Faysal Soysal ile Söyleşi: “Ahlak, Kaydırmalı Bir Çekimdir”

Üç Yol‘dan (2013) sonra gelen ikinci uzun metraj filmi Ceviz Ağacı (2020) ile beğeni kazanan şair ve yönetmen Faysal Soysal ile sinema, edebiyat, şiir ve yeni filmi üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik. Sinema yüksek lisansınızı Tahran Sanat Üniversitesi’nde yaptınız. Şiirle kurduğu ilişkiyle, akan planlarıyla ve derin anlatımıyla apayrı bir yerde duran İran sinemasının ve yüksek lisans deneyiminizin sinemanızdaki izleri nelerdir? İlk kısa filmimi İran’da çektim: Yasak Rüya. Ortasından ayrılmış perdede iki ayrı hikâyenin aynı anda akışı ile başlıyor ve başrolün uyanması ile iki perde birleşip bildiğimiz klasik tek perdeli akışa dönüyordu. Otomatik Portakal filmine göndermeler içerdiği için de Bethooven’ın 9. Senfoni’sini duyuyorduk arka planda. Bu filmle ilgili arkadaşlarımdan tepki aldığımı hatırlıyorum. İran’da master yapan biri olarak neden onların minimal, sade anlatımı yerine bu tarzı seçiyorum, gerçeküstü bir biçim ve yerel İran müziği dururken klasik müzik kullanıyorum diye. İran sinemasını çok severim, doğru ama aynı şekilde Yeni Dalga Fransız sinemasına da bayılırım. Fakat kendimi biçim olarak nedense daha çok Rus sinemasına yakın hissetmişimdir hep. Bu sebeple İran sinemasında Bahram Beyzai’yi saymazsak mizanseni ve biçimini kendi sinema dilime yakın gördüğüm çok fazla yönetmen yok aslında. İran sinemasının özü söz konusu olduğunda ise çok fazla benzerlik var filmlerimde. Sonuçta aynı kültür coğrafyasındanız. Aynı şairleri zevkle okuyor, aynı müziği zevkle dinliyorum. Filmlerimdeki hayata bakış açısı bazı prensipler dışında aslında birçok İranlı yönetmenle benzerlik içeriyor. Bu konuda hem Batı hem de Rus aklından ayrı düştüğümü söyleyebilirim. Şiirin etkisinden kopamayan bir Doğu aklıyla hayata umutla bakan, ölüme ya da şimdinin sonrasına da inanan, bizim dışımızda büyük bir gücün hesabı ve hayatı yönettiğine dair bir bilincin izlerini taşıyan ortak bir dünya görüşü bu sanırım. Eski bir söyleşinizde “Kameranın hareket etmesi aslında Tanrı’nın da varlığını gösteren bir şeydir.” diyorsunuz. Sinemanızda sinematografinin, plan-sekansların inşasına dair neler söylersiniz? Evet, nerede söylediğimi hatırlamıyorum ama bu yukarıdaki ifadelerimi de destekler mahiyette. Yani aslında bizim dışımızda bizi izleyen, hareketlerimize, hesaplarımıza ve hallerimize bazen gülen bazen kızan bazen de anlam veremeyip şaşıran bir güç var. İşte kamera bir nesnenin üzerinden aktığı vakit ortaya çıkan, bu gizli gücün etkisidir. Kamera aktığında aslında ilk oluşan şey zamandır. Yirmi dört kare sonra bir saniye var olur ve hiçbir insan, yönetmen dahi buna ne sahip olabilir ne de bunu geri alabilir. Bu zaman mefhumu bizim ölümlü olduğumuza, yaşlandığımıza işaret ettiği gibi büyük bir gücün, hiç ölmeyecek bir varlığın oluşuna işaret eder. O varlığın bizi izlediğini hissettiğimizde bazen korkar bazen de güven duyarız. Yönetmen de kamerasıyla Tanrı’ya özenmekte ve izlemek istemektedir her şeyi ama bir farkla ki sadece izlemekle yetinmeyip başkalarına, seyirciye de ihtiyaç duyduğu için göstermek de isteyen, izleten de bir varlıktır. Godard’ın meşhur bir lafı vardır: “Bir kamera kaydırması benim için eninde sonunda ahlaki bir meseledir.” Biraz farklı da olsa Luc Moullet’dan da bu konu ile ilgili çok ilginç bir şey okudum yakın zamanda. O da “Ahlak, kaydırmalı bir çekimdir.” diyordu. Buradaki en büyük espri her yaptığımız kesmenin aslında bir yanıltma, var olanın dışında başka bir şey anlatma, saptırma anlamı taşıdığı. Bu sebeple yanıltmanın ve yalanın olduğu ya da bir menfaatin gözetildiği her ortamda ister istemez ahlak ile bir ilişki ortaya çıkar. Tabii, bu uzun kaydırmalı planlarla ahlaksızlık yapılamayacağı anlamına gelmez. Uzun çekimler yani sekans-plan formu; algıda süreklilik ve doğruluk sağlama, hakikate yaklaşma bakımından bir ayrıcalık taşır. Tarkovski’nin bu formu tercih etmesindeki en büyük sebep de Stalin ve Lenin dönemindeki montaj temelli sinemanın angajman ve spekülasyonu hedefleyerek seyirciyi saptırması ve yanıltmasıdır. Kapitalizm Tarkovski, Bela Tarr, Godard gibi yönetmenlerin bu biçimlerini rahatlıkla tüketemediği için ve TV dizilerinde rayting almadığı için bile isteye bu formun yaygınlaşmasını istemiyor tabii. Burası bahse değer. Üç Yol filminde şiir yazan Bünyamin’in Faysal Soysal ile pek çok ortak noktası olduğunu biliyoruz. Peki Ceviz Ağacı‘ndaki Hayati sizden neler taşıyor? Haklısınız, Bünyamin’in abisi ile ilişkisi dışında serüven bakımından şair Faysal ile birçok ortak noktadan bahsedilebilir. Hatta orada Bünyamin’in şiirleri, sözleri de bilinçaltında Faysal’a ait. Ceviz Ağacı’ndaki Hayati’yi ise kendimden ayrı görüyorum. Şiir ve sanat üzerine okumalarım sürecinde beni en çok etkileyen karakterlerin ortak özelliklerine baktığımda, yani Raskolnikov’a, Gregor Samsa’ya, Selim Işık’a, Budala Mişkin’e ve çevremde yaşayıp da en çok sevdiğim sanatçı ve yazarlara baktığımda hepsinde ortak olarak bazı şeyler gördüm. Bunlar Ceviz Ağacı’ndaki Hayati’nin en çok öne çıkan özellikleri oldu. Zayıf, naif, tarih ve geçmişiyle yaralı, kalabalık ve neşeli bir resimde istenmeyen bir fazlalık… Ama gerçekte o olmadan birçok resmin ve eserin anlamından ve değerinden kaybettiği bir fazlalık. Zayıflar, yetimler, fakirler ve çaresizler olmazsa bu dünyada hiç bitmeyecek gibi büyük bir hırsla birbirimizi yok etme yarışına girmez miydik? Hayati’nin özelliklerinin bir kısmının bende de olduğunu söylemek mümkün ama çoğunun var olduğunu iddia etmek kibirlilik ve kendini beğenmişlik olur. Üç Yol ve Ceviz Ağacı rüya ve imgeler içeriyor. Bu yönden ortak bir dil söz konusu. Aynı zamanda bir intihar vakasından etkilenen Üç Yol‘da Zrinka, Ceviz Ağacı‘nda da Hayati karakterleri filmlerin odağında. Bu ortaklıkları nasıl yorumlamalıyız? Sinema üzerine düşünen, bir şeyler yazmaya niyet eden birinin yolu mutlaka rüya ve şiir ile kesişir. İnsanoğlu aslında geçmişe ya da zamana tutsak bir varlık. Öncenin birikimi, yoğunluğu olmadan şimdiye dair bir şey üretmek mümkün değil. Sinema ya da benim daha çok film sanatı olarak adlandırmayı tercih ettiğim sanat ise da çok yeni bir fenomen. Form, biçim dediğimiz şey zamandan ve tarihten bağımsız değildir. Hatta sinema tarihi ya da şiir tarihi dediğimizde bir anlamda biçimlerin tarihine işaret ederiz. İlk insanın varoluşundan beri tartışılan konular öz olarak benzerdir ama biçim ve anlatım tarzlarında sürekli zamana bağlı olarak değişimler olur. Bu sebeple film sanatının var olması kendinden önceki sanatlardan biriyle ya da birkaçıyla biçim düzeyinde ilişki kurmasıyla mümkün olur. Bu sanatların başında da kanaatimce en etkili olanı şiirdir. Tabii ki onun resimle, müzikle, mimari ile ilişkisi de var ama bu ilişki daha sığ bence. Bir filmde aklın ve zihnin verileri ile tam olarak açıklayamadığımız bir sahne ya da duygu ile karşılaştığımızda -ki bu çok fazla başımıza gelir-, bunu tanımlamaya çalışırken resimsel, ya da mimari demeyiz şiirsel deyip işin içinden çıkmaya çalışırız. Şüphesiz şiir de tanımlamakta çok aciz kaldığımız bir olay. Şiiri de film sahnesinde olduğu gibi en çok rüyaya benzetir birçok şair ve eleştirmen. Buradan bakıldığında benim film dünyama şiir ve rüya ister istemez … Okumaya devam et Faysal Soysal ile Söyleşi: “Ahlak, Kaydırmalı Bir Çekimdir”