Graduation (2016): Ahlak ve Yozlaşma Arasında Bir Toplumsal Çöküş Estetiği

Graduation (2016): Ahlak ve Yozlaşma Arasında Bir Toplumsal Çöküş Estetiği

Yazar Puanı4.5
  • Toplumlar neden yozlaşır? Toplumsal yozlaşmayı engellemek ve toplumda adaleti tesis etmek için nasıl bir mücadele pratiği kurmak gerekir? Filmin gücü bu denli büyük sorunları, tartışmanın ana eksenine koymamasında yatıyor. Yönetmen büyük sorunları çözmek için öneri reçetesi sunmuyor ya da önerildiğinde belki daha büyük başka sorunlara gebe olabilecek yaklaşımlardan kaçınıyor. Bu kaçınma, filmin güçlü yanını oluşturuyor; çünkü filmin tartışma ekseni sorunun çözümü üzerine değil sorunun varlığını pür bir anlatımla ortaya çıkarma üzerine kurgulanıyor.
Share Button

Cristian Mungiu’nun Cannes’da en iyi yönetmen ödülü alan filmi Graduation, bir yönetmenin yaşadığı toplumu nasıl gerçekçi bir söylemle anlatabildiğinin en iyi örneklerinden. Aynı yönetmenin Beyond The Hills  (Tepelerin Ardında, 2012) filminde toplumsal eleştiri oklarını Ortodoks din anlayışına yöneltmesi ve 4 Months, 3 Weeks and 2 Days (4 Ay, 3 Hafta 2 Gün, 2007) filminde iki kadın karakter üzerinden toplumsal cinsiyet kodlarının ve kadın cinselliği üzerindeki toplumsal baskı mekanizmalarının (kürtaj yasağı gibi) sorgulandığı düşünüldüğünde; Mungiu’nun, yaşadığı toplumu bir sosyolog bakışıyla nasıl yetkin anlattığı anlaşılacaktır. Mezuniyet filminin başından sonuna kadar heyecanla takip edilen hikâyesi de, öylesine derin tartışmaları öylesine yalın bir gerçeklikle anlatılmış ki seyirci böylesi bir metinden kendi yaşamıyla ilgili sorgulamalara girmeden edemiyor.

Filmde doktor bir baba, kızının İngiltere’den kazandığı bursu kaybetmemesi için lise sınavlarında yolsuzluk yapmaya karar veriyor. Romanya’da resmi işlerde dönen torpil olayları ve toplumda yaşanan güvensizlik sorunlarının anlatıldığı film, kariyerini kendi hakkıyla kazanan babanın düştüğü çıkmazlar üzerine temelleniyor. Sınavdan bir gün önce saldırıya uğrayan kızının bir gün sonraki sınavından bursunu zora sokacak bir puan alması sonucu baba, lisenin müdürünü bir belediye görevlisine aratarak son sınavda kızı için gerekli notun verilmesini istiyor. Anne bu torpile karşı çıkarak kızının böyle bir yükle hayata başlamasının doğru olmadığını savunuyor.

Sanırım özetlenen hikâye çoğu seyirciye çok tanıdık gelmiştir. Türkiye’de de çoğu işin benzer torpillerle yürüdüğü düşünüldüğünde, özellikle Türkiyeli seyircinin filmle yakınlık kurması daha kolay hale geliyor. Fakat arada önemli farklar da yok değil. Torpil yapmaya karar veren baba henüz acemilikler yaşıyor. Durumu gerek kızına gerek eşine açıklarken çok zorluk çekiyor. Hatta kararını verdikten sonra eve giderken arabasını durdurarak ağaçlık bir alanda ağlıyor. Farklılıkta buradan kaynaklanıyor. Bizim ülkemizde torpil yaptıran, bu torpilden ya kimseye bahsetmemeyi seçer ya da yaptığı torpili kendi toplumsal konumunu güçlendirecek bir alana tahvil etmek için -yani ‘gücünü’ göstermek için- diğer insanların bu durumu bilmesinde bir sakınca görmez.

Filmde babanın torpil olayını meşrulaştırma biçimi de oldukça tanıdık. Kendisinin ülkesine bir şeyleri değiştirmek için gelmesi ama toplumda hiçbir şeyin değişmeyecek hale gelmesi babanın kızını bu ülkeden kurtarma söylemine eklemleniyor. Yönetmen bu meşruiyet alanını babanın eşini aldatması üzerinden dağıtıyor. Çünkü kızın İngiltere’ye gidecek olması, babanın bu ilişkisini daha rahat yaşayacağı bir düzlem kurma ihtimali taşıyor.

Toplumlar neden yozlaşır? Toplumsal yozlaşmayı engellemek ve toplumda adaleti tesis etmek için nasıl bir mücadele pratiği kurmak gerekir? Filmin gücü bu denli büyük sorunları, tartışmanın ana eksenine koymamasında yatıyor. Yönetmen büyük sorunları çözmek için öneri reçetesi sunmuyor ya da önerildiğinde belki daha büyük başka sorunlara gebe olabilecek yaklaşımlardan kaçınıyor. Bu kaçınma, filmin güçlü yanını oluşturuyor; çünkü filmin tartışma ekseni sorunun çözümü üzerine değil sorunun varlığını pür bir anlatımla ortaya çıkarma üzerine kurgulanıyor.

Pür anlatımdan kasıt filmin gerçekçiliğine yapılan vurguyla alakalıdır. Sinemada gerçekçilik tartışmasının kökü Rus biçimci Sergei Eisenstein’dan Andre Bazin’e kadar uzanan ve etkileri günümüz film koşullarını da etkileyen bir yapıda karşımıza çıkıyor. Tartışma temelde, kurgunun seyirciyi yönlendirecek bir etki yapıp yapmaması üzerine şekillenir. Eisenstein’in diyalektik kurgusu, olumlu yönlendirmelerle kitleleri toplumsal mücadelenin bir varyantı yapabilme zannını taşır. Bu yaklaşım, Bolşevik devriminin haklılığını, Rus köylüsüne anlatmak için çekilen filmleri, ajitasyon trenleriyle tüm SSCB’de gösterme girişimi olarak tezahür eder. Bazin’le başlayan gerçeklik tartışması ise, seyircinin algısına müdahale etmeyecek bir biçimselliğin olması gerektiği fikrinden kaynaklanır.

Günümüz sinemasında, bu iki yaklaşımdan çok daha farklı göndermelerle oluşturulan mekân algısı üzerinden gerçeklikle oynayarak, farklı gerçeklik kesitleri oluşturabilen bir imgesel sunuma haiz film üretimi ortaya konulmaktadır. Bu noktada David Lynch, David Cronenberg, Leos Carax gibi yönetmenlerin kaygan mekân sunumuyla farklı gerçeklik kesitleri oluşturdukları söylenebilir. Bu tartışma farklı bir yazının konusu olsa da Mezuniyet filminin gerçeklik yaklaşımını açmada bir kenara not edilebilir.

Gerçekçi anlatı oluşturma durumunun, yönetmenin üslubuna göre şekillenebilecek farklı yolları olsa da temel iki dinamikten bahsetmek gerekir: Birincisi, gerçekliğin seçilen imgelerle seyircide beklendik tepkileri oluşturacak duygulanımlar oluşturma yaklaşımıdır. Örneğin Bazin; Eisenstein ve Kuleşov’u montajı kullanarak gerçeklik imgeleminde yaptıkları değişimler nedeniyle, seyirciye verili olayı değil bir imayı sundukları için eleştirir. Bu durum seyirci duygulanımına bir müdahaleyi barındırır. İkincisi, imgeyi gösterdiği şeye eklemleyerek seyircinin algılamasına yapılacak müdahaleyi en aza indirmektir. Bazin’in Yeni Dalga filmlerini övmesi bu filmlerin imgeyi sunma biçiminin saf bir gerçekliğe gönderme yapmasıyla ilgilidir.

Mezuniyet filminde gerçekçi estetiğin kurulma biçimini ikinci yaklaşımla açıklayabiliriz. Filmin söylemi, toplumsal yozlaşmayı bir önerme pratiği içinde tartışmıyor. Yine filmin kurgusu seyirciyi bir sonraki sahneyle ilgili bir duygulanıma sokmuyor. Sahneler tekil olayların kendi iç nedenselliği içinde sıralanıyor. Üslup bu şekilde oluşturulunca seyirci toplumsal yozlaşmayı engelleyici önermeler yerine kendi yozluğunun içsel bir tartışmasına sürükleniyor. Hikâye üzerinden bir duygulanım kurulursa, seyirci film anlatısıyla kurduğu ilişkisini filmin söylemiyle sınırlandırabilirken gerçekliğin pür varlığına şahitlik seviyesinde yaklaşan seyirci eleştirelliğini dışsal yargılamalar üzerinden değil içsel varoluşu üzerinden oluşturur.

, , , , , , , , , , ,

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir