Ekümenopolis (2011): Gezi Parkı, Kentsel Dönüşüm ve Medyanın Penguenleri

Ekümenopolis (2011): Gezi Parkı, Kentsel Dönüşüm ve Medyanın Penguenleri

Share Button

Son yıllarda hızla yaygınlaşmakta olan ve siyasi iktidarın TOKİ vasıtasıyla istediği gibi şekillendirebildiği kentsel dönüşüm projesinde yoksul kesimler şehir merkezlerinden uzaklaştırılmış, şehir merkezleri AVM’ler etrafında kümelenen orta sınıflara terk edilmiş ve şehirler bir tüketim meydanına dönüştürülmüştür/dönüştürülecektir. Taksim Gezi Parkı’na yapılacak olan tarihi Topçu Kışlası’nın yeniden inşa edilmesi söylemi ve hatalı proje yüzünden parkın Divan Oteli’ne bakan kısmında kesilmek istenen birkaç ağaç için çevreci grupların parkı savunması ile başlayan, sonra çeşitli siyasi argümanlarla ülke sathına yayılan Gezi Parkı olaylarında medya bu eylemleri göstermekten ısrarla kaçınmıştır. CNN Türk’ün olayların en yoğun yaşandığı akşam penguen belgeseli yayınlaması ise medyanın bu tavrına tuz biber ekmiş ve medya alay konusu olmuş, birçok insan tarafından ise şaşkınlıkla karşılanmıştır. Medyanın tarafsız yayın organları olduğu illüzyonu yok olmuş; halkın temsil aygıtının iktidar ve daha çok sermayenin kölesi olduğu gün yüzüne çıkmıştır.

Medyanın penguenleri ne ilk ne de sondur. 2011 yılında İstanbul’daki kentsel dönüşümü konu edinen belgesel-film Ekümenopolis’in gerçeği yansıtma biçimi ile medyanın olayları aktarma biçimi karşılaştırıldığında bu açığa çıkmaktadır. TV’deki ve gazetelerdeki haberlerde kentsel dönüşümün yoksullar için iyi bir şey olduğu ve şehrin (son olarak Taksim’in yayalaştırılma projesinde) daha modern ve sağlam(!) bir yapıya kavuşacağı anlatılmaktadır.  Medya; kentsel dönüşüm projesini herkesin çıkarına bir şeymiş gibi gösterirken en alt sınıfların şehrin dışına itilmesini görmezden gelmekte, bir şekilde orta sınıfa dâhil olmuş tüketim toplumuna göre bir yaşamı teşvik etmektedir.

Gezi Parkı olaylarında medyanın suskunluğunu iktidarın faşist olması ile açıklayan islamofobik ve kürdofobik ulusalcı zihniyet neo-liberal politikaların post-kolonyalist dönemdeki işlev ve işlerliğini anlamamakta ısrar etmektedir. Emek Sineması’nın  -aynı sebeplerle- yıkılması dolayısı ile Enver Aysever’in programına  -Aykırı Sorular- katılan Atilla Dorsay; Sabah gazetesinde sansürlenen Emek Sineması yazısının, gazetenin iktidara yakın olması ile açıklanamayacağını, zira gazeteye en çok reklamı ve dolayısı ile parayı inşaat sektörünün verdiğini ve bu sebeple medyanın kentsel dönüşüm konusunda hassas(!) olduğunu kaydetmiştir.

Daha yazının başında şunu belirtmeliyim ki Tayyip Erdoğan’ı Hitler’e benzeterek kentsel dönüşüm konusunda yaşananları izah etmek mümkün değildir. 1940’ların siyasi argümanlarını kullanmak yerine hala işlerliğini koruyan Marx’ın altyapı-üstyapı  terminolojisini hatırlamak konuyu anlamak için kâfidir ve bu terminoloji medyanın bu kalleş tavrını da açıklar: “Marx maddi üretimi kontrol edenlerin zihinsel üretimi de kontrol etme eğiliminde olduğunu düşünmekteydi. Günümüzün basın patronları ve medya baronları düşünüldüğünde bu savın Marx’ın zamanına göre çok daha güç kazandığı görülebilir.” [1] Peki medyanın gerçeği gösterme/saptırma biçimi nasıldır?

Medyanın Gerçeği Gösterme Biçimi

Enformasyon ve bilginin iç içe geçtiği ve birbirinden ayırt edilemez parçalara dönüştüğü çağımızda medya sermayenin elindedir. “Bilgi de artık tarih ve sanat gibi tüketime tabi olduğu için eğlendirici bir işleve sahiptir. Olaylar ve olgular arasındaki nedensellik ilişkisini unutturan enformasyonun ‘bilgi’nin yerine geçmesi, diyalektik algılama sürecinde bir kopuşa neden olmuştur. Bütün ideolojiler değişmeyen bir paradigmanın “tüketim ideolojisinin” içine çökertilmiştir.” [2] Enformasyon çağı bilgiyi diyalektik düşünceden koparmış ve insanların günlük gazete okuma ve haber izleme faaliyetleri adeta bir ritüele dönüşerek haber yığınları arasından olayların arasındaki bağlantılar kurulamaz ve ayırt edilemez olmuştur. Düşünmekten, düşlemekten, inanmaktan muzdarip bir insan yığını inşa edilmiştir.

Çağımız insanı aşırı enformasyon yüzünden sebepler ve sonuçlar arasında bağlantı kuramadığı gibi kesik kesik gelen bilgilerden anlamlı bir bütün de oluşturamamaktadır. Bilgi günlük ve tüketime açıktır. İstanbul Mecidiyeköy’de bulunan Şişli Endüstri Meslek Lisesi’nin basında çok az yer bulan satılma işlemi tam da buna örnektir. Sermaye; okulun konumundan faydalanmak için devlet ile el ele vererek bir kamu kuruluşunu satın alabilmekte ve medyada görünen şekli ile bunu son derece meşru(!) ve yasal(!) yollarla yapabilmektedir.

Metaların Üretildiği Mekânlardan Metalaşan Mekânlara: Kentsel Dönüşüm

Kentsel dönüşüm içinde birçok yalan barındırmaktadır. Bunların başlıcaları depreme dayanıklı, modern görünümlü, güvenlikli, düzenli ve kullanışlı yeni binalar ve şehirler inşa etmek, huzurlu şehirler yaratmak yalanıdır. İnşaat sektörünün son yıllarda Türkiye’nin önemli sektörlerinden biri olması bu süreci hızlandırmıştır. İstanbul Belediye Başkanı Kadir Topbaş bir arkadaş sohbetinde İstanbul’un şantiyeye döndüğüne dair bir eleştiriye binaen; “Türkiye’nin lokomotif sektörü inşaattır.”diyerek [3] aslında  olan bitenin neo-liberal politikaların neticesinde yaşandığını kabul etmektedir. Fakat halka bu neo-liberal politik hakikatlerin aktarılması söz konusu değildir. Bunun yerine kent idealleştirilmiş, estetize edilmiş ve fetişleştirilmiştir.

Şunu unutmamak gerekir ki kent iktidar odaklı bir yapılanmadır. Feodal dönemlerde mabetlerin, aristokratik dönemlerde sarayın, cumhuriyet dönemlerinde meclis ve bürokrasinin etrafında kümelenen kent, sermayenin hükümran olduğu demokratik dönemde AVM’lerin etrafında kümelenmektedir. Kentsel dönüşüm adı altında yapılan şey ise alım gücü düşük altsınıfların şehir dışına itilerek AVM’ler etrafında kümelenen alım gücü yüksek üst-orta sınıfı kentin merkezine yerleştirmektir. Ekümenopolis filmi 2008 yılından başlayarak Ayazma, Sulukule gibi örnekler üzerinden üç yıl boyunca buralarda yaşayan yoksul halkın şehrin dışına nasıl itildiğini, TV ve gazetelerin aksine yoksulların üç yıllık yaşamlarını takip ederek ve olanları enformasyon parçalarından bir bilgi bütünlüğüne dönüştürerek  anlatmaktadır.

Filmdeki verilere göre dünyada ilk kez kent nüfusu kır nüfusunu geçmiştir. Uluslararası sermaye, neo-liberal politikaların bir dayatması olarak küresel kent söylemini yaygınlaştırmıştır. 1995 yılında Dünya Bankası Türkiye raporunda en az iki üç kentin mega-kent olması gerektiğini söylemiştir. Bu, tespitten ziyade bir dayatmadır.  Ucuz işgücü şehir dışına taşınırsa sanayi kendiliğinden şehri terk edecek, hizmet sektörü yaygınlaştırılacak ve tüketim toplumu mega-kent söylemi ile meşrulaştırılacaktır. Kenti hizmet sektörüne terk etmeyi planlayan neo-liberal politikalar kenti rant alanına çevirmiştir. Kentler artık tüketimin rahat örgütlendiği hazır pazar alanlarıdır. Sulukule, Ayazma, Fikirtepe, Tarlabaşı sakinleri şehrin dışına itilmiştir. Ali Ağaoğlu’nun “yaptım olacak” sloganı ile 3000 civarında gecekondu yıkarak inşa ettiği dev sitelerin bulunduğu alanda yaşayan Ayazma sakinlerinin TV’de görünme biçimleri enformasyon ışımaları şeklindedir. Haberlerin çoğu yoksulların mağdur olmadıkları/olmayacağı söylemini taşısa da filmin yoksulları gözlemlediği üç yıl boyunca gerçek hiç de haberlerdeki yansımalar gibi değildir. Medyaya göre; yoksul insanlar pis gecekondularından kurtulmuş; rahat, modern ve kullanışlı binalara taşınmışlardır. Ancak kentin dışına yapılan ve devletin büyük bir proje gibi anlattığı TOKİ’lere zorunlu göç ettirilen ve işlerine gidip gelebilmek için her gün saatlerce yol kateden yoksullar yeni yaşam alanlarından hiç hoşnut değildir.

Toplu konut projeleri Avrupa’da bütün OECD ülkelerinde uygulanmıştır. 1970’lerde Almanya’da çokça eleştirilmiştir. OECD ülkelerinde savaş sonrasında yapılan toplu konutların büyük çoğunluğu bugün yıkılmıştır. Kentleri sınıfsal olarak ayrıştıran ve insanlık dışı yaşam koşulları sunan, estetik ve mimari sorunları bir tarafa sosyal ilişkileri ve mahalle bağlarını kopartan toplu konutlar inşaat sektörünün sadece rant düşüncesi ile inşa ettikleri beton yığınları olmaktan öte bir fonksiyona sahip değildir.

“Mesele Üç Beş Ağaç Meselesi Değil. Sen Hala Anlamadın mı?”

Taksim trafiğini aşağı çekerek Taksim’e kocaman bir meydan yapma ve meydanın Gezi Parkı bölümüne de -sonradan başbakan tarafından inkâr edilse de aynı başbakan tarafından inkârının iki gün öncesinde iftiharla sunulan- AVM inşa etme projesi kapsamında yangından mal kaçırırcasına bir plan yapılmıştır. Hummalı çalışmalar sonucunda trafik yolu aşağı indirilmiş; fakat projede bir eksiklik fark edilmiştir. Divan Oteli ile Gezi Parkı arasındaki yola kaldırım koymayı unutan görevliler; “kimsenin haberi olmadan şuradan iki üç ağaç kesip kaldırım yapalım” düşüncesi ile Gezi Parkı’ndan birkaç ağaç sökmek istemişlerdir. İşte ülke gündemini uzun bir süre işgal eden ve arkasında çeşitli komplolar aranan Gezi Parkı olaylarının çıkış nedeni budur. Siyasi iktidarın, medyanın ve maalesef bizzat direnişe destek verenlerin de istençsiz katkısı ile mesele bir çevre duyarlığı meselesi olarak tartışılarak kısırlaştırılmıştır. Siyasi iktidarın bu olaylardaki en büyük başarısı eylemlerin kamusal alan tartışmasına  taşınmadan siyasi bir malzemeye dönüştürülerek bastırılmasıdır.

Gelelim Gezi Parkı olaylarında siyasi iktidara küfretmekten tartışmaya fırsat bulamadığımız Taksim’i yayalaştırma projesine: Taksim yayalaştırma projesini kentsel dönüşüm, küresel kent söylemlerinden ayrı düşünmemek gerekir. Projenin meşruiyeti için ulaşım sorunu bir araç olarak kullanılmaktadır. Hâlbuki Taksim’den daha sorunlu yerler vardır. Ulaşımın yer altına indirilerek meydanın genişletilmesi ve yayalaştırılması adı altında yeni AVM’ler ve tüketim alanları yapılacaktır. Bilim insanları ulaşım sorununda esas problemin otomobil sorunu olduğunu kaydetmektedirler. Avrupa’da trafik yoğunluğunun en fazla olduğu kent olan İstanbul’da yoğunluk %50’leri bulmakta iken takip eden ikinci kent olan Varşova’da oran %30’dur. Varşova’nın araç sahipliği sayısı ise İstanbul’un iki katıdır. Prof. Dr. Haluk Gerçek’e göre; “Altyapı yapmak trafik sorununu çözmek için yapılacak en son iştir. Trafikte kapasiteyi arttırdıkça talep de artar ve kısır döngüye girer. Taksim projesi araç odaklı ve inşaat sektörünün para kazanması için yapılan bir projedir. Noktasal ve parçacı bakış açısı ile trafik sorunu çözülmez. Trafik sorunu son on yılda artmıştır.” [4] demektedir.

