Röportaj: Fırat Çakkalkurt, Kürşat Saygılı
Deşifre: Burç Karabulut, Demet Öztürk
İlk izlediğiniz filmi hatırlıyor musunuz?
Evet. Ankara’da Küçük Lord’u izlemiştim. Öyle bir çocuk filmi vardı; siz yoktunuz o zamanlar. Anneannemle gitmiştim ve sinemaya ilk girdiğim an hissettiklerimi hatırlıyorum. Çok büyük gelmişti salon bana. Ankara’da o kadar büyük hangi sinema olabilir ki? Akün müydü acaba? Sanırım Akün’dü. Hatırladığım görüntüyü bildiğim Anakara sinemalarıyla karşılaştırdığımda, Akün olması muhtemel. Filmden ve salondan aklımda kalan ilk şey büyüklük; daha sonra hayret hissi ve bordo perdeler.
Çocukluğunuz Ankara’da mı geçti?
Yok, İzmir’de geçti. Ankara’ya hukuk fakültesini kazandığımda üniversite için gitmiştim, ama İzmir’de o kadar büyük bir salon yoktu ya da ben gitmemiştim.
Çocukken sık sık film izlemeye gider miydiniz?
Evet, hatta bizim ritüellerimiz vardı. İnan’ın (Temelkuran) yönetmen olmasının sebebi de o ritüeller zaten. Her Cumartesi annem bizi bir filme götürürdü. Kemeraltı’ndaki sinemaya giderdik. Şan Sineması olabilir, ama net olarak hatırlayamıyorum adını. Filmden önce döner yenirdi, sonra filme girilirdi. Salonda, beklenmedik bir anda mavi-yeşil peçeteye sarılı şokellalı ekmekler çıkardı annemin çantasından. Onları yerdik. Sinemadan çıktıktan sonra da mutlaka Özsüt’e giderdik. O zamanki Özsüt, Kemeraltı’nda küçücük bir dükkândı. Orada da kazandibi yerdik. O yüzden sinema benim için mutlulukla çok ilgili bir şey. Mutluluk kavramı ve sinema neredeyse iç içe benim için.
O dönemin sinema salonlarıyla bugünkü salonları karşılaştıracak olursanız, nasıl bir değişim görüyorsunuz?
Kendimi bildiğim yer Ankara olduğu için oradakilerle karşılaştırabilirim. Muhtemelen benimle aynı yaşta olanlar da benzer şeyleri hissediyorlardır. Öncelikle, o zamanlar bu kadar çok film yoktu ve bu yüzden sinemaya gitmek daha anlamlıydı. Bir de benim hayatımın ilk dönemeçleriyle çok ilişkiliydi o filmler. Özellikle İzmir’den geldikten sonraki ilk üniversite yıllarımda ilk aşk, ilk kar ve daha bir sürü şeyin ilkini Ankara’da yaşamıştım ve mesela, Ankara’da ilk izlediğim film olan Rembetiko tüm bunlarla çok ilgiliydi benim için. Ondan sonra Before Sunrise’ı da orada seyretmiştim. Bu kadar çok film olmamasına rağmen her filmin hayatın dönemeçleriyle ilgili bir anlamı vardı o zamanlar. Dolayısıyla sinema salonu, ritüel merkezi olmak gibi bir özelliğe sahipti. Şimdi ise çok fazla film var, ama çok nadiren sinemaya gidiliyor. Yani sinema salonu ve filmler artık birbirinden ayrı şeyler. Başka bir çarpıcı fark da, sinema salonunun artık boş bir yer olması. Ben üniversitedeyken sinema salonu dolu bir yerdi, şimdiyse boş. Sanki salon sana ayrılmış gibi izliyorsun filmi ve herkes “Salonu sana ayırttım” diye o iğrenç espriyi yapıyor. Boşluk ve doluluk belki de en çarpıcı fark. Bir de şimdi koltuklar daha hedonist. Sevgili koltuğu, uzaylı koltuğu, uzay aracı koltuğu gibi şeyler var. Eskiden sinema salonları daha alçak gönüllüydü ama daha doluydu.
Peki, o dönemin sinema seyircisiyle şimdinin seyircisi arasında gözlemlediğiniz farklar var mı?
Doğrudan sinema seyircisiyle ilgili değil ama kuşaklar arasında bir fark görüyorum. Muhtemelen bu, konu sinema olduğunda da etkili bir şeydir. Biz saygı denen şeyin önemli olduğunu düşünen son kuşağız. Kendinden büyük olana saygı, emek verilmiş bir şeye saygı… Şimdi ise hiçbir şeye saygı duymayan, hiçbir şeyi kutsal saymayan bir kuşak var. Dolayısıyla, bu kuşak yapılan sinemaya da saygı duymuyor. Mesela “Özcan Alper kim bilir ne zorluklarla, ne emekle bir film yapmış; gidip izleyeyim,” demek yerine Netflix’ten Breaking Bad’i izlemeyi tercih ediyor. Saygı bir yandan daha iyi olanın ortaya çıkması için zorlayıcı bir faktör olsa da, diğer yandan yapılan işleri böyle kolayca görmezden gelen, yok sayan ve yok saydığı için yok eden bir seyirciyi de ortaya çıkarıyor.
Kavramsal olarak sinema denilince aklınızda ilk canlanan nedir?
Delilik. En son, 20 yıl önce yazdığım bir kitabı oyun yapmak için insanlar bir araya geldiler ve ben buna inanamadım. Onların yerinde olsam aklımı oynatabilirdim. Çünkü yazarlıkta kâğıt, kalem, sessizlik ve bir de sen varsın, ama bu işin içinde çok fazla insan var. Farklı dengeler, karakterler, ihtiyaçlar, çatışan çıkarlar ve bir sürü karmaşa var. Sinema ise bunun çok daha sert yaşandığı bir alan. Delilik dememin bir nedeni de İnan. İlk filmi Made in Europe’u çekerken bir süre benim evimde kaldı ve bir sabah şöyle bir şey yaptığını hatırlıyorum; “Kemerimi bulamıyorum,” dedi. Ben pek kulak asmadım. Hani aşağı sarkıtmak için sepete bağlanan naylon ipler var ya; işte onu gördü, sonra sepetin ipini çözüp beline bağladı ve Arap Kadri gibi çıktı sokağa. Kafası o kadar doluydu ki kemerini arayamadı. “Çocuk deliriyor,” diye düşündüm o an. Bir de gerilla yöntemleriyle zor koşullarda yapılan filmlerin bu özelliği çok daha baskın. Etrafımda sinema yapan çok sayıda insan var ve her seferinde onlara “Bunu neden yapıyorsunuz? Çok saçma, çünkü ortaya çıkacak şeyi muhtemelen çok az kişi izleyecek. %95 olasılıkla batacaksınız. Niye yapıyorsunuz?” diye soruyorum. Sanırım, hem yapım aşamasındaki o kolektif çalışmada bir tür devrimci haz var, hem de ortaya çıkan şeyi perdede izlemek tarif edilemez bir mutluluk olsa gerek.
Ne sıklıkla film seyredersiniz?
Çok sık. Çok derken, hem sinemada hem de televizyonda film izliyorum. Yakın zamana kadar Brüksel’de olduğum için en son izlediğim filmlerin hepsi oradaydı. Çok kişisel nedenlerden dolayı en son etkilendiğim film de Theory of Everything’di. Orada kendimle ilgili bir şeyi öğrenmeme neden olan bir sekans vardı. İzlediniz mi filmi?
Evet.
