Röportaj: Kürşat Saygılı, Fırat Çakkalkurt
Deşifre: Esra Özkan
İlk izlediğiniz filmi hatırlıyor musunuz?
İlk izlediğim filmi hatırlamıyorum ama sinemada ilk izlediğim filmi hatırlıyorum. Çizgi filmine bayıldığım He-Man’in filmi gelmişti. Anadolu yakasında bir salonda, annemle gitmiştik. Fena halde uyduruk bir filmdi aslında. Sonradan tekrar karşılaştığımda piyes gibi bir şey olduğunu görmüştüm ama bildiğim bir çizgi filmin film versiyonunu sinema perdesinde izlemek çok etkileyici gelmişti bana o zamanlar. Sonuçta hâlâ hatırlıyorum.
Çocukluğunuzun sinemaları nasıldı? Çocukken sıklıkla sinemaya gider miydiniz?
Evet sık giderdim. İlk başta sadece hafta sonları… Sinema merakından çok dışarıda bir şeyler yapmak için. Ancak daha sonra film festivallerini takip etmeye başlamamla daha bilinçli bir film izleyicisi oldum. Üniversite yıllarında festival zamanı günde dört filme gittiğim dönemleri hatırlıyorum. Filmler birbirine karışırdı bir yerden sonra. Şu an sinemada günde dört film izleyebileceğimi sanmıyorum. Sinemaya en sık gittiğim zamanlar festival dönemleriydi diyebilirim.
Sinema deyince aklınıza gelen ilk şeyi söyleyebilir misiniz?
Beyoğlu ve film festivalleri… Bugünkü Beyoğlu’nun sinemayla pek bir ilgisi kalmadı tabii ki.
Ne sıklıkla film seyredersiniz?
Çok sık. Ortalama iki günde bir diyebilirim. Film izlemek için ideal bir vakit ayırayım, oturup rahat rahat seyredeyim dediğim zaman o vakit bir türlü bulunamıyor. O nedenle çok film izleyebilmek için şöyle bir formülüm var: Bir seferde izleyeceğim diye bir zorunluluk hissetmiyorum. Garip bir saatte başlıyorum mesala seyretmeye, 15-20 dakikasını izliyorum. Ertesi gün kaldığım yerden devam ediyorum. Yani parçalı parçalı izlediğim zaman çok film seyredebiliyorum. Bunu çok meraklısı olduğum bir yönetmene, uzun zamandır beklediğim bir filme yapmam ama. Sinemaya gitmeyi ve bir seferde seyretmeyi tercih ederim böyle durumlarda.
Defalarca seyrettiğiniz bir film var mı, başucu filmi gibi?
Dönüp dönüp tekrar izlediğim çok film var. Polanski’nin ‘Apartman Üçlemesi’ öyledir, David Lynch’in filmleri, Cronenberg’in ilk dönem filmleri öyledir. İtalyan Yeni Gerçekçilik akımının sevdiğim örneklerini de tekrar izlemek isterim arada.
Festivalleri takip ettiğinizi söylediniz ama daha çok sinemayı mı tercih edersiniz film seyretme mekanı olarak yoksa evde mi seyretmeyi yeğlersiniz?
İkisinin de kendine göre olumlu yanları var diyebilirim. Asıl tercihim sinemada izlemek. Ama her filmi mutlaka sinemada izlemeliyim gibi bir takıntım yok. Evde de gayet büyük bir zevkle seyrederim. Çoğunlukla da evde izliyorum zaten.
Laura Mulvey ismini duydunuz mu bilmiyorum, feminist bir sinema eleştirmeni, onun ‘düşünceli seyirci’ diye bir kavramı vardır, günümüzdeki, bu internet üzerinden izlenilen filmin daha verimli olabileceğini söylüyor ve bu seyircinin ‘düşünceli seyirci’ olduğunu iddia ediyor. Durdurarak, sahneyi ileri-geri alarak, tekrar tekrar bakarak filmleri daha iyi analiz etme fırsatımız olduğunu söylüyor. Şunu merak ettim: Analiz etmek istediğiniz filmleri, bu yöntemle izlediğiniz oluyor mu?
