“Beşer bir ‘imek’tir (sein). Buna karşılık insan ‘olmak’tır (werden).”
Ali Şeriati.
İnsan kelimesi terminolojide iki şekilde kullanılır; “beşer” ve “insan”. Beşeri, varoluştan itibaren yeryüzünde bulunan, varlığı halen devam eden, yerkürenin her bir noktasına yayılmış milyarlarca bireyden oluşan iki ayaklı canlı olarak tanımlayabiliriz. İnsan ise oluşumunu tamamlamış, öz varlığının bilincinde, seçme yeteneği ve yaratıcı özelliği olan varlıktır. Varoluş eyleminin Descartes (“Düşünüyorum, öyleyse varım!), Gide (“Duyumsuyorum, öyleyse varım!) ve Camus (Başkaldırıyorum, öyleyse varım!) tarafından yapılmış üç farklı yorumu mevcuttur.* Doğruluğu şüphe götürmez bu üç farklı varoluş felsefesi (öz bilincin farkındalığı) içerisinde, Camus’nün başkaldırı felsefi aynı zamanda ‘olmak’ eyleminin ilk adımıdır. Konformist bir toplumun ihtiyacı olan, var olana ayak uydurması istenen bireylerin yani beşerlerin, farkındalık oluşturmaya yönelik herhangi bir başkaldırı eyleminden uzak durması, Sorun Yaratan Adam filminin de asıl meselesi. Standartlığın her bir noktada hissedildiği toplumda insan olmanın savaşımını veren bir adamın başkaldırı hikâyesini anlatan film, modern, konformist yaşama ve tüketici topluma sıkı eleştiriler getiriyor.
Yönetmen Jens Lien, aldatmanın, aldatılmanın, intihar etmenin, sevişmenin, kan dondurucu olaylar karşısında sıradan bir ruh haliyle tepkiler vermenin normal olduğu, birbirinin benzeri insanların bulunduğu distopik bir dünyayı bizlere sunuyor. İnsana has düşünme, duyumsama ve başkaldırı gibi eylemlerin bulunmadığı bu yerde var olan tüm bireyler, olanı olduğu gibi kabul eden, mekanik kişiliklere sahip beşerlerden oluşuyor. Ta ki ana karakterimiz Andreas nerden geldiğini ve nereye geldiğini bilmediği bir otobüs yolculuğu ile bu yere ulaşana kadar. Andreas’tan sonra işler hiç de olduğu gibi standart bir şekilde seyir etmiyor. Artık filmin ismiyle müsemma sorun yaratan bir adam var karşımızda. Yediklerinden ve içtiklerinden tad alamayan, sevişmenin hiçbir şehvet unsuru içermemesine anlam veremeyen Andreas, var olanı düşünme ve duyumsama uğruna çevresindeki herkese rağmen bir başkaldırının içerisine giriyor. İnsan olma savaşımının ilk adımlarını atıyor.
Konformizmin anlamsızlığını vurgulayan filmde, yönetmen film boyunca merak ettiğimiz birçok konuya açıklık getirmez. Andreas’ın o şehre nerden geldiği, niye geldiği, şehirde bulunan insanların ilişkilerinin bu duruma nasıl ulaştığı, insanların neden başkaldırmadığı gibi soruların hepsi yanıtsız kalır. Bu soruların yanıtsız bırakılmasının yönetmen tarafından bilinçli bir şekilde yapıldığını düşünüyorum; çünkü birçok distopik hikâyede eleştiri baskıcı rejime sahip düzenlere iken bu filmde bireyin kendisinedir. Yönetmenin, hikâyede bazı noktaları havada bırakmasının tek sebebi de bu, insana odaklanması. O, sistemin neden bu hale geldiğini sorgulamak yerine beşer ile insan arasındaki farkı anlatır.
Uyum sağlamak uğruna feda ettiklerinin insan olmanın en temel özellikleri olduğunu unutan modern insana, Lien’in film boyunca bağıra bağıra şu cümleleri anlattığını düşündüm: Herkesin vaha olarak gördüğü yer sizin için serap olabilir. Düşünün, duyumsayın ve başkaldırın.
*Yazı oluşturulurken temel çıkış noktası Ali Şeriati’nin İnsanın Dört Zindanı kitabı olmuştur.

Kimya Mühendisliği mezunu. İnovasyon, Girişimcilik ve Yönetim bölümünde başladığı yüksek lisans eğitimini bırakarak Marmara Üniversitesi’nde sinema yüksek lisansına başladı. Çeşitli film festivallerinde görev almasının yanı sıra İnönü Üniversitesi Kısa Film Festivali’nin yürütmesini yaptı. Cineritüel sitesinin kurucusu ve yazarı.