Krzysztof Kieslowski’nin Eski Ahit’teki On Emir’den yola çıktığı TV dizisi The Decalogue (Dekalog), Polonya’nın 1980’li yıllarda yaşadığı olanaksız koşulları ve dünyanın her zamankinden daha çirkin yüzünü göstermek amacıyla çekilmiştir. Yeşil filtre, karanlık imgeler ve emirlerin günümüze göre yorumlanışı ile bu sorunlu dünyayı imleyen Kieslowski; izleyiciyi köşeye sıkıştırıp sorgulamaya iten, bunu yaparken de gerçeğe çok yakın tasvirler kullanan bir anlatı tercih eder. Bir tür döngü şeklinde ilerleyen Dekalog serisini -her film bir sonraki emri işaret etmektedir- Slavoj Zizek bir etik sorunu olarak tanımlar: Her seferinde ahlaki bir emirden yola çıkmasına rağmen, onu çiğneyen insanoğlu sayesinde, olay etik sorununa dönüşmektedir. Bence bahsedilen bu etik sorunu, serinin parçalarını da birbirleri bağlayan unsurdur. Dolaylı bir biçimde On Emir’in yasaklarını anlatan Kieslowski, böylece ahlaki metinleri kendine göre yorumlar ve bambaşka bir formatta izleyiciye sunar. İzleyicinin gördüğü artık yeni bir formdur ve yargısını, kaynağı olduğu On Emir’den daha çok etik kaygıları ile verir.
“Ruh diye bir şey yoktur, bu bir veda yöntemidir.”
Dekalog serisinin ilk filmi tüm seri de olduğu gibi bir sonraki emri yorumlar: “Kendin için oyma put yapmayacaksın, onlara ibadet etmeyeceksin.” Kieslowski’nin yorumunda oyma imge bilgisayar vasıtasıyla simgelenmektedir. Her şeyi bilmekte muktedir olan Tanrı yerine konumlandırılan bu yeni imge / put, baba tarafından kutsal görülmekte, inanç bir veda yöntemi olarak ele alınmaktadır. Çevresel faktörleri yok sayarak buzun kalınlığını bile hesaplamaya güvendiği bu yeni put, oğlunun ölümüne sebep olur. Hz. Süleyman’ın hikâyesinde olduğu gibi -oğlunun öldürüleceğini düşündüğünden, Tanrıya güvenmek yerine, oğlunu bulutların arasına saklar; ancak oğlunun cesedini tahtının önünde bulur- babanın suçunun cezası oğula kesilmiştir. Bilimin sahte tanrısını putlaştıran babanın basit bir mekanik hesaplamanın kurbanı olması putlaştırdığı sisteme olan inancını sarsar. Artık güveneceği bir şey kalamamıştır. Bir sonraki emir olan “Rab’ın ismini boş yere ağıza almayacaksın” ikinci Dekalog filminde anlatılır. Yalnız yaşayan yaşlı bir başhekim, kendisine kocasının durumunu soran komşusuna “umut yok” diye yalan söyler. Oysaki kanser olan eş düzelmeye doğru gitmektedir. Yalan söyleme sebebi ise kadının başka bir adamdan hamile olmasıdır. Paradoks şudur: Eğer eşi sağlığına kavuşacaksa çocuğu aldıracaktır, eğer ölecekse ise çocuğu doğuracaktır. Doktor’un “umut yok” diye yalan yere yemin etmesi, yani yine bir emir ihlali, ilk filmdeki gibi çocuğun ölümü değil yaşamı ile sonuçlanmıştır. İlk iki filmde suçsuz olanların bedel ödemesi / ödeme ihtimalini odak noktasına yerleştiren Kieslowski, bu sayede daha sonraki filmlerde de yer alacak muğlak bağları kurmaya başlar.