Sonuç olarak kamusal alanlar iktidar, sermaye ve medya birlikteliği ile  para-egemen alanlara dönüşmektedir. Geçtiğimiz aylarda tüm gazetelerde az çok yer bulan bir işçinin kıyafeti sebebi ile Şişli’deki Profilo alışveriş merkezine güvenlik tarafından alınmaması [5] altyapı-üstyapı sorunsalının şiddetli bir şekilde devam ettiğinin en açık göstergesidir. Sınıf sorunu hala dünyanın en önemli sorunudur ve bu sınıf ayrışması bütün dünyada etnik ve dini kavgalarla unutturulmaktadır. Günümüzde bütüncül bilgi yerini enformasyon parçacıklarına bırakmış, eylemsiz insan seyirci ve yalnızca tüketici konumuna indirgenmiştir. Toplumun en geniş kesiminin bilgi kanalları sermayenin yanında yer aldıklarından, var olan sömürü düzeni geniş kitlelerin haberi olmaksızın devam ettirilmektedir. Sözde özgürlüklerin ve demokratik tutumun altında sermayenin diktatörlüğü yatmaktadır. Gezi Parkı protestolarına destek için bir mesaj yayınlayan Slavoj Zizek“Bu protestolar, serbest piyasanın toplumsal özgürlük anlamına gelmediğinin, ancak otoriter politikalarla bal gibi de bir arada bulunabileceğinin canlı kanıtıdır.” [6] diyerek otoriter demokrasinin varlığını bu vesile ile bir kez daha dillendirmiştir.

Hiç şüphesiz mesele iktidarın buyurduğu gibi üç beş ağaç meselesi değil; sermayenin diktatörlüğünün orta sınıflarda yarattığı rahatsızlıktır. Aydınlanma çağından beri endüstriyalizmle birlikte başlayan Batı’nın sömürü ve işgal politikası Arjantinli tarihçi Enrique Dussel’e göre hümanizm, kolonyalizm, kapitalizm, nasyonalizm (Aydınlanma) ve liberalizm şeklinde sistematik bir şekilde devam etmektedir. [7]“Demokratikleşme adlı söylencenin ana fikri, sömürmenin meşruiyeti ilkesinin devamlılığıdır.” [8] Bu meşruiyet zemini karşısında sermaye medyasının alternatifleri (sosyal medya) örgütlü halklar tarafından kullanılmaya başlandıkça sermayenin mantığı ve dili daha iyi anlaşılacak ve Zizek’in söylediği gibi kapitalizm ile demokrasinin ebedi zannedilen evliliği [9] artık son bulacaktır.

Kaynakça:

[1] Terry Eagleton, Marx Neden Haklıydı, Yordam Yayınları, s. 169
[2] Neşe Kaplan, Global Kültür ve Kimlik Britanya Örneği: BBC News ve Ken Loach Sinemasında Temsil, Umuttepe Yayınları, 1. Baskı, 2013, Kocaeli, s. 18
[3] Korhan Gümüş tarafından 8 Aralık 2012 tarihinde Salt Galata’da düzenlenen Taksim Sempozyumu’nda aktarılmıştır.
[4] 8 Aralık 2012 tarihinde Salt Galata’da düzenlenen Taksim Sempozyumu’ndan alınmıştır. Bilimsel veriler de Haluk Gerçek’in konuşmasından alınmıştır.
[5] http://www.zaman.com.tr/gundem_isci-kiyafetli-diye-avmye-alinmadi_2094100.html
[6] Slavoj Zizek, http://www.yesilgazete.org/blog/2013/06/03/slavoj-zizekten-gezi-parki-direniscilerine-destek-mesaji/, (04.06.2013)
[7] Akt. Ali Artun, Çağdaş Sanat ve Kültüralizm Kimlik ve Estetik, İletişim Yayınları, 1. Baskı, 2013, İstanbul, s. 18
[8] Kaplan, s. 21
[9] http://www.radikal.com.tr/hayat/slavoj_iek_turkiyeyi_yazdi_cennette_sikinti-1139685

, , , , , , , , , , , , , , , , ,

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir