başlar ve biter. Erkek çoğu kez evine veya eski temiz dünyasına geri döner. Bir anlamda, toplumun temel taşı olarak nitelenen aile kurumunun korunması amaçlanır. Bu tarz konuları işleyen filmler itibarı ile Yeşilçam, bir “batık aşklar müzesi” gibidir.

Ayrıca bu filmlerde, “mahallenin namusu elden gidiyor” söylemi ile, Vurun Kahpeye’nin Hacı Fettah’ı gibi ortalığı galeyana getiren tiplemeler, her türlü namussuzluğun ve dalaverenin merkezi olarak gösterilir ki amaç, bir baskı unsuru olarak kitlenin çoğu kez ikiyüzlülüğünü vurgulamak, çifte standartçı namus anlayışını sorgulamaktır.

“Fahişe veya pavyon romantizmi” anlayışına sahip bu filmlere örnek olarak elbette ki Vesikalı Yârim (1968-Lütfi Ö. Akad) başta olmak üzere, Bataklık Bülbülü (1973-Nejat Okçugil), Sahipsizler (1974-Ertem Göreç), Hatasız Kul Olmaz (1977-Osman F.Seden), Tatlı Nigar (1978-Orhan Aksoy), Aşkı Ben Mi Yarattım (1979-Şerif Gören), Olmaz Olsun (1981-Temel Gürsu), Ah Güzel İstanbul (1981-Ömer Kavur), Günah (1981-İbrahim Tatlıses), Karanfilli Naciye (1984-Osman F.Seden), Yabancı (1984-Osman F.Seden), Seyyid (1985-Erdoğan Tokatlı), Yarınsız Adam (1987-Ümit Efekan) ve Alnımdaki Bıçak Yarası (1987-Şahin Gök), Dertli Dertli (1987-İbrahim Tatlıses), Bir Aşk Bin Günah (1989-Orhan Elmas) gösterilebilir.

Bazen de kudretli bir para babası veya anlı şanlı bir kabadayı, gönlünü bir genelev veya pavyon gülüne kaptırıverir. Bu durumu işleyen filmlere örnek olarak Güneş Doğarken (1984-Şerif Gören), Balayı (1984-Nazmi Özer), Yasak İlişki (1988-Orhan Elmas) ve Al Dudaklım (1993-Nazmi Özer) sayılabilir.

Bu aşamada şu önemli tespiti yapmak istiyorum. Dikkat edilecek olursa, film çözümlemelerine ilişkin bütün gözlemlerimi “erkek kahramanlar” açısından yapıyorum. Bu sonradan farkına vardığım ama tesadüfen ortaya çıkmış bir durum değildir. Çünkü dünyada olduğu gibi, Türkiye’de de sinema sektörü, erkeklere ait bir sektördür. Bir başka ifade ile Yeşilçam erkeklerin dünyasına aittir. Yeşilçam’da baskın bakış açısı, erkek egemen bakış açısıdır. Bu durum, üretilen filmlerin karakterini belirlemiş, ruhuna işlemiştir.

Büyük halk ozanı Âşık Veysel’e sormuşlar: Aşk nedir? “Seversin, kavuşamazsın, aşk olur” diye cevaplamış büyük usta… Önce seveceksin, sonra araya aşılmaz dağlar girecek, türlü çetrefilli durumlarla âşıkların emdiği süt burnundan gelecek ki aşkın acı tadına varılabilsin. Seyirci tabiriyle söyleyecek olursak; “film gibi olsun”.

Melodram türünü şiar edinen sinemamızda, çatışma yaratıcı bir unsur olarak en çok kullanılan kalıp, hiç şüphe yok ki farklı sosyal tabakalara mensup bireylerin umarsız sevdalarıdır. Daha yaygın ve bilinen söylemle “zengin kız-fakir erkek (veya tersi)” çelişkisidir. Hatta, bu kalıp, sinema konusunda herhangi alternatif bir fikri ve birikimi olmayan, sinemayı Amerikan macera ve komedi filmlerinden ibaret sayan bir kesim izleyici açısından, biraz da hafifseme amaçlı olarak, Yeşilçam’ı özetleyen bir ibare olarak kullanılır. Evet, Yeşilçam’ın bu kalıbı çok sık ve bıktırırcasına kullandığı doğrudur, ancak yaklaşık 7.000 adet film üretmiş bir sektörü, birkaç kelimeye indirgeyerek küçümsemek, her şeyden önce cehalet, sonra da insafsızlıktır. “Futbol asla sadece futbol değildir” sloganına nazire ederek, “Yeşilçam asla sadece Yeşilçam değildir” şeklinde bir önermede bulunmak istiyorum. Yeşilçam sadece sinema filmi üreten bir sektöre ait özel bir tanımlama değildir. Yeşilçam, bize dair, Türk insanına has akla gelebilecek her türlü hassasiyeti ve hasleti peliküle aktaran bir resimli tarih kitabıdır. Ortak hafızamızdır. Geçmişe, bugüne ve yarınlara dair umutlarımızı, neşelerimizi bazen de hal-i pür melalimizi kaydeden, tanıklık eden, ama her daim bizden yana olan, ara sıra bizi bize şikâyet eden, öğütler veren, aslında tek amacı, mutlu ve insanca yaşanabilir bir dünyayı idealize etmek olan rengârenk bir dünyadır ve her derde devadır. Bazen öyle bir repliğe rastlarsınız ki, hem güldürür hem de sayfalarca anlatılacak bir durumu bir çırpıda özetleyiverir. Umut Dünyası (1973-Safa Önal) filminin düğün sahnesinde, Kenan Karagöz’ün canlandırdığı mahallenin manavı, Tarık Akan’ın canlandırdığı Ahmet’in gömleğinin yakasını gevşetmeye çalıştığını görünce, şu sözlerle duruma yorum getirir: “Damatlık böyledir… Mahmutpaşa fanilası gibi sıkar insanı, sonra sonra alışırsın”. Burada damatlık tabii ki aslında evlilik kurumunu simgelemekte, nispeten özgürlüğe alışmış standart bir Türk erkeği açısından, evliliğin sınırlayıcılığı ve boğuculuğunu vurgulamaktadır. Kırık Bir Aşk Hikâyesi (1981-Ömer Kavur) filminde, Fuat’ın (Kadir İnanır) finalde sarf ettiği “mutluluk yanımızdan geldi geçti” repliği ise, başkaları tarafından idamına karar verilmiş bir kırık aşkın ardından yakılmış bir ağıt gibidir ve çok karmaşık duyguları bir cümleye sığdırır. Kartal Tibet’in yanılmıyorsam Arkadaşlık Öldü mü? (1970-Safa Önal) filminde söylediği şu replik ise tadından yenmez: “Benim şoförlüğüm karşısında en kral tayyare pilotları bile şabanlaşır”. Hemen hepimizin hafızasına bir Yeşilçam özlü sözü mutlaka takılı kalmıştır. Kısacası, Yeşilçam bir lunapark gibi cıvıl cıvıldır, heyecan vericidir, kendine özgü yerel renklerle bezeli, özel ve güzel bir dünyadır.

Ana konumuz dışında irticalen gelişen bu paragraf sonrası kaldığımız yerden devam edelim. Yukarıda da belirttiğim gibi, Yeşilçam’ın aşkı konu edinen filmlerinin olmazsa olmaz materyali, sosyal sınıf farklılığıdır. Sosyal sınıf farklılığı kavramı geniş bir kavram olmakla beraber anlamamız gereken öncelikle ekonomik açıdan aralarında uçurumlar olan iki ailenin varlığıdır. Temel belirleyici öğe, ekonomiktir. Soylu ve köklü bir aileye mensup olma, toplumsal statü, yurtdışında eğitim görme vb. gibi kriterler sonra gelir. Çünkü filmlerimizde, ekonomik güce bağlı olarak diğer niteliklere sahip olmak kolaydır. Ötesi, inceden inceye pek sorgulanmaz. Bakış açısı yüzeysel ve tek yönlüdür.

Daha önce de belirttiğim üzere, Bizim Aile/Merhaba (1975-Ergin Orbey) filminde Ferit (Tarık Akan) ve Alev (Itır Esen) örneğinde olduğu gibi, sevgililer açısından maddiyatın hiç önemi yoktur. İtiraz eden taraf elbette ki taraflardan zengin olanın babasıdır. İdealindeki damat adayı, tanınmış bir ailenin yüksek tahsilli ve iş adamı oğludur. Zengin kız babaları için aşk, ucuz fotoromanlarda yaşanan bir zayıflık halidir. Aynı filmde Saim Bey’in (Saim Alpago) belirttiği gibi, “hayatta en büyük güç, sadece ve sadece paradır”. Modern zamanların zalim padişahları olarak nitelediğim kız babaları, filmlerdeki en uzlaşmaz ve inatçı, gaddar kişilerdir. Erol Taş, Hayati Hamzaoğlu gibi isimlerle adeta özdeşleşmiş bu tiplemeler, köy ağası iseler “nankör köpeeeeek! Ekmeğimi yiyorsun, bir de kızıma göz diktin haa!…” diyerekten kırbaç ve çizme darbeleri marifetiyle direkt şiddete başvururlar. Kentli, zengin ve mafya ile ilişkili iseler, öncelikle huzurlarına çağırtırlar, “kapımda bir hareketimle leşini yere sermeye hazır yüzlerce adam besliyorum” şeklinde tehditkâr bir konuşma yaparak erkeği caydırmaya çalışırlar. Ancak, dayak, tehdit ve zor kullanma ile aşkın önüne set çekilemeyeceğine filmin sonunda acı bir şekilde vakıf olurlar.

Türk Sineması’nda aşk olgusunun işleniş ve yorumlanış tarzına ilişkin yapmış olduğum tespitler, genele yöneliktir. Filmlerde sıklıkla kullanılan ana kalıpları belirleyebilmek amacıyla kullanılan eleğimiz, sadece iri ve kaba parçaları incesinden ayırma görevini üstlenmiştir. Buraya kadar yazılmış olanlar, 1990’lı yıllara kadar herhangi bir Türk aşk filminde rastlayabileceğimiz temel özelliklere ilişkindir. Tabii ki bu süreç içerisinde, aşk kavramına zamanın ilerisinde bir anlayışla yorum getiren filmler de çekilmiştir. Örneğin; Metin Erksan’ın Sevmek Zamanı (1965) ve Kuyu (1968) adlı filmleri, aşka tutku, fetişizm ve cinsel şiddet açısından çeşitlemeler getiren, çekildiği dönem itibarı ile oldukça radikal ve cesur, aydın işi filmlerdir.

Bir Sonraki Bölüm: Hayallerim, AŞK’ım ve Yeşilçam… (II. Bölüm)

, , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir