Hayallerim, AŞK’ım ve Yeşilçam… (2. Bölüm)

Hayallerim, AŞK’ım ve Yeşilçam… (2. Bölüm)

Share Button

Konuk Yazar: Yalçın ENGİN

1980’ler, 1990’lar, 2000’ler…

Birçok yazımda vurguladığım üzere, 1980’li yıllar sinemamız açısından çeşitli değişim ve dönüşümlerin yaşandığı, bir bakıma çöküş bir bakıma da silkiniş ve yeniden doğuş yıllarıdır. Lütfi Ö. Akad’la filizlenip, şekillenen ve Yılmaz Güney’le olgunlaşan sosyal gerçekçi sinema anlayışına sahip çıkan Zeki Ökten, Şerif Gören, Ali Özgentürk, Erden Kıral gibi sinemacılar, 80’li yıllar boyunca Güney’den devraldıkları mirası en iyi şekilde değerlendirip, kendi sinemacı kişilik ve yaratıcılıkları ile bütünleyerek sinemamızın en başarılı çalışmalarına imza atmışlardır. Yavuz Özkan ve Ömer Kavur gibi yönetmenlerde, kaba bir gerçeklik duygusunu aşıp, daha kişisel ve biçim kaygısının ağır bastığı çalışmalarla sürece katkıda bulunmuşlardır.

1980’ler boyunca, geçmişin klasik ve bilindik söylemlerine sahip aşk filmleri çekilmeye devam etmiştir. Ancak, paralel olarak, bir başka kulvarda Atıf Yılmaz, Feyzi Tuna ve Şerif Gören gibi yönetmenlerce aşk ve ilişkilere dair; daha önce denenmemiş, taptaze, realist ve en önemlisi “feminal”  açılımlar getiren filmler de yeşermeye başlamıştır. Yönetmenlerin bu tutumu, sinemamızda yeni bir çığır açmıştır, küçük çaplı bir devrim niteliğindedir. 1980’ler, sinemamızda bireyin keşfedildiği, kameraların bireye “zoom” yaptığı, yığınların içerisinde sıradan bir bireyin parmakla işaret edildiği filmlere zemin ve fon oluşturmuştur. Daha önceki “Yeşilçam bir erkekler dünyasıdır” tespitim bu dönem itibarı ile etkisini biraz olsun yitirmiş, kadın odaklı ve kadınsı bakış açısına sahip filmler dönemin baskın sinema anlayışını oluşturmuştur. Geçmiş dönemlerin saflık ve masumiyet kokan aşk ve bu aşkların şablon kahramanlarının yerini, daha gerçekçi, canlı kanlı, her türlü erdemi ve zaafı ile “sokaktaki insan” almıştır. Kadınlar artık, kaderine boyun eğmiş ve bir erkek uğruna saçını süpürge etmeye razı, silik ve kişiliksiz karakterler değildir; hak arayan, hesap soran ve toplumdaki konumunu sorgulayan bilinçli birer birey haline dönüşmüşlerdir. Kadının Adı Yok (1987-Atıf Yılmaz) filminde, Işık (Hale Soygazi), “ben senin süs köpeğin miyim ha!… Ne anlamım var senin için” diye haykırırken belki de yüzyılların ezilmişliğine olan isyanı dile getirmiştir.

Geçmişin eve hapsedilen, ekonomik açıdan güçlü olması engellenip, var olması erkeğin varlığına endekslenmiş ev hanımlarının yerini, bu kez kendi ayakları üzerinde de durabileceğini, bir erkeğin kanatları altında olmadan da yaşam savaşı verebileceğini kanıtlamak isteyen, modern kadınlar almıştır. Bir Kadın bir Hayat (1985-Feyzi Tuna) filminin Nuran’ı (Türkan Şoray) “insan karısını sever mi? Ben seviyormuşum da” gibisinden bir düşünceyi seslendirebilecek kadar ruhsuz kocası Orhan’a (Engin İnal) daha fazla katlanamaz ve çevresindeki herkesin karşı çıkmasına, “başaramazsın” diye cesaretini kırmaya çalışmasına rağmen boşanır ve tek başına var olma mücadelesine girişir. Bu arada, kalbi ne kadar örselenmiş ve üzeri tozlanmış olsa da, yeni bir aşkın heyecanı ile atmaya başlar.

Bu dönemde, aşk kavramının algılanışı ve boyutu değişmiş, altyapısı ve anlamı güçlenmiş ve çeşitlenmiştir. Daha önceki, “Yeşilçam’da âşıklar arasında tam bir uyum söz konusudur” tespiti de bu dönemde nispeten geçerliliğini yitirmiştir. Bireyler artık birbirlerine ne kadar yetebildiklerini, yeteri kadar mutlu olup olmadıklarını sorgulayacak seviyeye gelmişlerdir. Özellikle, Türkan Şoray’ın, Mine (1982-Atıf Yılmaz), Seni Kalbime Gömdüm (1982-Feyzi Tuna), Bir Sevgi İstiyorum (1984-Kartal Tibet), Ölü Bir Deniz (1989-Atıf Yılmaz) gibi filmlerde hayat verdiği kadın karakterler, mutsuz evliliklerin cehenneme çevirdiği yaşamlarında debelenip çıkış yolu arayan, gerçek sevgiye, samimiyete ve cinselliğe aç kadın tiplemeleridir. Bu konu ile ilgili ayrıntılı bir analizim, Seni Kalbime Gömdüm filminin sitemizdeki sayfasında mevcuttur.

Diğer yandan, çiftler arasında fikir çatışmaları ve iletişimsizlikte su yüzüne çıkmıştır. Dünden Sonra Yarından Önce (Nisan Akman-1987) filminde, entelektüel çevreye mensup bir çiftin, ilişkilerindeki kopuş süreci anlatılır. Bülent (Eriş Akman), her ne kadar kültürlü ve aydın bir kişilik de olsa; kendisi gibi sinema sektöründe (TRT) çalışan eşi Gül’ün (Zuhal Olcay) işi bırakmasını ve bir çocuk doğurmasını istemektedir. Dünden Sonra Yarından Önce, modern bir çiftin evlilik, aldatma, kıskançlık ve aydın çelişkileri ile örülmüş ilişkilerini mercek altına almış, dönemin ruhunu birebir yansıtan güzel bir filmdir.

1980’li yıllarda, geçmiş dönemde de bolca işlenmiş olan çevre baskısı, taşra kasabası sınırlayıcılığı gibi temalar, Mine, Kırık Bir Aşk Hikâyesi, Kurbağalar (1985-Şerif Gören) gibi filmlerde tekrar gündeme getirilmiştir.

80’lere dair düşülmesi gereken notlardan birisi de cinsellik kavramına daha özgür ve gerçekçi yaklaşımlar getirilmesidir. Dünün öpüşmeyen, sevişmeyen, yatağa girmeyen mazbut “yeryüzü meleklerinin” yerini, bu dönemde cinselliğe olan susamışlığını bastırmaya artık daha fazla tahammülü kalmamış kadın tiplemeleri almıştır. Bu tahammülsüzlük, kuşkusuz, kadın tiplemelerinin iffetsizliğinden değil, cinselliğin son derece insani bir ihtiyaç olarak tezahür etmesinden kaynaklanır. Bez Bebek (1987-Engin Ayça) filminde, Melek (Hülya Koçyiğit) eve onarım için gelen Ahmet’in (Hakan Balamir) tecavüzüne uğrar ve yıllardır bastırdığı cinselliği gün yüzüne çıkar. Benzeri bir zaafa, Kurbağalar filmindeki Elmas (Hülya Koçyiğit) karakteri de boyun eğecektir. Cinsel doyumsuzluk veya açlık konusunda bir başka çarpıcı ve gerçekçi çeşitleme, yine Şerif Gören’den gelir. Firar (1984) filminin Ayşe’si (Hülya Koçyiğit) hem evlat hasreti ile yanıp tutuşan acılı bir anne, hem de güreşen erkeklerin yağlı ve kaslı vücutlarından tahrik olan istekli bir “kadındır”.

Şalvar Davası (1983-Kartal Tibet) adlı çalışma da, kadın sorunsalına ve eşitsizliğe ilişkin getirmiş olduğu esprili bakış açısıyla, 80’li yıların kadın filmleri zincirine eklenebilecek şirin bir halkadır.

Gizli Duygular (1984-Şerif Gören), Dağınık Yatak (1984-Atıf Yılmaz), Dul Bir Kadın (1985-Atıf Yılmaz), Adı Vasfiye (1985-Atıf Yılmaz), Kupa Kızı (1986-Başar Sabuncu), Asılacak Kadın (1986-Başar Sabuncu), Aaahhh Belinda (1986-Atıf Yılmaz), Kaçamak (1987-Başar Sabuncu) filmleri ve cesur tavrı ve oyunculuğu ile döneme damgasını vurmuş Müjde Ar ismini de anarak 1990’lı yıllara geçelim.

1990’lı yıllar, toplumsal “gusto” ve tercihlerin iç içe geçtiği, değer yargılarının erozyona uğradığı, oldukça belirsiz ve içeriği boş bir kültürel atmosferin ortalığı sarıp sarmaladığı ve halen günümüzde de etkisini sürdüren “ilkesizliğin ve kaosun” tırmandığı yıllarıdır. 1970 ve 1980’lerin,  safını ve dünya görüşünü netleştirip bu doğrultuda yaşamına yön veren bireylerden oluşan toplum yapısı yerini, bir ideale veya dünya görüşüne sahip olmayan, kişiliği, tutumu ve zevkleri rafine olamamış bireylerden oluşan bir yapıya bırakmıştır. 12 Eylül sonrası depolitizasyon politikaları ve Özal’ın dört eğilimi birleştirme çabaları 1980’li yıllarda sonuçlarını vermeye başlamış ve 1990’lar da altın dönemini yaşamıştır. Bir bakıma, geçmişin zıtlaşma ve siyasi kamplaşmalarla dolu, karmaşık ve endişe verici yapılanması çözülmüş, toplum kaynaşmış ve uzlaşmıştır. Ancak, bu durum, “ne yapacağını bir türlü kestiremeyen, geleceğinden umutsuz, kültürel ve siyasal oluşumlara yabancı”  fertlere sahip, sağlıksız bir sosyal yapılanmayı da beraberinde getirmiştir.

Konuya kültür ve sanat açısından bakacak olursak; geçmişte minibüs müziği diye aşağılanan, kültür seviyesi düşük, ayaktakımı olarak nitelenebilecek yığınların dinlediği, devlet televizyonunca yasaklanan arabesk müzik ve dolayısıyla “arabesk kültür ve yaşam biçimi”, 1980’lerde sınırlı bir çevre tarafından yaşanır ve tüketilirken, 1990’lar da hayatımıza artık hiç çıkmamak üzere sirayet etmiştir. Önceleri kendine özgü melodi ve güfte yapısıyla apayrı bir tür olan arabesk, 90’larla beraber “arabesk-fantezi” gibi garip adlandırmalarla diğer müzik türlerinin de içine sızmış, 1970’lerin tadına doyum olmayan Türk Pop Müziği bile, 90’larla beraber altyapısı itibarı ile arabeske teslim olmuştur. Artık herkes Orhan Gencebay, Ferdi Tayfur, İbrahim Tatlıses dinlemektedir. Bir başka ifade ile arabesk sosyeteleşmiştir. Bir zamanlar, Gülhane Parkı’nda, eli jiletli “varoş delikanlılarına” olaylı konserler veren Müslüm Gürses, Türk entelijansiyasının gözde isimlerinden Murathan Mungan ile bir araya gelebilmekte, ortak çalışmalara imza atabilmektedirler. Rock müzik dinleyen kesimde, artık arabeski tu kaka olarak görmemekte, çeşitli arabesk klasikleri rock soundu ile yeniden gündeme getirilmektedir. 70’lerin anarşik ve karanlık ortamında “Batsın Bu Dünya” diyerek feryatlar yükselten Orhan Gencebay dahi, eski keskin ve ezilenden yana olan tavrından oldukça uzak bir noktada durmakta, Televole programına konuk sunucu olarak katılmak gibi kendisinden beklenmeyecek derecede gariplikler içerisinde bulunmaktadır.

1970’lerin arabesk müzik dinleyicisi yığınların, kendi aralarında bile “Orhancılar-Ferdiciler” olarak fraksiyonlara ayrılmış olduğunu düşününce, günümüzdeki kültürel yapıyı analiz etmek zorlaşmaktadır. Elbette belirli bir görüş veya kişiye körü körüne bağlanmak sağlıklı değildir, ancak birey olmanın gereği olarak, kaliteli yaşama dair kriterler belirlenmeli ve prensipler dâhilinde yaşanmalı, sap ve saman birbirine karıştırılmamalıdır.

1990’larla başlayan bu tepetakla olmuşluk ve boyutsuzluk, sinemada da kendini hissettirmiştir. Türk Sineması’nda 1990’lı yıllar, birkaç film istisna, (Eşkıya, Gölge Oyunu, Masumiyet, Tabutta Röveşata, Zıkkımın Kökü..) tatsız, tuzsuz, boşa geçirilmiş yıllardır.

Aşk filmleri açısından baktığımızda 90’lı yılların fonunu; düşsel sevdalar, tutku ve aykırı beraberliklerin oluşturduğunu görürüz. Cazibe Hanım’ın Gündüz Düşleri (1992-İrfan Tözüm) adlı yapımda, rüyalarında yaşattığı sevgilileri ile sevişen, aşklar yaşayan bir kadının gelgitleri konu edilir. 1963 tarihli İki Gemi Yanyana adlı filminde, Suzan Avcı ile Sevda Nur’u dudak dudağa getirerek Agâh Özgüç’ün deyimiyle “nabız yoklayan” Atıf Yılmaz, 1992 yılında çektiği Düş Gezginleri adlı filminde, Meral Oğuz’la Lale Mansur’u bu sefer öpüştürmekle kalmaz, aynı yatağa sokar ve birbirine âşık eder. 1990’lı yıllarda tekrar taşra kasabasına dönüş yapan Yılmaz’ın, bir doktor ile fahişenin lezbiyen aşkını anlattığı Düş Gezginleri adlı çalışması, ticari amaçlarla gereğinden fazla cilalanmış sevişme sahneleri ile de tepki toplar ve pek beğenilmez.

İçerdiği aşırı seks sahneleri ve bildirisi ile tepki toplayıp, lanetlenen bir başka film ise Seçkin Yaşar’ın Sarı Tebessüm (1992) adlı çalışması olur. Eda (Şahika Tekand) film boyunca, “ruhsal öpüşme” yaşadığı alkolik ve iktidarsız şair kocası İdris (Levent Özdilek) ile “tensel öpüşme” yaşadığı yakın arkadaşı Erdal (Mahir Günşıray) arasında bocalayıp durur. Eda, kocasıyla şiir gibi hayat yaşamasına karşın yatakta mutlu değildir. Oldukça tutkulu ve ihtiraslı bir kadın olan Eda, cinsel arzularının tatmini için Erdal’ın seks kölesi bile olmaya razıdır. Ancak, filmin sonunda kocası İdris’i tercih eder ve Türk Sineması’nda aşk bir kez daha şampiyonluğunu ilan eder. Film ismini, aldatmayı sembolize eden sarı renkten almıştır. Entelektüel sanat çevreleri, ilişkileri ve yaşam tarzlarına dair önermelerinde, tarafsız bir gözlemci tavrın egemen olduğunu düşündüğüm Sarı Tebessüm filmi, kirli sarı ve loş atmosferi ile de farklı ve şahsen severek izlediğim bir filmdir.

Aykırı tiplemelerle dolu bir başka film, Orhan Oğuz’un 1992 tarihli Dönersen Islık Çal adlı çalışmasıdır. Direkt bir aşk filmi olmasa bile, toplum dışına itilmiş iki marjinal insanın, (bir travesti ile cüce) birbirlerine sığınmasını ve çıkarsız dostluklarını anlatan film, oldukça duygulu ve sıcak bir anlatıma sahiptir.

1993 tarihli Sinan Çetin filmi Berlin in Berlin, sinemasal niteliklerinden çok Hülya Avşar’ın meşhur mastürbasyon sahnesi ile akıllarda yer eder.

Dönemin karakteristiğini en iyi şekilde yansıtan filmlerden bir başkası da, melodram ustası Orhan Aksoy’dan gelir: Yumuşak Ten (1994). Yaşlı ve zengin bir adamın (Ekrem Bora), gece hayatı ile ilgili bir roman yazmak için konsomatrislik yapan genç ve güzel kadına (Meral Oğuz) olan tutkusunu anlatan Yumuşak Ten, yine sevişme sahneleri ile dikkati çeker.

Başka örnek vermeye gerek yok. Kısaca durum şudur: 1990’lar da aşk yok seks vardır.

2000’li yıllar, Türk Sineması’nın seyircisi ile barıştığı yıllardır. 1980’lerin sonları ve 90’lı yıllar boyunca Amerikan Sineması’nın boyunduruğu altında ezilen ve filmlerini gösterecek salon dahi bulamayan sektör, 2000’li yıllarda adeta altın dönem olarak nitelenen 1960’lı yıllara geri döner. Eşkıya, İstanbul Kanatlarımın Altında, Ağır Roman, Kahpe Bizans gibi filmlerin açtığı yoldan ilerleyen sektör, 2000’lerde salonları tekrar ele geçirir. Ancak, çekilen film sayısındaki artış beraberinde kaliteyi getirmez. 2000’li yıllar boyunca Mehmet Ali Erbil’in dâhil oldukları başta olmak üzere sulu zırtlak komediler ve sözde gençlik filmleri, çok tutulmuş TV dizilerinin sinema versiyonları, kötü çekilmiş korku filmi denemeleri ortalığı kaplar.

Diğer yandan Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz, Reha Erdem ve Semih Kaplanoğlu gibi yönetmenlerimiz, birbiri ardına çektikleri “auteur” işi filmlerle, yurt içi ve yurt dışı festivallerde ödül üzerine ödül kazanırlar. Türk Sineması’nın son dönemde dünya çapında yıldızını parlatan bu dört önemli yönetmen, özgün anlatım biçimleri ve tematik anlayışları ile birkaç kuşağı etkileyecek gibi görünmektedir.

2000’ler, aşk filmleri açısından, sinema tarihimizin en kısır dönemidir. Bu dönemde çekilen aşk filmlerinin analizini yapmak çok zordur, çünkü ortada analize konu edilecek film bulabilmek neredeyse imkânsızdır. Gönderilmemiş Mektuplar (2002-Yusuf Kurçenli) ve Hayatımın Kadınısın (2006-Uğur Yücel) adlı filmler, bu aşksız geçen kurak yıllara hayat vermiş filmlere örnek olarak gösterilebilecek, eli yüzü düzgün iki nadide yapımdır. Gerçekten de sinema tarihimizin hiçbir döneminde aşk ve romantizm bu kadar dışlanmamıştır.

Bu döneme ait bahsedilecek tek bir film vardır. O da sinema tarihimizin en sevilen, en tartışılan aşk filmlerinden birisi olan Issız Adam (2008-Çağan Irmak). Büyük şehrin korkutucu kalabalığı içerisinde yalnızlaşmış ve tecrit edilmiş yaşamlara hapsedilmiş orta sınıf kentlilere özgü aşk anlayışı, özgürce yaşanan hayatları (seks ilişkileri dâhil)  kısıtlayıcı ve günümüz insanına özgü “birisine ömür boyunca bağlanma korkusu” bağlamında irdelenmiştir. Issız Adam, ticari başarısı ve geniş kitleleri derinden etkilemiş dramatik içeriği ile sinema tarihimizde seçkin bir yer edinmiştir.

Son bir iki yılda, hiç şüphesiz Issız Adam filminin gördüğü ilginin ve estirdiği duygu fırtınasının etkisiyle, sinemamızda bir “aşka dönüş” olgusu gözlemlenmektedir. Aşk Tutulması (2008-Murat Şeker), Uzak İhtimal (2008-Mahmut Fazıl Coşkun), Aşk Geliyorum Demez (2009-Murat Şeker), Romantik Komedi (2009-Ketche) Başka Dilde Aşk (2009-İlksen Başarır), Aşk Tesadüfleri Sever (2010-Ömer Faruk Sorak), İncir Reçeli (2010-Aytaç Ağırlar), Ya Sonra (2011-Özcan Deniz) filmleri, yaklaşan neo-romantizm dalgasının ayak sesleri olarak değerlendirilebilir.

, , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir