Konu cinsel yönelimler olduğu zaman toplumun tüm tabakalarına sinmiş bir riyadan bahsetmek mümkün. Cinsel yönelimlerdeki çeşitliliğin bütün bir tarih boyunca toplumların neredeyse tamamında büyük aşamalar kat edemediği, bunu kabul etmiş toplulukların ya da yerel yönetimlerin marjinallikle suçlandığı bir dönemden geçmeye devam ediyoruz. 21. yüzyılın ifade açısından insana verdiği sınırsız olanaklarda dahi, kendilerini ifade eden eşcinsel bireylerin söylemlerini yok sayan ya da bu olguyu örtmek adına birçok kisve altında baskı yapan toplumun bireylerinin ve seçilmiş iktidarların ahlaktan bahsetmelerinin manidar olduğunu düşünüyorum. Normal olanın doğru, statükonun vazgeçilmez olduğu iktidar yönetimlerini desteklemekten geri kalmayan taşra kurnazı, her devrin adamı çalışanlardan fazlasını beklemek zorunda olmanın acı bir tarafına katlananları; en azından dinleme zahmetine katlanmaları gerekiyor. Öyle ki toplumun ötekileştirme, şiddet ve yok sayma ile hiçbir olgunun ortadan kalkmayacağının farkına varması gerekiyor.
Ötekileştirme olgusuna bakarken konuyu sinemaya çekmek açısından odak noktası olarak “bakış”ı ele almak daha doğru bir tespit olacaktır. Çünkü farkındalığın artması için bakışın önemli olduğunu düşünmekteyim. “Bakmak, kendi içinde güç ilişkilerinin ve iktidar örüntülerinin düzenlenebileceği ve görmenin niyetli bir biçimde kullanıldığı bir durum haline dönüştüğünde artık bakmaktan değil “bakış”tan söz edilir.” (**) Bu çıkarımdan yola çıkarsak bakma eylemi cinsel yönelimler açısından bakışa dönüşmüş durumdadır. Aradaki fark, konu cinsellik olduğunda bu bakışın hazza dayalı bir farklılık göstermesinden ibarettir. Heteroseksüel bir bakış açısında eşcinsel bir ilişki bir haz nesnesi değildir. Ancak bu durumun onu ayıplayacağı ya da ötekileştireceği anlamına da gelmemesi gerekir. Hatta birçok kişi tarafından kendine yakıştırmadığı bir “iğreti” olarak görülmektedir. Ancak bu dışavurum bile ikirciklidir. Erkek eşcinselliği ataerkil toplumlarda bir tabu iken bir yanıyla da oldukça yaygındır. Kapalı toplumların kol kırılır yen içinde kalır mantığı gütmeleri ikiyüzlü bir yaklaşımın dışa vurumudur. Bakış, kadın eşcinselliğinde ise daha ahlaksız boyuta taşınır. Kendilerini ilişkide eksik nokta olarak tanımlayan erkek bir nevi bu ilişkiye pornografi gözüyle bakar. Her iki açıdan da eylemin tarafı haline gelmeleri manidardır. Bir tarafta kin ve nefret içerirken diğer tarafta kendini içine konumlandırdığı bir pornografi nesnesidir.
Queer Sinema’yı tanımlamak
David Bordwell ve Noel Carrol’ın birlikte hazırladıkları Post-Theory, Reconstructing Film Studies adlı derleme çalışmalarının girişinde sinema kuramlarına ilişkin olarak 1970’lerde semiyotik, psikanaliz, metinsel analiz yönteminin ve feminizmin öne çıktığını, 1980’lerin sonlarında ise post yapısalcılık, post modernizm, çok kültürcülük ve kimlik politikalarının ön plana çıktığını söylemektedirler. (***) Bu oldukça etkili bir tespittir. Queer Sinema’yı tanımlarken kimlik politikalarını ve post yapısalcılığı yok saymak mümkün değildir. Queer’in 80’lerin sonunda bir aşağılama olarak kullanılırken, 90’ların başında cinsiyet normları dışında olanlar tarafından pejoratif anlamıyla birlikte sahiplenilmiş (****) olması da manidardır. Kendilerine edilen küfrü değişime tabi tutup işin özünü açıklamak için kelimenin içeriğine yapılan bir meydan okumanın sinemadaki karşılıklarına bakmaya çalışalım: Farklı cinsel yönelimlere sahip kişiler sinema tarihi boyunca filmlerin içlerinde yer almışlar ancak genel olarak belli stereotipler etrafında çizilmiş olmalarından dolayı bırakın farkındalık uyandırmayı, ötekileştirmeyi körüklemiştir. Ana akım sinemanın eşcinsel karakterleri izleyiciye sunuş biçimi oldukça sorunludur. Depresif, frapan, intihara meyilli, gülünç, acınacak ve korkulacak şekilde kendilerine yer bulmuşlardır. Sansürün etkisiyle 70’lere kadar sinemada belirli kalıplar dışında birey olarak eşcinsel karakterleri görmek neredeyse imkânsızdır. Ancak 70’lerin ortalarından itibaren Werner Fassbinder, Derek Jarman, Pedro Almodovar gibi daha çok Avrupa Sineması’nda Queer Sinema görünür olmuştur. Yeni Queer Sinema 90’larda; film ile popüler kültür teorisi ve eleştirisindeki kullanımı bağlamında ortaya çıkmıştır. Gus Van Sant, Tom Kalin, Todd Hayes gibi yönetmenler ve daha çok bağımsız yapımlar ile desteklenmiş ve genel izleyici kitlesine ulaşmıştır. Özellik Gus Van Sant’ın My Own Private Idaho’da star sistemini Queer Sinema içine dahil etmesi 90’ların başında görünür olma açısından oldukça önemlidir.
Sinemanın düşünsel anlamda bir bakış eylemi olduğunu söyleyebiliriz. Öyle ki izlediklerimizi düşünmeye başladığımızda, izlediklerimiz edilgen bir eylemden çıkmaktadır. Bu dinamik düşünme eyleminin yukarıda bahsetmeye çalıştığım ötekileşmenin -en azından sanat, edebiyat, sinema alanlarında- aşılmasını bir noktada kolaylaştırıcı, bir yanıyla ise zeminin kaygan olması -yaftalanma- sebebiyle zorlaştırdığını düşünüyorum. Burada öğretilmiş doğruların devreye girmesi, insanın bilmediğinden korkmasının da etkisi büyük. Örneğin Ang Lee’nin yönettiği Brokeback Mountain (Brokeback Dağı) etrafında kopan onca fırtınanın sebebi de buydu. Erkekliğin simgesi kovboylar kuşkusuz ki heteroseksüel toplumun bir yansımasıydı. Bunların son derece eril iki aktör tarafından canlandırılması da alışılmışın dışında bir eylemdi. Ayrıca biseksüellik gibi farklı cinsel yönelimler de barındırıyordu. Bunun izleyicilere empati yapma / anlama ihtimaline dönüşmesi ise tabuya vurulmuş bir darbeydi. Doğal olarak muhafazakâr kesim tarafından tepki topladı. İçerik olarak çok eleştirmiş olmalarına rağmen sinemasal referansları açısından filmin etkileyici olması kafa karışıklığını arttırdı. Eşcinsel sinema olarak bir nevi kırılma olarak tanımlayabileceğimiz bu filmden sonra özellikle bağımsız projelerde aradaki sınırları muğlaklaştıran oldukça cesur filmler ortaya çıkmaya başlaması; örtülü ya da eşcinsel göndermeli filmlerin yerine Queer Sinema’nın ayaklarının daha net yere bastığını söylemek mümkün.
Bu bağlamda Queer Sinema’nın varoluş mücadelesinin özelikle 2000’li yıllarda daha hız kazandığını, belirli kalıpların dışına çıkılmasıyla toplumun bir kısmında farkındalık yaratıldığının altını çizmek gerekir. Ayrıca bir diğer önemli nokta da artık farklı cinsel yönelimden aktivistlerin seslerinin daha çok duyulmaya başladığıdır. Gezi protestolarındaki LGBTT bireylerin yaratmış olduğu farkındalık bu sene düzenlenen Onur Yürüyüşü’ne 20.000’den fazla katılımcı olmasına sebep olmuştur. İstedikleri ise farklı bir muamele değil, toplumun kendilerini kabul etmesidir. Görüldüğü gibi panik yapmaya ya da yaftalamaya gerek yok.
(*) Onur yürüyüşü sloganlarından biri
(**) Serpil Kırel, Kültürel Çalışmalar ve Sinema, Kırmızı Kedi Yayınevi
(***) Sinema Kurumları 2, Editör Zeynep Özarslan, Su Yayınevi
(****) Şeyda Öztürk, Cogito Sayı: 65-66, Cinsel Yönelimler ve Queer Kuram, YKY
İşletme ve Finans lisans mezunu, Sosyoloji öğrencisi. Kendi blogu ve DVD+ dergisi forumundan sonra sinema yazılarını yayınlamaya Sinemaximum sitesi ile başladı. Daha sonra yaklaşık 2 yıl Türkiye’nin ilk online sinema dergisi Sinemalife’da Düş Perdesi ve Ev Sineması bölümlerini yürüttü. Kanal D Home Video DVD dergisinde yazdı. Temmuz 2013’de Cineritüel ekibine katıldı. Philip Morris Ezd kanalında Planlama ve Analiz bölümünde çalışmaktadır.