Film Festivalleri Üzerine Birtakım Düşünceler – Parola: Ticaret; Hedef: Seyirci

Film Festivalleri Üzerine Birtakım Düşünceler – Parola: Ticaret; Hedef: Seyirci

Share Button

– “Uzun Uzun Yürüyen Adamın Taşraya Dönüşünün Tek Plan Çekimi” filmini seyrettin mi?
– Evet, festivalde seyretmiştim.

Sinema hakkında konuşurken lafı bir şekilde döndürüp dolaştırıp film festivallerini takip ettiğine ve seyirci olarak bu organizasyonlara aktif katıldığı vurgusuna getiren birileri mutlaka sizin de çevrenizde vardır. Hatta Sezen Aksu’ya Sezen, Okan Bayülgen’e Okan diyenler gibi, festivalin adının özellikle belirtilmesine gerek duyulmadan sadece “Festival” diye ifade edildiğine de şahit olmuşsunuzdur. Laf arasında festival takipçiliğini bir övünme aracına dönüştüren insanlar kimilerine itici gelir, kimileri bu duruma alışkındır ve önemsemez, kimileriyse bir sonraki fırsatı kaçırmayacak ve gelecek sefer daha hızlı davranarak sohbetin “festivalci kimliği” ile övünen kişisi olacaktır. Burada üzerinde durulması gereken nokta, bahsi geçen bireysel davranıştan ziyade, bireyleri “böyle” davranmaya iten film festivallerinin zaman içinde kazandıkları yeni görünümler, genişleyen etkinlik alanları; yani değişen işlevsellikleridir. İşte bu yazıda festivallerin bu değişen işlevleri üzerine biraz birlikte düşünelim.

Tarihin ilk film festivali 1932 yılında Venedik’te düzenlendiğinden bu yana dünya genelindeki film festivallerinin sayısı o kadar hızlı arttı ki Movieline dergisinde listelediği alaycı ama düşündürücü 100 sorunun birinde şöyle soruyordu David Thompson: “ABD’de film festivali düzenlenmeyen 5 şehir sayabilir misiniz?” Kimsenin adını dahi duyamayacağı filmler için gösterim olanağı sağlayan ve bu filmleri geniş kitlelerin beğenisine sunarak ana akıma alternatif bir seyir imkanı yaratan film festivallerine – haklı olarak – sinema yapanlar ve seyredenler için özgürleştiricilik payesi atfedilir. Kendini bağımsız sinemacı veya sinefil kabul edenlerin film festivallerine çok şey borçlu olduklarını yadsımak mümkün değil. Peki, 1937 yılında Mussolini yönetimindeki İtalyanların Venedik Film Festivali’nde büyük ödülü Jean Renoir’nın Harp Esirleri’ne (La grande illusion, 1937) vermemelerinin ardından Fransızların faşizme isyan bayrağı açarak Cannes Film Festivali’ni düzenlemeye başlamaları ve bu sayede sinemada bir özgürlük alanı olarak film festivallerinin kullanılmaya başlanmasından bugüne neler değişti? Film festivalleri sayıca gitgide çoğalırken, özgürleştiricilik işlevinin yanına hangi yeni işlevler eklendi? Hangileri öne çıktı, hangileri zaman içinde geride kaldı?

Bugün yeni bir festival düzenlerken yapılması zorunlu olan şey kendini diğer binlercesinden farklılaştırabilmektir. Kopenhag Gece Filmleri Festivali tüm gösterimlerini gece yarısından sabah 6’ya kadar yapıyor. Altın Şövalye Slav Filmleri Festivali (Kiev), Slav kardeşliğini ve Ortodoks Hıristiyan değerleri öne çıkarıyor. Delilikle Randevu (Toronto), akıl hastalıkları ve mitler üzerine filmler gösteriyor. Camerimage (Bydgoszcz), sinemanın sinematografi alanına odaklanıyor. Fantazya Uluslararası Film Festivali (Montreal), Dans Filmleri Festivali (Londra), Sessiz Filmler Festivali (San Francisco), Uluslararası Bıyık Filmleri Festivali (ABD), Dağ Filmleri Festivali (Bursa), Deniz Filmleri Festivali (Bodrum), Balkan Film Yemekleri Festivali, Uluslararası Rastgele Filmler Festivali, Bisiklet Filmleri Festivali, kadın filmleri, LGBT filmleri, işçi filmleri, insan hakları filmleri, mülteci filmleri, animasyon filmleri, belgesel filmleri… Hala gözden kaçanlar mı var? Öyleyse; alın size, Roger Ebert’in Gözden Kaçanlar Film Festivali! Film festivallerinin bu kadar çeşitli olmasının tek sebebinin, ana akım dağıtımcıların ve sinema salonlarının dünyanın dört bir tarafından filmleri seyirciye ulaştırmakta yetersiz kalması olduğunu düşünmek saflık olur. Nasıl ki sinemada janrlar filmleri kategorize edip video, DVD mağazalarında veya online film izleme sitelerinde benzer filmleri aynı bölüme yerleştirerek müşterilerin daha hızlı alışveriş yapmasını sağlamaktan başka bir şeye yaramıyor; işte film festivalleri de bu çeşitliliği bir ölçüde aynı ticari amaca borçlu.

Bisiklet sevenler, sizi şöyle alalım; insan hakları savunucuları, sizi diğer tarafa; bıyıklılar, sizi de unutmadık (!)

Festivallerin ticariliği sadece bununla sınırlı sanılmasın. Seçilmiş eleştirmenler ve gazetecilerin davet edildiği, endüstrinin öncülerinin bir araya toplandığı festival ortamları kamuoyu yaratmak için en cazip yerlerdir. Bu olanağı iyi değerlendiren dağıtımcılar için az masrafla çok reklam yapmak işten bile değil. Hatta film festivalleri sayesinde PR bütçesinden o kadar çok tasarruf edilebilir ki bu olanak sadece kısıtlı bütçeye sahip dağıtımcıları değil; en büyükleri bile cezbeder. New York Times’a verdiği demeçte bunu açıkça söylüyor Sony Pictures Classics’ten Tom Bernard: “Gidebildiğimiz kadar çok festivale gideceğiz. Film festivalleri bize alternatif bir PR evreni sunuyor; milyonlarca dolar tasarruf etmemizi sağlıyor.” Ve milyonlarca dolar kazandırıyor diye ekliyor Kenneth Turan. 2002 yılında yazdığı kitabıyla hala film festivalleri üzerine yapılmış en kapsamlı araştırmalardan birini sunan Turan; festivallerin sağladığı reklam olanağına en iyi örneğin, yapımcı ve dağıtımcıları arasında Sony’nin de bulunduğu Kaplan ve Ejderha (Crouching Tiger, Hidden Dragon, 2000) olduğunu söylüyor. ABD’de 100 milyon dolardan fazla hasılat elde ederek altyazılı filmler arasında gişe rekoru kıran film, Cannes’daki görkemli dünya prömiyerinin ardından, kanaat önderlerinin favorisi olan Telluride’da kısa bir mola vermiş ve finali Toronto’nun gıpta edilen seyirci ödülünü kazanarak yapmıştı. Haliyle, yolun sonunda kendisini dört Oscar’ın bekliyor olması pek de sürpriz değildi. Aslında tek başına bu örnek bile ana akımın kalesi olan Hollywood ile alternatif, bağımsız, özgür ve daha nice sıfatla donatılan film festivalleri çevresinde oluşmuş sinemanın birbirine ne kadar yakın olduğunu göstermek için yeterli. Yine de biz festivaller üzerine düşünmeye biraz daha devam edelim.

Her yıl en kötülerin ödüllendirildiği Razzie ödüllerinin Oscar’dan hemen önce dağıtıldığını herkes bilir. Peki, Fransız porno endüstrisinin 90’lı yıllarda verdiği Hot d’Or ödüllerinin de Cannes’la aynı zamana denk geldiğini biliyor muydunuz? Veya Cannes ve Hollywood yıldızlarının lüks malikanelerine ev sahipliği yapmasıyla ünlü Beverly Hills’in kardeş şehirler olduğunu? Roberto Benigni’nin Hayat Güzeldir (Life is Beautiful, 1999) ile Oscar kazandığında koltukların üzerinde çılgınca yürüyerek sahneye çıkması ve aynı filmle Cannes’da büyük ödülü kazandığında ödülü kendisine takdim eden Martin Scorsese’nin ayaklarına kapanarak sergilediği aşırı sevinme hali arasındaki benzerliği düşününce, Oscar ve Cannes arasındaki ayrım biraz daha ortadan kalkıyor. Bazı sinemaseverler Oscar’ı aşağılayıp Cannes’ı yüceltirken, onların sevdiği sinemayı yapanların her ikisine de aynı mesafede olması bizi biraz ironik bir durumla karşı karşıya bırakıyor. Şöyle hızlıca bir baktığımızda, son on yılda Cannes jürisinde yer almış Hollywood’un yıldız isimleri saymakla bitmiyor: Steven Spielberg, Robert De Niro, Sean Penn, Coen Kardeşler, Nicole Kidman, Jude Law, Tim Burton, Natalie Portman, Sienna Miller, Sofia Coppola, Kirsten Dunst, Kate Beckinsale…

Yetmiş bin nüfuslu Cannes şehrinde düzenlenen dünyanın bu en büyük film festivali o kadar talep görüyor ki festival sırasında şehrin nüfusunda yaklaşık yüzde elli artış yaşandığını söylüyor Kenneth Turan. Bu noktada film festivallerinin bir turizm modeli yaratarak bambaşka bir ticari saha da açtığı aşikar. İşin içine film pazarları ve fonlar da girince, festivallerde dönen ticaretin hacmi arttıkça artıyor ve o andan sonra sanatın üstünü kalın bir ekonomik kapitalle örtüp altta yatanın gerçekten sanat olup olmadığını sorgulanmaz yapıyor.

Aslında Cannes nezdinde, tüm film festivallerinde yapılan şeyin yüksek sanat ambalajı satmaktan ibaret olduğunu söyleyebiliriz. Tabii bu, işin sadece ticari boyutu; bir de politik boyutu var.

Film festivalleri, Hollywood’a rakip olmak isteyen ulusal sinemalar için alan açar. Özellikle Fransa, kendi ulusal sinemasını dünya çapında görünür kılmak için film festivallerini kullanan ülkelerin başında geliyor. Onun dışında Güney Kore, İran ve hatta Türkiye sinemasının da kendilerini dünya çapında görünür hale getirmek amacıyla (uluslararası) film festivallerini etkin kullandıkları inkar edilemez. Bazı festivallerse işin ulusallık boyutunun ötesine geçip doğrudan güncel politikaya angaje olabiliyor. Örneğin; Saraybosna’da kuşatmanın devam ettiği 1995 yılında, savaşın yaralarını sarmak ve toplumun moralini yükseltmek için aranan kan Saraybosna Film Festivali’nde bulunmuş ve devletin açıkça desteklediği festival ilk kez bu amaçla düzenlenmişti. Hatta iki yıl sonraki festivalin açılış konuşmasını yapan başbakan Haris Silajdžić, “Bu, Saraybosna için büyük bir şans. Saraybosna’nın ruhunu öldürmek isteyenler başarılı olamadılar,” diyerek güncel politika ile festivalin arasındaki bağı vurguluyordu. (bkz. Kenneth Turan, Sundance to Sarajevo) Bugün Avrupa’nın en büyük festivallerinden biri olan Berlin Film Festivali ise Soğuk Savaş yıllarında ilk kez Bonn Cumhuriyeti’nin politik bir hamlesi olarak başladığında, diğer film festivalleri gibi ana akımın gözden kaçırdığı filmleri öne çıkararak kültürel çeşitliliği artırmayı önemsemiyor, ülkenin kalanındaki sinema salonlarında halihazırda gösterilmekte olan ticari filmlerden bir program oluşturarak Batı Berlin’in anavatanla bağını güçlendirmeyi ve uluslararası pazarda öne çıkmayı amaçlıyordu. Bugün Berlin Film Festivali bu politikayı sürdürmüyor olsa da festivalin başka bir politik ajandası olduğunu görmek pek zor sayılmaz.

Film festivalleri ve politika ilişkisi, içine girince tartışma çıkması zor bir labirent haline geliyor. O nedenle tartışmayı uzatmadan sadece öz bir izlenim yaratmakla yetinelim şimdilik ve sadede gelelim.

Devlet destekleri, üretim, dağıtım, gösterim koşulları, yerel ve küresel dinamikler, seyirci beğenisi, film eleştirmenleri ve gazetecilerin yaklaşımı, fonlar, film pazarları ve daha birçok eklemlenmeyle bir sistem oluşturan ve festival sineması kavramını hayatımıza sokan film festivalleri, sahip oldukları kültürel kapitali ekonomik kapitale dönüştürmede ve bu sayede prestij kazanmada sonsuz marifete sahipler. Öyle ki bu prestij daha da belirginleşsin diye film festivalleri kendi aralarında sınıflara dahi ayrılıyor. Cannes, Berlin, Toronto, Venedik, Sundance ve Rotterdam’ı Locarno, Karlovy Vary, Tribeca, SXSW ve San Sebastian’la aynı sınıfa koymayarak festivaller arasında hiyerarşi yaratan kriterler; dolaylı olarak filmler arasında da hangi festivale katıldığına göre bir hiyerarşi yaratıyor ve kendince prestij dağıtmış oluyor. Prestiji katmanlaştırmada bu kadarının yeterli olmadığı noktadaysa, altın kalıplarına dökülen kültürün palmiye, aslan, ayı, portakal, koza, lale biçimlerini alarak cisimleştirilmeleri sayesinde her festival ödüllendirme sistemini devreye sokarak kendi içinde de filmlere prestij dağıtma olanağı buluyor.

Söz konusu film festivalleri olduğunda, kültürel hiyerarşi sadece festivaller arası veya filmler arası yatay düzlemlerde değil; festivaller ile seyirci arasındaki dikey düzlemde de gözlenir. Kendisine atfedilen özgürleştiricilik payesi sayesinde, film festivallerinin filmler arasında paylaştırdığı prestij, seyircinin özgürleşmek için hangi filmleri seyretmesi gerektiğine işaret eden bariz bir üstten bakış taşımaktadır aslında. Özgürlüğü film festivallerinin inisiyatifine kalmış sinemaseverin vay haline!

Şimdi en başa dönelim; seyirciyi “festivalci kimliği” ile övünmeye iten şey nedir?

Sinemada bir özgürlük alanı olarak ortaya çıkan ve kültürel kapitalini bu noktadan sağlayan film festivallerinin bu kültürel kapitali ekonomik kapitale çevirerek birer prestij arenasına dönüşmelerini terazinin bir tarafına koyduğumuzda, terazinin diğer tarafındaki seyircinin cebindeki parayla festivale bilet alarak – yani, ekonomik kapitalini kültürel kapitale çevirerek – bu devasa prestij pastasından payına düşeni almak istemesinden daha doğal ne olabilir ki? Eğer en iyi festival en prestijli olansa, en iyi festival seyircisi de en çok kendiyle övünendir.

Not: Bu yazı ilk olarak Rabarba Sinema Dergisi’nin 3. sayısında yayımlanmıştır.

, , , , , , , , , , ,

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir