Her sinema filminin, yönetmenin akıl süzgecinden geçtiğini; yorumlanmış -iyi ya da kötü- bir fikirden doğduğunu söylemek mümkün. Bu söylemin incelikle uygulandığı işleri incelediğimizde anlık bir parıltıdan çok, tutkuyla o fikre bağlanmış, izini sürmüş ve emek harcamış kişilere ulaşırız. Bu açıdan baktığımızda “ben sinemaya fikriyattan geldim” diyen Halit Refiğ’in Türk Sineması’nı yapısal olarak etkilemiş olması şaşırtıcı değil. Gerçekçilik kavramının en cebbar savunuculardan olan Refiğ, sinemasına bu düşünce dinamiğini yerleştirirken; çöküş, çürüyüş ve ihtişamı aynı anda sosyal gerçekçilikten sapmadan uyguladığı Haremde Dört Kadın filmiyle söylemini hem kuvvetlendirir hem de başka bir kulvara taşır. Bu kulvar kendi tabiriyle, Türkiye’nin farklı sosyal yapısını, kültürel özelliklerini tarihi bir dönem filmi içerisine yerleştirmektir. Böylece özellikle Gurbet Kuşları filminde gördüğümüz / farkına vardığımız sosyal gerçekçilik ile geçmiş arasında organik bir bağ kurmuştur. Geleceğin inşasında kabuk değiştirmiş, can yakıcı, yaralayıcı özgürlük ve adalet çabalarının bir tezahürü olan Haremde Dört Kadın, her ne kadar dar bir alanda geçse de Refiğ, filmi bir tüme ulaştırmayı ustalıkla başarmakta, izleyicinin dün ile ilişkisini canlandırmaktadır.
Halit Refiğ’in sinemasındaki gerçekçilik arayışı içerisinde edebiyatta bunu şiar edinmiş Kemal Tahir ile yollarının kesişmesi ve ikilinin ortak ürünü olan Haremde Dört Kadın filminin ortaya çıkması Türk Sineması için yenilikçi ve modernist bir hamledir. Refiğ, “Ben sinemaya gerçekçilik iddiası ile geldim. Bu gerçekçilik anlayışı beni Kemal Tahir’e yaklaştırdı” sözüyle bu söylemin altını çizer. Bunun yanı sıra Visconti’nin Yeni Gerçekçilik filmleri de -özellikle Senso- yönetmeni derinden etkilemiştir.
Osmanlı’nın son dönemlerinde, Sadık Paşa’nın konağında geçen hikâyede Refiğ, hem döneminin keskin geçişini hem de paranın yozlaştırdığı ahlaki yargıları mercek altına alır. Sadık Paşa’nın yabancı devletlere tanınacak imtiyazlar karşılığında aldığı rüşvetleri bir geçim kapısı olarak görmesini ve sadece kaynağın kesilmemesi için özgürlükçü oluşumlar karşısında padişahı savunmasını odak noktasına yerleştiren film, değişen ve yozlaşan harem yaşamına da ışık tutar. Çocuğu olmadığı için haremindeki genç kızlardan birini daha nikâhına almak isteyen ve bunu gelenek ve neslin devamlılığı ile açıklayan Sadık Paşa’nın hikâyesine, bu yeni nikâhı kıskanan, hem birbirleriyle hem de başka kişilerle ilişkileri olan diğer üç eş arasındaki rekabet dışında, geniş çerçevede Osmanlı’ya karşı ayaklanan Jön Türk hareketinin yansıması da eklenmiştir. Sadık Paşa’nın yeğeni de bu oluşumun içindedir.
Yeniliğin yadsınıp geleneğin yüceltildiği ve maalesef ki güncelliğini koruyan hikâye, dönemin sosyal yaşantısındaki yozlaşmayı, kapalı kapılar ardında yiten ahlak ve erdem kavramlarını incelerken; diğer taraftan çöküşün sebebi olarak saray içindeki yozlaşmanın bireylere rüşvet şeklinde sirayet etmesinden kaynaklandığının altını çizer. Ego ve güç kaygısının her şeyin önünde olduğu günümüz toplumunda usul dışında hikâyenin devam ediyor olduğunu görmek, Refiğ’in gerçekçilik arayışında öngörüsünün ve çıkarımının doğruluğunun ispatıdır. Haremde Dört Kadın her ne kadar Osmanlı’nın son dönemindeki kendisini çöküşe götüren yozlaşmayı anlatsa da, özünde bireylerin hırsları uğruna her şeyi göze alabileceklerini ortaya koyan Türk Sineması’nın erken dönem başyapıtlarından biridir.
İşletme ve Finans lisans mezunu, Sosyoloji öğrencisi. Kendi blogu ve DVD+ dergisi forumundan sonra sinema yazılarını yayınlamaya Sinemaximum sitesi ile başladı. Daha sonra yaklaşık 2 yıl Türkiye’nin ilk online sinema dergisi Sinemalife’da Düş Perdesi ve Ev Sineması bölümlerini yürüttü. Kanal D Home Video DVD dergisinde yazdı. Temmuz 2013’de Cineritüel ekibine katıldı. Philip Morris Ezd kanalında Planlama ve Analiz bölümünde çalışmaktadır.