Promised Land’in yönetmen koltuğunda Gus Van Sant yer alırken, senaryosu Hollywood’un ünlü oyuncusu Matt Damon ve John Krasinski’ye ait. Matt Damon’ın başrolünde de yer aldığı film, çevre sorununa değinerek, farklılaşan Amerikan rüyasından anlatılar sunuyor.
Film, ilk sahneden itibaren izleyiciye klasik anlatının sinyalini vermekte. Şöyle ki, klasik takım elbiseli bir adam-lüks restoran ikilisinden ötürü “şehir hayatını yaşayan ama bundan sıkılan, zengin şirket mensuplarının para uğruna verdikleri mücadele” imajı çizilir. Ardından, restoranda Steve’in hikayesini izleyenler ibret alsın ve film boyunca Steve “iyi imajı” çizsin diye anlatılması, örnekler arasında yer alır. “Köylü bir çocuğun başarı hikayesi” konulu anlatım da “filmi taçlandıran!” ve izleyiciyi nasıl bir hikayenin anlatılacağına dair ipuçları veren sahnelerdir. Matt Damon’ın gişe de çok umut vaat etmeyen çevreci bir filme imzasını atması ve kariyerinde böyle bir filmde yer alması açıkçası mutluluk timsali şahsım adıma. Fakat Damon’ı böylesine yaşlanmış olarak görmek ise üzücü oldu diyebilirim. Ayrıca film boyunca Steve karakterinin kötü gösterilmemesi için herkes tarafından “sen iyi bir adamsın Steve” denmesi de gına getiren bir durum. İzleyiciye “anlamadın, temcit pilavı gibi bak bir daha tekrarlıyoruz: Steve iyi biri” demenin alt metnidir aslında.
Film, her ne kadar çevre sorunlarına değinip pek çok firmayı zan altında bıraksa da (ki sonlara doğru ortaya çıkan gerçeklerle tükürdüğünü yaladığı da söylenebilir) bir takım çekim teknikleriyle bilinçaltına subliminal mesajlar vermekte. Bunlardan biri, Steve ile öğretmen Frank’ın konuşması sırasında Steve’ın Frank’ı ikna etme çabaları. Steve, ikna etmek adına bir şeyler anlatırken çekim planı dahilinde Steve’in görüntüsü Amerikan bayrağı önündedir. Şiirsel anlatım dahilinde verilmek istenen mesajda alt açıdan yararlanılarak Steve’in ve anlattıklarının güçlendirilmesi amaçlanmış.
Filmde özellikle dikkat ettiğim bir husus vardır ki o da “taraf”lılık mevzusu. Film çevreci, çevre sorunlarını işleyen bir film olarak karşımıza çıkıyor (bu durum 30. dakika itibariyle kendini gösteriyor) fakat aslında oldukça ortada bir film. Şirketlere düşmanmış imajı çizilirken ardından onları aklayacak bilgiler sunuluyor ama aslında şirketlerin ne kadar da hin fikirli oldukları da veriliyor. “Tarafsız”lık mevzusunu ispatlayacak sözlere de yer verilmiş. Steve’in arabasına benzin dolduran çevreciyi kastederek Sue ile konuşmasında “arabasını ne ile çalıştırıyorsa?” sözü, bir bakıma firmaları destekler niteliktedir. Fakat, Steve’in doğal gaz sondajlaması için ikna etmeye çalıştığı köylünün “ikimiz de buraya, fakir olduğumuz için geldiğimizi biliyoruz” sözü ise fırsatçı şirketleri suçlar nitelikte ve çok doğru bir sözdür.
Filmlerde sevmediğim bir durum varsa o da ciddi bir konu anlatılırken araya illa “aşk” öğesinin sokuşturulmasıdır. Bu filmde de karşımıza çıkan durum oldukça gereksiz bir öğe olarak izleyiciye sunulmuş. Klasik Hollywood gişe telaşının ürünleri bunlar. Ama en azından sevindiğim nokta cinselliğin sadece kadın ve erkek flörtleşmesi olarak verilmesi. Çünkü anlatılan konu içerisinde ve senaryonun işleyişi bakımından oldukça sırıtan bir hadise olarak kalacaktı. Zaten ciddi ve güzel bir konunun hak etmediği bir son ve klasik anlatım bulunuyor filmde, bir de vıcık vıcık eklenmiş bir aşk çok da katlanılabilir seviyede olmazdı.
Klasik anlatıyla bezeli bir film olmasına karşın senaryo bakımından başarılı gördüğüm bir film Promised Land. Filmlerin çoğunluğunda yaşadığımız beklenebilir son bu filmde de karşımıza çıkıyor. Açıkçası film bu açıdan sonlara doğru düşük bir performans ile süslenmiş. Filmin çözüm kısmında anlatılanlarla daha başarılı bir son bekleniyor ama izleyiciye Amerikan klasik anlatının vazgeçilmez “doğru olan seçilir, biz hep doğruyuz” imajı bir kez daha vurgulanıyor. Bu durum klasik yapının unsurları ve film de bu unsur ile sonlarda başarısız bir forma sokulmuş.
Genel anlamda güzel bir film. Belki de pek çoğumuzun bilmediği bir çevre sorununa değiniyor. Film içinde klasik anlatı sinemasına hizmet eden öğeleri taşısa da, çok başarılı bir film olmasa da, bir baş yapıt olarak değerlendirilmese de sinemada dişe dokunur bir şeyler anlatması açısından izlenebilir bir film. İzlemenin zaman kaybı olduğunu düşünmüyorum bu sebeple. İyi seyirler.
Lise eğitimine başladığından beri Gazetecilik ve Radyo-Televizyon ve Sinema okumaktadır. Doktora eğitimini de bu alanda yapmaya devam etmeyi planlıyor. Çalışma hayatına gazetecilikle başlayıp sinemayı da beraberinde devam ettirmiştir. 8 yıl Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali’nde ve sinema filmlerinde reji asistanı olarak çalıştı. Çektiği kısa metraj filmler pek çok festivalin yarışma bölümünde yer alıp gösterimleri gerçekleştirildi. Bu festivallerden ödülleri de bulunmaktadır. Kendi blogunda yazdığı yazıların ardından kurulduğundan beri Cineritüel’de sinema üzerine yazmaya devam etmektedir. Uzmanlık alanı Türkiye Sineması olup, absürtlük ve komedi favori dallarıdır.