Duymamıştım, ilginçmiş. Analiz etme amacıyla izlenecekse tabii ki yeri gelince durdurup not alarak da izlenebilir filmler. Benim de yapmışlığım vardır. Ama sanki ideali ilk önce sinemada veya tek seferde izleyip daha sonra analizini yapmak için durdurarak ve not alarak ikinci kez izlemek.
Bir film seçerken neyi dikkate alırsınız? Popüler olmasına mı, yönetmenine mi, hikayesine mi bakarsınız?
Yönetmenine. Benim için en önemli ölçüt ne konusudur, ne oyuncudur; her zaman yönetmendir. Oyuncu ve konu yanıltıcı olabilir ama yönetmen genelde yanıltmaz. İkincil bakacağım, güvendiğim birinin tavsiyesi, önerisidir. Etrafımda zevkine güvendiğim arkadaşlarım var. Birçok filmi onlardan duyup izliyorum. Hatta şöyle öneriler oluyor arada, en ideali de bu bence: ‘Ben hiç sevmedim ama sen çok seversin’ diyenler. Üçüncüsü ise başta Altyazı başta olmak üzere sinema dergilerindeki yazılar ve Cannes, Berlin, Toronto, Venedik gibi önemli ödüller…
En sevdiğiniz yönetmen kimdir?
Bir hikâye böyle de anlatılabilirmiş, diye kafamda bir sürü kapı açan hatta beni yazmaya iten unsurlardan biri olan David Lynch’i öncelikle anmak isterim. En sevdiğim mi bilmiyorum ama en çok etkilendiğim yönetmen diyebilirim. Polanski ve Kieslowski de en sevdiğim yönetmenlerdendir. Onun dışında dünya sinemasından karmakarışık bir sırayla ilk aklıma gelenler Cronenberg, Bergman, Ashgar Farhadi, Penahi, Majidi, Takashi Miike, Godard… Sonra Visconti, Antonioni, Fellini, Jodorowsky, Haneke, Roy Anderson…
Türkiye’den sevdiğiniz yönetmenler var mı?
Olmaz olur mu? Nuri Bilge Ceylan’ın Koza’dan beri fanatik takipçilerindenim. Zeki Demirkubuz da çok sevdiğim yönetmenlerden. Eskilerden Aaahh Belinda, Umut, Anayurt Oteli, Sevmek Zamanı, Susuz Yaz, Teyzem filmleri ilk aklıma gelenler. Yeni dönemdense saymakla bitmeyecek kadar çok film ve yönetmen var sevdiğim.
En sevdiğiniz film hangisi?
Cevap dönemden döneme değişiyor sanki kafamda ama David Lynch’in Kayıp Otaban’ı diyebilirim. Bana en büyük şoku yaşatan, etkisinden en uzun süre kurtulamadığım film herhalde Kayıp Otoban’dır.
Peki filmde sizi çok etkileyen şey neydi?
Hikâyesinden çok o hikâyeyi anlatma biçimi diyebilirim. Ürpertici belirsizliklerle dolu, hiçbir ipucunun hiçbir yere bağlanmadığı, yine de takip etme isteği uyandıran yapısı… Kendi içinde çok tutarlı ama aslında aşırılıklarla dolu tutarsız gidişatı… Anlatımındaki serbestlik, sinir bozuculuk ve kasvet…
Sinemada en son hangi filmi seyrettiniz ve filmi nasıl buldunuz?
En son Emin Alper’in Abluka’sını izledim sanırım ve çok beğendim. Tepenin Ardı’nı da çok sevmiştim. İyi ki de sinemada izlemişim çünkü atmosferi sinema salonuna çok uygundu. Filmin yapısı gittikçe üzerinize doğru daralan bir çember gibi. Seyirciyi de abluka altına alıyor ve daralma ülke ile başlayıp; mahalle, ev ve karakterin kafasına doğru devam ediyor adım adım.
İzlemek için sabırsızlandığınız bir film var mı?
Çok var, her dönem merakla beklediğim filmler oluyor. O dönem kullandığım deftere listeliyorum bu filmleri. Mesela Ballard’ın High Rise romanı uyarlanmış sinemaya onu çok merak ediyorum. İngiliz bir korku filmi yönetmeni çekmiş. Onun dışında genelde sevdiğim ve takip ettiğim yönetmenlerin yeni filmlerinin geleceğini duyunca heyecanla bekliyorum. Bir de Pulp müzik grubu ile ilgili bir belgesel yapıldı yakın zamanda. Pulp’ı çok sevdiğim için bu belgeseli de çok merak ediyorum.
Uyarlamalara bir parantez açacak olursak, var mı sinemaya uyarlanmış hali daha etkileyici olan filmler?
Kesinlikle var. Ben ‘kitap her zaman daha derindir, daha iyidir, sinemaya uyarlandı mı her zaman içi boşalır, zayıflar’ diyenlerden değilim. Bence sinema tarihi, kitabı aşan uyarlamalarla dolu. Mesela ilk aklıma gelen Stephen King’in Shining romanı. Tabii ki romanı berbat eden, çok yüzeyselleştiren uyarlamalarla dolu sinema tarihi ama çok iyi örnekler olduğunu da düşünüyorum.
Kendi hayatınız ile ilgili bir film senaryosu yazsanız nasıl bir şey ortaya çıkardı, hiç düşündünüz mü?
Çok sıkıcı olurdu. İzlenecek bir şey olmazdı. Yazdıklarımda da kendi hayatımdan yola çıkmıyorum hiçbir zaman.
Sizi derinden etkileyen bir film sahnesi var mı?
Çok David Lynch odaklı oldu ama ne yapayım ilk aklıma gelen Mulholland Dr. filminden bir sahne. Bence bütün sinema tarihi üzerine çok düşündürücü bir sahne: Filmin iki kadın karakteri gece uyanırlar ve Silencio Bar’a giderler. Biraz uyurgezer gibi bir durumda -büyülü bir şekilde- tuhaf, gece kulübü gibi bir yere gidip otururlar. Bir adam çıkar sahneye ve ‘biraz sonra dinleyeceğiniz şarkı kaydedilmiştir, iyi dinletiler’ gibi bir şeyler der. Yani sanatçının playback yapacağı konusunda bir uyarı yapıp geri çekilir. Daha sonra bir kadın soprano çıkıp muhteşem, büyüleyici bir şarkı söyler ve biz şarkının büyüsüne kapılırız, iki karakter de şarkıyı dinleyerek ağlamaya başlarlar. Bir noktada şarkı söyleyen kadın bayılıp düşer ama fonda müzik devam eder. Önceden uyarılmış olmamıza rağmen yadırgarız bu durumu. Sinemada hep önceden kaydedilmiş bir şeyi o an oluyormuş gibi heyecanla takip ediyoruz. Mesela: ‘Ay kadın kaçabilecek mi’ diye izliyoruz, aslında o görüntü kaydedilmiş, kadının kaçıp kaçamaması zaten belli. Bence çok Brechtyen bir tavırla Lynch sinemanın bir kurmaca olduğunu aslında bize o an izliyormuş gibi heyecan veren her şeyin önceden kaydedilmiş şeyler olduğunu hatırlatıyor bu sahnede.
Unutamadığınız film karakterleri var mı?