Adam o haliyle başka bir kadınla flört etmek istiyor ve Amerika’ya gideceğini açıklıyor. Karısı da ona “Ben seni çok sevmiştim,” diyor. Ben filmi akşamüstü izledim ve gece uyurken en son düşündüğüm şey şuydu: “Vay alçak! O haliyle bile neler yapıyor. Yazık kadının verdiği emeklere!” Sabahleyin uyandığımda “Sen hastasın Ece,” dedim, çünkü bunun kadını kendinden kurtarmak için bir operasyon olduğunu ancak sabah anlayabildim ve filmi izlerken bunu o şekilde anlamış olmamın ne kadar korkunç olduğunu, hayatın bana ne kadar yanlış şeyler öğrettiğini düşündüm. O bakımdan, son günlerde kişisel olarak bağlantı kurduğum filmlerin başında Theory of Everything geliyor. Bir de !f İstanbul’da gösterilecek belgeselleri izledim. Filmlerin belgesel türünde olmaları dolayısıyla tamamından kavramsal olarak çok etkilendim. Bu belgeseller elli yıl önce çekilmiş olsalardı, bütün bu talihsiz halklarla ilgili aynı hikâyeyi anlatıyor olacaklardı. Muhtemelen oradaki insanlar farklı farklı dillerde aynı şeyi söyleyeceklerdi. Hepsi sosyalizmden bahsedecekti. Şimdi o büyük diskur dağıldıktan sonra ise, herkes kendi utancından kurtulmaya çalışıyor. Kendi küçük çabasıyla hayatta kalmaya çalışıyor. Bu bakımdan tüm bu belgesel filmler küçük hayatta kalışları anlatıyor şimdi ve bu nedenle bana insanın küçüldüğünü düşündürttüler.
Defalarca seyrettiğiniz bir film var mı?
Once Upon a Time in America ve The Godfather. İkisini de ezbere biliyor olabilirim.
The Godfather’ın hangi bölümü?
Başta birinci bölüm olmak üzere bütün bölümleri. Erkek dünyası, iktidar, mafya… “Dirty pleasure” aslında bu, iyi bir şey değil. Yine de o filmde sevdiğim hastalıklı ama güzel bir şey var. Ne olduğunu ben de bilmiyorum.
En çok hangi ortamda film seyredersiniz? Sinemada mı, evde mi?
Artık genellikle evde seyrediyorum, ama sinemaya da çok gidiyorum hala. Hatta sinemada en son Star Wars: The Force Awakens’ı seyrettim, ama bitime yarım saat kala çıktım. Han Solo göbeğinden dolayı koşamıyordu (gülüyor). Ondan değil aslında; çok fazla patırtı gürültü vardı filmde.
Serinin önceki filmlerini seyretmiş miydiniz?
Biliyorum hepsini ama hiçbir zaman Star Wars hayranı olmadım.
Festivalleri takip eder misiniz?
Hayır. Ben bir festival insanı değilim, çünkü festival ortamı çok kalabalık oluyor ve ben kalabalık sevmiyorum. “Oraya gittim”, “Bu filmi gördüm”; bu koşturma – mücadele etme hali bana çok fena geliyor. O yüzden festival insanı sayılamam, ama en çok etkilendiğim filmlerden birini İstanbul Film Festivali’nde izlemiştim. Tahta Kuşlar adlı çok güzel bir filmdi.
Son zamanlarda ne tür filmler seyrediyorsunuz?
Bu aralar biyografi seyredesim var. Kişisel hikâyelerin hakikatine temas eden ve anları ortaya çıkartan filmleri seyrediyorum. İnsan hayatı denen düz hikâyelerin bilmecesini çözüp esas olana dokunan filmler ilgimi çekiyor. Mesela Kanadalı kızın (Sarah Polley) yaptığı, geçen senelerde ödül de alan Stories We Tell diye bir belgesel vardı. İzlediniz mi?
Hayır.
Mükemmel bir film. Kız ailedeki herkese annesini anlattırmaya başlıyor ve sonra ortaya acayip şeyler çıkıyor. Mutlaka izleyin.
En sevdiğiniz yönetmen kimdir?
İnan Temelkuran (gülüyor). Gerçekten öyle, en sevdiğim yönetmen o.
İnan Bey’i dışarıda bırakırsak?
İnan’ı dışarıda bırakırsak bir sürü vardır. Bir anda aklıma gelmiyor. Bunu sonra cevaplayayım.
En sevdiğiniz film?
Bunun cevabı çok sübjektif. Filmin kötü olma ihtimali de var. Yine de söyleyeceğim film kötü değil. En sevdiğim film Sibirya Berberi. Aslında en sevdiğim yönetmen olarak da Nikita Mikhalkov’u söyleyebilirim.
Bu filmde sizi etkileyen nedir?
Bir filmi sevdiren şey benim dönemime denk gelmesi oluyor. Yani çok güzel filmleri, çok güzel filmler olarak izleyebiliyorsun tabii ama filmin içine girebilmen için o dönemde senin de kafanda o konuyla meşgul olman lazım. Sibirya Berberi’nde de filmi bana sevdiren benim dönemimle yönetmenin döneminin denk gelmesi oldu herhalde.
En son hangi filmi seyrettiniz?
En son Reaching for the Moon’u seyrettim. Amerikalı şair Elizabeth Bishop’ın Brezilya’da darbe olduğu dönemlerde oraya gidişini ve orada yaşadığı ilişkiyi anlatıyordu.
Beğendiniz mi?
Beğendim evet, ama çok değil. Yeterince iyi değildi yani.
Seyretmek için sabırsızlandığınız bir film var mı?
Var ama adını hatırlayamam şu anda. !f’te gösterilecek 1-2 film için “Bunu izlemem lazım” dedim.
Belgesel mi?
Hayır, kurmaca.
Kendi hayatınızla ilgili bir film yazacak olsanız nasıl bir hikâye anlatırdınız? Ortaya nasıl bir film çıkardı?
Acıklı (gülüyor). Ortaya çıkan hikâyenin katmanlı bir şey olmasını isterdim. Biraz önce anlattığım Stories We Tell gibi bir film olurdu herhalde. Önce düz bir hikâye, sonra başka bir katmanda daha başka bir gerçeklik çıkardı ortaya ve filmin sonunda gülümsetmesini isterdim. Gözlerin dolu dolu gülümsediği bir Hababam Sınıfı duygusu yaratmasını isterdim (gülüyor).
Aklımda bir isim var ama yine de sorayım. Filmi kimin çekmesini isterdiniz?
Kim olduğunu bilmiyorum ama filmi bir kadın yönetmenin çekmesini isterdim. İnan’ın değil yani (gülüyor).
Sizi en derinden etkileyen film sahnesi hangisi?
American Beauty’de naylon torbanın uçtuğu sahne. O kadar iyi ki, o sahneyi taklit etmek istiyorum bazen. İnsanın bile bile taklit etmek isteyebileceği kadar güzel bir sahne o. Bir de Nuri Bilge Ceylan’ın ağaçtan yuvarlanan elma sahnesi var.
On numara, kusursuz, tam şiir o da. Bu ikisi benim en çok etkilendiğim sahneler.
Sizin üzerinizde en çok iz bırakan karakter kimdir?
Çok var ama aklıma ilk geleni söyleyeyim: Kasabanın Sırrı’nda Anthony Queen’in oynadığı karakter. Nazilerden şarapları saklıyorlardı ve bu adam saf rolüne yatıp şarapları kurtarıyordu. O beni çok etkileyen bir karakterdi.
Kitaplarınıza ilham veren bir film hiç oldu mu?
Tabii ki, hem de bir sürü olmuştur. Mesela American Beauty’deki o sahne ya da daha başka birçok sahne ben farkında olmadan bana ilham vermiştir. Hatta Düğümlere Üfleyen Kadınlar’da doğrudan bir ilişki de var; Tunus’ta bir hamamda kızlar Rita Hayworth’ın “Put the Blame on Mame” sahnesini yeniden canlandırıyorlardı. Yani evet, filmler benim ve kitaplarım üzerimde oldukça etkili.
Geçtiğimiz ay yayınlanan bir röportajınızda “İnsanlık tarihine geçecek türden bir değişim yaşıyoruz” dediniz. Türkiye sinemasında da bu değişimin yansımalarını görüyor musunuz?
Çok iddialı şeyler söyleyecek kadar yeni sinemaya hâkim değilim. O yüzden sınırlı gözlemlerim ölçüsünde cevap vereyim. Türkiye’de bir süredir kasabada ya da şehirde sıkışıp kalmış insan filmleri yapılıyor. Bunlar genellikle erkek hikâyeleri oluyor. Onun için de biraz bozuluyorum. Daha ne kadar erkek trajedisi izleyebiliriz ki? Bu erkek trajedilerinin bazıları mesnetsiz, saçma sapan şeyler bu arada ama yine de önümüzdeki dönemde böyle yalnızlık trajedilerini daha fazla izleyeceğiz gibi görünüyor. Çok vasat hayatlar yaşayan insanların trajedilerinin sinemamızda daha da yaygınlaşacağını tahmin ediyorum.
Sinemanın politik bir misyonu olduğunu düşünüyor musunuz?
Misyonu değil ama politik bir tarafı olduğunu düşünüyorum. Ben her şeyin politik olduğunu düşünürüm ama bu soruyu bu konuda düşüncelerimin değiştiği bir zamanda sordunuz. O yüzden net bir cevap veremiyorum. Yani, sanatın bir yandan da her şeyin fazla politik olduğu bir ortamda bu politizasyondan kaçma misyonu var. Sanatın bu politizasyonun üstüne çıkması gerek. Mesela şu anda her şey fazla politize ve sürekli bağırıp çağırmaktan, sürekli tavır göstermekten insan denen muammanın derinliğini kaçırıyoruz. Bu nedenle sanatın derinleşmekle ilgili bir misyonu olduğunu düşünüyorum ve tabii ki bu politik bir şey.
Penguen dergisi yazarı olarak politik mizah yapan sanatçılara yakınsınız. Türkiye sinemasında ise politik mizah pek yaygın değil. Son yıllarda en çok izlenen filmler Recep İvedik ve benzerleri oluyor. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Şimdi bak, Recep İvedik ile ilgili biraz tersine bir şey söyleyeceğim. Ben Recep İvedik’i izleyemiyorum, ama hakikaten snobluktan değil; bir kadına vurulması, bir kadının itilip kakılması beni güldürmüyor. Hiç kimseyi de güldürmemeli. Recep İvedik’in kadınlara karşı böyle bir kabalığı var ve bu kabalığın ülkede nasıl coştuğunu da görüyoruz. Hatta bu kabalığın iktidar anlamına geldiği zamanları yaşıyoruz. Bu, o kadar bayağı bir durum ki benim midem kaldırmıyor. Fakat bir yandan da şöyle bir şey var; 1970’lerde bir takım okuryazar insanlar da muhtemelen Kemal Sunal karakterleri için aynı şeyi düşünüyordu, ama aslında bu ülkede ona denk gelen bir şeyler vardı ve belki Recep İvedik de Kemal Sunal’ın yarattığı bu karakterler gibi bundan 30 yıl sonra bir fenomen olacak. Öte yandan biz ne dersek diyelim, bu adam bir karakter yarattı ve bugün Recep İvedik’in ne olduğunu hepimiz biliyoruz. Edebiyatta bunu başarmak dünyanın en zor şeyi. Derinliği olmayabilir ama siz şimdi “Recep İvedik gibi” diyerek referans verebiliyorsunuz. Bu bir başarıdır yani; maalesef öyledir ama bir başarıdır. Dolayısıyla bu Recep İvedik konusu göründüğünden daha derin olabilir. Adam bir karakter yaratıp ortaya attı ve bu milyonlarca insan tarafından satın alındı. Bu popülerliği sadece yüzeysellikle veya kolay tüketiliyor olmakla açıklayamayız. Bu biraz kolaycılık olur. Bizim bu konudaki entelektüel durumumuz nedeniyle temas etmekte, çözümlemekte yetersiz kaldığımız bir anlam olabilir gibi geliyor bana. Bir Recep İvedik hakkında da bu kadar konuşabildim yani (gülüyor).
Yeşilçam filmlerini sever misiniz?
Çok seviyorum, özellikle de Vesikalı Yarim’i. Fakat bir yandan da bizim şimdi sevdiğimiz Yeşilçam filmleri yapıldıkları dönemde siyasi çevreler tarafından çok aşağılanan şeylerdi. O yüzden Recep İvedik de sonunda buna dönüşebilir. Biz şimdi beğenmiyoruz, ama sonunda Recep İvedik nostaljik bir hoşluk olarak aklımıza gelebilir. Hayat oraya doğru akabilir maalesef.
Kavramsal olarak Türk sinemasından Türkiye sinemasına geçiş sürecinde tamamlanması gereken eksikler olarak neler görüyorsunuz?
Öncelikle Türkiye sineması diye bir şey yok; İstanbul sineması diye bir şey var, çünkü sinema dediğin şey İstanbul’da yapılıyor. Çekimler başka yerde yapılabilir ama kararlar burada veriliyor. Hatta Türkiye’nin kuruluşundan önce, Osmanlı’da da kültür denen şey bu şehirde üretiliyordu. Başka bir yer yok, sadece İstanbul var. Nahit Sırrı Örik’in Turnede Bir Yıldız Öldürüldü diye minnacık bir kitabı vardır. Orada “Yıldızı halk yaratmaz, İstanbul yaratır” denir. Hala o yıldızı da, sinemayı da İstanbul yaratıyor işte. Bizim Türk sineması mı, yoksa Türkiye sineması mı diye yaptığımız o tartışma da İstanbul’da çıkıyor. Türkiye sineması kavramı Kürtler düşünülerek kullanılıyor ama aslında onlar da burada sinema yapıyor. Kararlar burada veriliyor, tüketim burada gerçekleşiyor. Soruya gelecek olursam; sinema yapmak o kadar zor bir iş ki, yapanlar benim düşündüğüm şeyleri bin kere düşünmüşlerdir zaten. O nedenle benim buna ilişkin söyleyebileceğim bir eksiklik yok, ama bu tartışmadan bağımsız olarak beni film seyrederken rahatsız eden şeyi söyleyeyim: Hız problemi. Hollywood, Avrupa sineması, internet ve iletişim sistemimiz dolayısıyla başka bir hıza alıştık artık ve Türkiye’de yapılan sinemanın o hızı yakalayamaması beni rahatsız ediyor. Gerçi bu durum Türkiye sinemasına özgü değil, aynı şey bir İtalyan’ın yaptığı filmde de karşıma çıkabiliyor. Onun dışında ben Türkiye’de yapılan filmleri çok beğeniyorum. Özellikle hikâyeleri çok iyi buluyorum.
Ece Temelkuran Kimdir?
1993 yılında gazeteciliğe başladı. 1996 yılında Alman hükümeti tarafından yılın gazetecisi seçildi. Cumhuriyet, Milliyet, Habertürk ve Birgün gibi çeşitli gazetelerde çalıştı. Makaleleri Nawaat, New Left Review, Le Monde Diplomatique, Global Voices Advocacy, Al Akhbar, New Statesman ve Guardian’da yayınlandı. Yazdığı 14 kitap arasından Ağrı’nın Derinliği ve Kıyı Kitabı İngilizceye, Düğümlere Üfleyen Kadınlar Almanca ve Hırvatçaya, Muz Sesleri ise Arapçaya çevrildi.
Sosyoloji bölümü mezunu. Birkaç sinema filminin prodüksiyon aşamasında yer aldıktan sonra 2013 yılında Sinema Kafası’nı kurdu. Yazılarına Cineritüel’de devam etmekte, sinema doktorası yapmakta ve çevirmen olarak çalışmaktadır.