- Aile olgusunun kendisine, tüm farklı ilişkilerin (çok eşlilik, çekirdek aile, boşanmış çiftler) diğeri tarafından olumsuzlanmasına, etiğe dayalı doğruculuğa ve en temelde de hata kabul etmeyen otoriteye -babaya / erkeğe- dair en keskin eleştirilerini sunan Force Majeure, ekseriyetle şunu haykırıyor: Önce kendini tanı!
İnsanları sıradan ve olağanüstü olmak üzere ikiye ayıran, kendini dâhi olarak gören ve içinde bir deha barındırdığı tezine dayanarak gayeleri uğruna cinayet işleyenlerin suçlu sayılmayacağını düşünen Raskolnikov’un, aslında bir dâhi olmadığını öğrenmesi ile yaşadığı yıkıma çoğumuz şahit olmuşuzdur. İşlediği suçu meşru kılmak adına yarattığı tüm sebeplere karşın günahının farkına varmış ve bunun gazabını çekmiştir. Dostoyevski’nin, karakterini oluştururken onu başta aklıyla, daha sonra duyguları ile hareket ettirmesinin de akıl-duygu diyalektiği ile yakından ilgisi var; çünkü insanı bir bütün olarak ele almıştır. Peki, Raskolnikov’un bu bütünlüğü tanıma -kendini bulma- seyri neden akıldan duyguya doğru bir rota izlemiştir? Sanırım bu sorunun cevabını George Lukacs’ın Dostoyevski hakkındaki incelemesine başladığı Robert Browning alıntısı olan “ruhumu sınayacağım” ibaresinde aramak en doğru izlek olacaktır.
Ruhu sınamayı kendini tanıma olarak yorumlayabilir ve bu ilk karşılaşmanın “ben”den insana doğru ilerlediğini söyleyebiliriz; çünkü insanı salt düşünen bir varlık olarak ele alırsak ve duygulanan özelliğini geri plana itersek elde kalana insan değil, “ben” denir. İlişkilerin seyri de bu yöndedir: “Ben”in iktidarlığından duygusal fırtınalar nedeni ile kendini tanımaya uzanır. Ruben Östlund’un Force Majeure / Turist filmini izlediğim ilk andan itibaren aklımın bir köşesinde Raskolnikov’un kendini tanıma seyri ve ruhun sınanması olgusu var. Çünkü film boyunca, Fransız Alpleri’ne kayak tatiline giden ve konformist yaşamın tüm devinimlerine sahip bir çekirdek ailenin kendilerini ve ilişkilerini tanıma seyirlerine anbean tanıklık ediyoruz; ve bu tanıklık, içinde birden çok yüzleşmeyi barındırıyor.
Gnothi Seauton (Kendini Tanı)
Kendilerinden hiçbir şüphe duymayan insanlar, birbirleri ve başkalarının ilişkileri hakkında hiçbir bilgiye sahip olmadan yorum yapmaktan büyük haz duyarlar; çünkü onlar için kendilerini var etmenin en başat öğesi, insanı tanımaktır. Fakat unuttukları şey, başlıkta da belirtmiş olduğum ve Delphi’deki Apollon Tapınağı’nın girişinde altın harflerle yazılmış olan sözle birbirlerini gerçekten tanıyabilecekleridir: Gnothi seauton (Kendini tanı). Bir insanın düşünce ve duygularının, başka bir kişinin düşünce ve duyguları ile aynı olabileceği durumunu algılaması için, içinde bulunduğu şartlar anında neyi, niçin yaptığını düşünmesi yeterli olacaktır. Burada mevzu bahis olan korku gibi herkesçe aynı olan duygulardır, korku duyulan nesnelerin farklılığı değil. İşte Östlund’un Force Majeure / Turist filmi de tam olarak bu bahsettiklerim üzerine anlatısını kuruyor: Korkunun ne zaman ve hangi durumlarda ortaya çıkacağını göz ardı eden anne ve babanın, koruyucu ebeveyn rollerini terk edemeyecekleri etik kuralı ile karşılaşmaları ve çevrelerindeki kişilerin kendi problemleri hakkında ne düşündükleri ile ilgilenerek aslında onların görüşlerinden ziyade ilişkideki otoritelerine / kendi doğrularına destekçi aramaları… Anne ve babanın düşünce ve duygu benzeşmesini korkuları temelinde ele almamın nedeni; korkulan nesne farklı olsa da filmdeki kırılma noktasının yaşandığı babanın korkusunun ortaya çıktığı an ve filmin sonunda annenin korkusunun ortaya çıktığı anda aynı reaksiyonda bulunmuş olmaları: Koruyucu ebeveyn rollerini unutmaları. Diğer olanın, içinde bulunduğu durumlar hakkında kendi mantık ve düşünceleri çerçevesinde fikir beyan eden destekçilerin, -nasıl da hepimiz insanı tanıyoruz şovları- kendi ilişkileri mevzu bahis olduğunda benzer problemlere takılıp kaldıklarına da kan dondurucu bir tebessüm ile şahit oluruz. Kan dondurucu tebessüm diyorum; çünkü perdede izlenen durum karşısında atılan her kahkaha sonrası “neden gülüyorum?” diyerek kendimize kızabiliyoruz. Perde ile seyirci arasındaki mesafe, perdedekinin ben olduğu düşüncesini bertaraf edemiyor. Seyirci kendinden şüphe duymaktan vazgeçtikçe perdede kendinden şüphe duymayan insanı anlamanın mümkün olmadığı gerçeğine ulaşıyor; ki tebessümün nedeni de bu. Fakat normal hayatında çoğu kez tıpkı perdedeki gibi kendinden şüphe duymadığının bilincine eriştikçe de kendine kızıyor. Östlund’un filmde ulaştığı başarı da seyircide bu rahatsız ediciliği en yalın şekilde oluşturabilmesi.
Devam edelim; Mecelle’nin ilk 99 genel hukuk maddesinden biri de “Mâni zail olunca memnu avdet eder”dir. Yani var olan bir engel nedeni ile uygulanmayan bir hüküm, engel ortadan kalkınca yürürlüğe girer. Hukuk terminolojisine göre tam karşılığı bu olsa da, halk arasında “yapmış olduğu bir eylemin hata olduğunu anlayan birinin, bu eylemi devam ettirmemesi gerekir” anlamı ile kullanıldığını da görürüz. Filmdeki zıt iki kutuptan biri olan babanın yaptığı hata ve hata sonrası takındığı tutum ile, annenin hata ve pişmanlığı yaşayan babaya karşı takındığı tutumun aynılığını en iyi bu cümle ile izah edebiliriz. İkisi de yaptıklarının yanlış olduğunun bilincine varıyor ama bu yanlışı kabullenmenin mümkün olmadığı da ortada. Çünkü yukarıda da bahsettiğim gibi ilişkilerin seyri “ben”in iktidarlığından kendini tanımaya doğru seyreder. Baba açlığın verdiği çaresizlikle tüm gücü ile çevresine saldıran aç bir kurt gibi ilişkideki iktidarının zedeleneceği korkusu ile en büyük dayanağı yalana / kabullenmemeye sarılmışken, anne hata karşısında kuşanılan insanın en büyük günahı olan kibri, pişmanlık karşısında da sürdürerek iktidarı sallanan bireyin tek sarıldığı gerçekliğe yönelir. Burada bir duraksadık değil mi? Çünkü yüzleşme şimdi başlıyor. Ne demiştik yukarıda? Kendinden şüphe duymayan insanı anlamak mümkün değil, evet; kişi en kötü olandan nasıl bir farkı olduğunu hissediyor ki şüpheye mahal vermiyor? Babanın ilk andan itibaren hatasını kabul etmeyip haklı olduğunu düşünmesi, Raskolnikov’un kendini dâhi sanmasından farklı değil. Aynı şekilde annenin, babanın korkusu karşısında hiç şüpheye mahal vermeyip olayın ilk anından itibaren pasif-agresiflik sergilemesi de (pişmanlığı göz ardı etmesi) babanın hatasını kabul etmemesi kadar şiddet içeriyor. Bu noktada Suç ve Ceza romanına geri dönerek kitaptaki o kadim soruyu hatırlayalım o zaman: Acıyı üstlenmekle, suçu yarı yarıya temizlemiş olmuyor muyuz?
Ruhu Sınama, Yıkım
Yönetmenin film boyunca tatil yerindeki çeşitli nesnelerin tekrar eden hareketliliğini göstermesi ve bu tekrar eden nesne hareketliliği karşısında insan ruh hallerinin değişimini buna paralel olarak anlatması hikâyenin bir diğer güzelliği. Sonuçta duyguların da aynı hareketini sürekli devam ettiren nesneler gibi sabit kalmasını bekleyebilir miyiz? Hayır. Peki, hareketsiz olan bir nesnenin başka bir şeyin dürtmesi olmadan harekete geçmeyeceğini söyleyebilir miyiz? Evet. Son söylediğim duygular için de geçerlidir. Her ne kadar hareket halindeki nesnelerin hareket eksenleri boyunca sabit kalmasını duygular ile bir tutamıyorsak; hareketsiz haldeki nesnelerin harekete geçmesi için gerekli olan dürtmenin duygular için de bir o kadar geçerli olduğunu söyleyebiliriz. Herhangi bir film, kitap ve deneyim sonrası, önceki ve sonraki “ben”in -ben ekseninde duyguların- değişmesinin nedeni de budur. Az önce hatalardan ve pişmanlıklardan söz etmiştim; tekrar birbirine eklemli bu iki en doğal olguya geri dönelim. Kimsenin bir denek rolünü üstlenmeyeceğinin peşin kabulü ile, beraber büyümenin bir dizi hata ve pişmanlıkları yaşamayı gerektirdiğini neden unutuyoruz? “Öğrenmenin yaşı yoktur” gibi kimilerine pek klişe gelebilecek ama gerçekliğini ve gerekliliğini asla yitirmeyecek bir cümleye sırtımı dayayarak, kendimiz ile ilgili birçok şeyi, birlikte olduğumuz birileri ile yaşadıklarımızın sonucu öğrendiğimizi düşünüyorum. Çünkü sahip olduğumuz tüm düşünce ve duygulanımı değiştirecek etmen, kendimizi fark etmemizi sağlayan birlikte olduğumuz ya da beraber büyüdüğümüz kişilerdir. İlişkilerin karşılıklı etkileşim ve değişim içermediğini kim söyleyebilir ki? Peki, karşıdakinin etkinliği ile kendini fark etme cesaretini gösteren insan, bu yüzleşmeyi kaldırabilir mi? Hayır. Çünkü yıkım bu anda başlar. Babanın duygu fırtınası yaşaması için annenin tek bir dokunuşu yetiyor ve o andan sonra baba “ben”den insana doğru seyrini tamamlıyor. Fakat bu seyir bir kurtuluş olmadan önce sürekli kaybediş halidir. Akıl ya da duygu, hangi taraf baskın olursa olsun, baba hep kaybedecektir. Çünkü bu seyir takip edilmesi en zor düzlüktür: Ruhun sınanması. Raskolnikov nasıl kendini mutlak haklılık içinde görmesine rağmen günahkâr olduğunu fark ettiyse, baba da aynı şekilde günahı ile yüzleşmiş ve bunu kabul etmiştir. Bu ruhsal acı da onların en büyük kefaretidir. O zaman tekrar soralım: Acıyı üstlenmekle, suçu yarı yarıya temizlemiş olmuyor muyuz?
Aile olgusunun kendisine, tüm farklı ilişkilerin (çok eşlilik, çekirdek aile, boşanmış çiftler) diğeri tarafından olumsuzlanmasına, etiğe dayalı doğruculuğa ve en temelde de hata kabul etmeyen otoriteye -babaya / erkeğe- dair en keskin eleştirilerini sunan Force Majeure, ekseriyetle şunu haykırıyor: Önce kendini tanı!
Kaynaklar:
1) Dostoyevski, Fyodor Mihayloviç, Suç ve Ceza, Bordo Siyah Yayınları, 2013
2) Hobbes, Thomas, Leviathan, YKY, 2007

Kimya Mühendisliği mezunu. İnovasyon, Girişimcilik ve Yönetim bölümünde başladığı yüksek lisans eğitimini bırakarak Marmara Üniversitesi’nde sinema yüksek lisansına başladı. Çeşitli film festivallerinde görev almasının yanı sıra İnönü Üniversitesi Kısa Film Festivali’nin yürütmesini yaptı. Cineritüel sitesinin kurucusu ve yazarı.