Polanski’nin Kiracı filminde kendisinin başrolü oynadığı karakter çok etkilemişti beni. Asla yerinde olmak istemeyeceğim ama çok sevdiğim bir karakter. Bir de daha yakın dönemden Tony Manero’dan çok etkilenmiştim, Şili’li yönetmen’in Saturday Night Fever’daki Tony Manero’ya atıf yaptığı bir kara filmindeki hastalıklı karakter…
Kitaplarınıza ilham veren filmler var mı?
Atmosfer konusunda David Lynch’in etkileri olduğunu düşünüyorum. Onun dışında Uzak Doğu sinemasından da etkilendiğimi hissediyorum bazen. Uzak Doğu’nun hikaye anlatma şekli, sürpriz sona odaklı değil de sürece yayılan anlatıları…
Siz korku-gerilim ögelerini kullanan bir yazarsınız, dünya sinemasında beğendiğiniz korku-gerilim filmleri/yönetmenleri mutlaka vardır, bunlardan biraz bahsetmek istiyorum. Türkiye’de bu tarz, eskiden daha çok avantür filmlerdi, günümüzde Türkiye’de yapılmış korku-gerilim filmlerini takip ediyor musunuz? Özellikle son beş-on yılda ciddi bir değişim yaşandı, bunları takip edebildiniz mi?
Korku tehlikeli bir tür aslında. Ben korku sinemasına meraklıyım ama korku sinemasının büyük bir bölümünü son derece muhafazakâr buluyorum. Korku sineması ‘bundan korkulur’ diyerek aslında faşist bir anlatıya doğru da götürüyor işi; çünkü ‘onlar’ diye bir düşman belirliyor. Özellikle Hollywood sineması bunu çok yapıyor ve ‘biz’ diye milliyetçi bir söylemle temize çekilen bir toplum görüyoruz. Korku filmlerinde şöyle durumlar oluyor sonra; dışarıdan bir tehdit var, o tehdidin yok edilmesi mutlu sona götürüyor bizi. Yani düzeni olumlayan anlatılar… Ben korku türünde yazarken tam tersini düşünüyorum. Var olan düzeni sorgulamaya çalışıyorum. Ben hiçbir zaman dışarıdan gelen canavarları, yaratıkları, uzaylıları korku unsuru olarak görmüyorum, tam tersi onları öldürüp birbirine sarılan o insanları, o babaerkil toplumu korku unsuru olarak görüyorum. Exorcist’te küçük kızın içine giren şeytanı değil onu çıkarmaya gelen babacan papazı tedirgin edici buluyorum. Bir diğer tehlike de korku filminin formüle dönüşmesi. Mesela Güney Kore korkuları ilk başta muhteşemdi; o Garez’ler Japonya’dan Ring’ler falan epey etkilemişti beni. Ama sonra hızlıca onların formüle dönüştüğünü gördük. Saçı önüne düşen kızdan gına geldi. Aynı şey bizim sinemamızda da büyülü, cinli filmlerle, fena olmayan ilk birkaç örnekten sonra hemen bir furyaya dönüştü ve çok komik, yani korkmaya gidip güldüğümüz filmler furyasına dönüştü açıkçası. Can Evrenol’un Baskın filmi bence bu anlamda iç açıcı bir film. Formüle dayanmadan bir korku filmi yaptığı için, bu formüllere dayanmadan yapabildiği için beğendim.
Siz kendinizi tür sineması seyircisi olarak tanımlar mısınız?
Ben daha özel alt türlere meraklıyım galiba. Mesela her türlü bilim kurguyu sevmem ama bilim kurgunun özel bir türü daha ilgimi çekiyor. Cronenberg’in yaptığı “Body Horror” (bedensel korku) denilen daha organik bilimkurgu türü diyebileceğimiz türü daha çok seviyorum. Hep galiba ana türün bir alt, meraklı olduğum bir alt kılcal damarı oluyor, öyle tahmin ediyorum.
Sinemanın şöyle de bir durumu var; bir film izliyorsunuz ama o filmin oturduğu sosyolojik bir gerçeklik oluyor ve çok farklı bakış açılarıyla, farklı okunabiliyor filmler. Mesela Jaws filmiyle ilgili, vizyona girdiği dönemde Amerikalı eleştirmenler köpek balıklarının Amerika’ya gelen göçmenler olduğunu yazmışlar. Fidel Castro filmi izlediği zaman filmi çok beğenmiş ve şunu demiş: ‘Bu köpek balıkları kapitalizmindir.’ Aslında yönetmenin niyetinin olmadığı bir şey var. Şunu sormak istiyorum: Son dönemde Türkiye’de yapılan cinli, büyülü korku filmlerinin günümüz siyaseti ile ilişkisi var mı? Bu filmler nasıl bir sosyolojik zemine oturur?
Evet, Jaws metaforik bir saldırı. Verdiğiniz iki örnekte de görüldüğü gibi herkes kendine göre o metaforu yorumluyor. Mesela Invasion of the Body Snatchers vardır. Uzaydan gelen yaratıklar insanların içine girip onları ele geçirir ve sizin tanıdığınız sevdiğiniz biri bir anda bir yaratığa dönüşür, ama dış görünüşü aynıdır. Bu da mesela bir okumaya göre komünizm paranoyası; içimizdeki komünistler durumu. Bence yorumlamadan önce filmin yapıldığı döneme bakılmak gerekiyor. Biraz önce Exorcist’i konuştuk, tam da feminizmin yükseldiği, kadın cinsel bağımsızlığının yüksek sesle dile getirildiği, Hippie Hareketi’nin etkin olduğu bir dönemde karşımıza çıkıyor kadının içine giren şeytan. Cin peri kısmına gelirsek… Siyasi boyutundan çok, bu topraklara has bir korku filmi yapma motivasyonu ön planda bence. Batıda çok tüketilmiş, zirvesine ulaşmış bir tür korku. Şimdi tutup da batı standartlarında vampir, zombi filmi yapmaya bizim yönetmenlerimiz kalkışmadığı için, hem teknik hem hikaye anlatma imkanlarından dolayı bu topraklara has bir duygu ile o türü birleştirip bir sentez yapalım dendi ve bu formül tutar gibi olunca da üstüne gidildi. Ben çok siyasi göndermelerin, alt metinlerinin olduğunu düşünmüyorum. Orada ‘bizden’ bir korku hikayesi anlatma hevesi olduğunu hissediyorum daha çok.
Üreticiler bakımından söylediğiniz çok doğru aslında; ticari kaygılarla yapılıyor ama aynı zamanda çok da seyrediliyor bu filmler. En çok seyredilen filmlere bakınca her yıl bir komedi filmleri bir de korku filmleri, toplumda da bir karşılığı var gibi aslında.
Kesinlikle. Korku, komedi bir de duygusal filmler… Yani sinemaya; gülmek için, ağlamak veya korkmak için gidiliyor sadece. Ve filmler bu eylemlere vesile olduğu ölçüde başarılı sayılıyor.
Biraz da fantastik sinema üzerine konuşmak istiyorum. Siz Fantastik sinemayı nasıl buluyorsunuz? Takipçisi misinizdir, en beğendiğiniz fantastik filmler hangileridir?
Fantastiğin de özel bir alt türüne meraklıyım. “High Fantasy” denilen türdeki anlatılar ilgimi çekmiyor genellikle. Gerçek olmadığı baştan tescilli, masalsı bir yerde geçen fantastik anlatıları sevmiyorum. Yazarken de o tarafa gitmiyorum çünkü bunlar izleyicide, okurda, bir yargı çatışması uyandırmıyor. Nedir o yargı çatışması? Fantastik olan anlatıda olumsuz bir kod olarak yer almıyor. Yani ‘bunlar gerçekten oluyor mu, olmuyor mu’ tedirginliğini okur/izleyici yaşamıyor. Bu belirsizliği yaşamadığı için de zaten gerçeküstü olduğu tescilli bir dünyada geçiyor hikaye. Bu tip masalsı, büyülü gerçekçilik anlatıları ilgimi çekmiyor. Gerçek dünyanın içine sızan gerçeklik kırılmalarını seviyorum daha çok.
Türkiye’de fantastik sinema neden yok sizce?
Fantastik anlatılarla pek barışık değiliz. Kurmacayla bile yeni yeni ilişki kuruyoruz. Drama ile kurduğumuz ilişki Batı’ya göre çok yeni. Bizde hâlâ en merak edilen şeyler gerçek hayat hikâyeleri. ‘Filmdeki olaylar gerçeklere dayanmaktadır’ denince daha çok ilgi görüyor. Fantastik tür ise gerçeklikle bağlarını neredeyse tamamen koparıyor. Henüz kitlesel anlamda buna hazır değiliz sanırım.
Sen Aydınlatırsın Geceyi filmini izlediniz mi?
İzledim evet. Onur Ünlü’nün tarzını beğeniyorum; ancak fantastikten çok büyülü gerçekçiliğe yakın bence onun anlatıları. Bahsettiğim yargı çatışmasından muaf, daha masalsı anlatılar…
90’lardan itibaren bağımsız sinemacılar boy gösterdi Türkiye’de. Yeşilçam’dan sonra Türkiye’nin sinema endüstrisi olmadı, gelişmedi bir türlü. Bağımsız yönetmenlerin de referans noktası Yılmaz Güney’di. Post-Yılmaz Güney de deniyor mesela 90’ların sinemasına. O gerçekçilik Yılmaz Güney’den itibaren hala devam ettirilen bir şey. Olmamasının bir nedeni de bu olabilir. Referans noktası Yılmaz Güney olunca o gerçekçilik akımı devam ediyor. Hala bazı yönetmenler mesela İtalyan Yeni Gerçekçiliği’ni referans verirler; Yılmaz Güney de o ekole yakındır.
Umut mesela… İtalyan Yeni Gerçekçilik akımına çok yakındır bence.
Sizin Yeşilçam’dan izlediğiniz, beğendiğiniz fantastik bir film var mı?
Bir dönem çok izlerdim. O dönemin fantastik filmleri bir bütün olarak duruyor aklımda, tek bir film öne çıkmadı düşününce.
Şunun için sordum aslında; kıyıda köşede kalmış bir film var mıdır?
Kıyıda köşede kalmış çok film var tabii. Mesela Metin Erksan’ın Suçlular Aramızda’sı… Fantastik bir boyutu da vardır. Yine Metin Erksan’ın Sait Faik’in hikayesinden uyarladığı orta metrajlı Müthiş Bir Tren filmi vardır. Tavsiye ederim.
Bu gerçek ve kurmaca karşıtlığında politikanın da yeri var mıdır sizce? Türk seyircisinin Türk okurunun sürekli gerçekten yana taraf olması fazla politize olmanın da bir göstergesi midir? Sanat ile politika arasındaki ilişkiyi nasıl değerlendiriyorsunuz?
Kıta Avrupası’nda ilk basılan kitap ile Türkiye’de basılan ilk kitap arasında yaklaşık dört yüz yıl var. Bu da toplumların drama ile kurduğu ilişkiyi belirliyor ister istemez. O yüzden bizde kurmacaya “uydurma” olarak bakılıyor.
Doğa Tarihi romanınızda günümüzün modern insanlarına odaklanıyorsunuz. Son dönem Türkiye sinemasına baktığımızda ise daha çok taşra hikayeleri çok sık anlatılıyor. Şehir hayatına odaklanan sadece birkaç örnek var: Hayat Boyu, Çoğunluk, Bulantı. Bu bakımdan Türkiye sinemasının son dönemde şehir hayatını ıskaladığını düşünüyor musunuz? Beyaz yakalı insanlara, plaza insanlarına odaklanmakta, onların hikayelerini anlatmakta geç kalındığını, bu hikayelerin anlatılması gerektiğini düşünüyor musunuz?
Kesinlikle düşünüyorum. Edebiyatta da sinemada da nicelik olarak daha az gerçekten. Taşraya odaklanan filmleri de ikiye ayırıyorum: nostaljik yaklaşan yani taşrayı temize çeken, çocuksulaştıran, taşra güzellemesi yapan muhafazakar anlatılar. Bir de taşrayı tüm çıkışsızlığı ile önümüze koyan politik filmler… Taşra sıkıntısı da bir tür formüle dönüşmek üzere. Ancak büyük şehirlerin sıkıntılarına daha az rastlıyoruz.
Güncel siyaseti de yakından takip ediyorsunuz siz. Türkiye sinemasında bunun bir karşılığını bulabiliyor musunuz? Yakın dönem siyasetini iyi anlatan filmler var mı sizce?
Evet var, Abluka iyi bir örnek. Ancak bu konudaki örnekler çok az. Bazen fazlasıyla doğrudan siyaseti anlatan filmler oluyor onlar da olmalı tabii ama işte fazla doğrudan geliyor bana bazıları. Diğerleri de tamamen siyasetin dışında. Abluka o anlamda özel bir örnek. Son derece siyasi ama alegori düzeyinde, göndermelerle dolu bir yaklaşımı var.
Siz görsel düşünen bir edebiyatçısınız ve çizim de yapıyorsunuz. Senaryo yazmayı, film çekmeyi düşündünüz mü hiç?
Film çekmeyi aklımın ucundan bile geçirmedim. Çok zor iş bence. Yazabilen, hayal edebilen insanlar film de çekebilir dersek bu büyük bir yanılgı olur. Çok ayrı bir uzmanlık gerektiriyor bir anlatıyı görselleştirmek. Ama senaryo yazıyorum. Hatta bu dönem bir yönetmenle birlikte bir senaryo üzerinde çalışıyoruz. Birlikte yazıyoruz. Daha önce de kendi romanlarımdan birini senaryolaştırmıştım. Ancak bütçe-fon bulunamadığı için rafta kaldı, hayata geçiremedik.
Yazdığınız senaryodan biraz bahsetseniz?
Sipariş bir öykü değil. Onu söyleyebilirim. Yönetmenle birlikte geliştirdiğimiz ve kendimi fazlasıyla yakın hissettiğim türde bir anlatı. Fantastik bir boyutu da var.
Peki, hangi yönetmen ile çalıştığınızı sorabilir miyim?
O kısmı bu aşamada söylemeyeyim, daha yolun başında sayılırız çünkü. (gülüyor)
Hakan Bıçakcı Kimdir?
İlk romanı “Romantik Korku” 2002, ikinci romanı “Rüya Günlüğü” 2003, üçüncü romanı “Boş Zaman” 2004, ilk öykü kitabı “Bir Yaz Gecesi Kâbusu” 2005 yılında ve dördüncü romanı “Apartman Boşluğu” 2008 yılında Oğlak Yayınları’ndan çıktı. Beşinci romanı “Karanlık Oda” 2010 yılında İletişim Yayınları tarafından yayımlandı. Yeni ve eski öykülerden oluşan öykü kitabı “Ben Tek Siz Hepiniz” 2011’de İletişim’den çıktı. “Apartman Boşluğu”, 2009 yılında Arnavutçaya, 2010 yılında Arapçaya, 2011 yılında Bulgarcaya ve İngilizceye çevrildi.
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi mezunu. Marmara Üniversitesi iletişim Fakültesi’nde Sinema yüksek lisansını tamamladı. Sinema Kafası’nda başladığı film eleştirilerine Cineritüel sitesinin yanı sıra Dipnot Dergisi’nde film eleştirileri ve makalelerini yayınlayarak devam ediyor.