“Sebt gününü takdis etmek için onu hatırında tutacaksın. Altı gün işleyeceksin ve bütün işini yapacaksın, fakat yedinci gün efendin Rab’e Sebttir” emri Dekalog 3’de yine serbest bir yorumla ele alınmaktadır. Eski metresinin (Ewa) isteği üzerine Noel akşamında ailesini bırakıp tüm geceyi onun kayıp eşini aramakla geçiren bir taksicinin hikâyesini izleriz. Ewa’nın -sonradan öğrendiğimiz- yalnız geçirdiği Noel’leri telafi etmek adına, kendisini trajik bir oyuna sürüklemesi ve bu sayede geçmişini unutmaya çabalaması; en sakin olması gereken günü -Sebt- panik atağa dönüştürmüştür. Taksicinin ise mutlu ailesi yerine eski bir heyecan peşinde koşmasını görürüz. Ve bu gün oynanan oyunlar ve duyulan heyecanların hepsi boşa gider, herkes geceyi ilk başladığı halde tamamlar. Çünkü bu gün Tanrı’ya adanması gerekir. Dördüncü film “Babana ve anana hürmet edeceksin” emrini Kieslowski kışkırtıcı bir şekilde yorumlar: Peki ya babanız gerçek değil ise ve kızınız size ensest bir şehvet duyuyorsa? Annesinden kalan gizemli bir mektupta babasının gerçek babası olmadığını öğrenen genç kız, aile otoritesini yerle bir eder. Babasına duyduğu şehvet emirdeki gibi bir saygı ifadesine dönüştükçe de çözülme başlar. Ancak asıl sorun mektubun hiç açılmamış olmasıdır. Arzu, kurgunun bir parçası olarak dışarı çıkar ve baba-kız ilişkisini yıkar. Gerçek baba-kız ilişkisi illaki biyolojik bir bağ mı gerektirir sorusunu izleyiciye sorduran Kieslowski, bunun cevabını film içinde net olarak vermekten kaçınır. Mektubun gerçek mi yoksa yalan mı olduğundan çok bu şüphe tohumunun izleyici üzerindeki etkileşimini önemser.
Öldürmeyeceksin!
“Öldürmeyeceksin” emri üzerine çekilmiş 5. Dekalog filminin uzun versiyonu olan Krótki film o Zabijaniu (Öldürme Üzerine Kısa Bir Film / A Short Film About Killing) içeriğinde barındırdığı ayrıntılı ve sert iki cinayet sahnesi ile Krzysztof Kieslowski’nin izlemesi en zor filmidir. Ayrıca Dekalog serisinin de en ışıltılı işi olan film, öldürmek kadar ölmenin de kolay olmadığının altını çizer. Kieslowski, ilk önce normalde ekranlarda patır patır ölen kişileri görmeye alışkın izleyicinin algısını sarsar. Çünkü Jasek adlı gencin öldürdüğü taksici öyle kolaylıkla can vermez. İzleyicinin sabrını test eden ve bir an önce bitmesi istenen cinayet sahnesi, stilize formülden uzak gerçekçi bir anlatımda ekrana taşındığından, şiddet imgelerine alışık izleyici için bile rahatsız edici bir boyuta ulaşır. Çünkü vahşetin boyutunu yalın bir şekilde görmeye tahammül edemez. İzleyici için Jasek’in yaptığı sebepsiz hareket iken ölümün geç gelişi, olayı farkındalık boyutuna taşır, tedirgin eden de eylemin uzamasıdır. Saf şiddetin getirdiği tedirgin edicilik bir kez daha, bu kez Jasek idam edilirken izleyicinin karşısına çıkar.
Kieslowski, Jasek’in infazını ele alırken, “öldürmeyeceksin” emrinin devlet eliyle ihlal edildiğini söylemektedir. Sağlanan adalet duygusuna düşen gölge düşündürücüdür. Çünkü yaşam hakkını birinin elinden almak, geri dönüşü olmayacak bir yola girmek demektir. Jasek’in suçu sabittir ancak makul şüphe ile infaza gönderilen kişiler arasında masumlar olmaz mı? Bu tip vakalar eylemleri devlet eliyle işlenmiş cinayetlere dönüştürür. Ceza mekanizması olayın bir tekrarı ile sarmal bir hale gelmektedir. Ölümün -cinayet veya infaz- alışılmadık şekilde trajediye mahal vermeden gösterilmesi izleyicide sorgulayıcı bir mekanizmayı çalıştırmayı amaçlamaktadır. Tüm bu kargaşa içerisinde atlanan ise Tanrı’nın “öldürmeyeceksin” emrinin ısrarla ihlal edilmesidir.
Hepsi bu, aşk işte…
Tıpkı bir önceki bölüm gibi 6. Dekalog filmin uzatılmış kurgusu Krótki film o Miłości (Aşk Üzerine Kısa Bir Film / A Short Film About Love) “Zina etmeyeceksin” emrini oldukça serbest bir şekilde yorumlar. 19 yaşında postanede çalışan bir genç olan Tomek, her gün, karşı bloktaki komşusu Magda’yı teleskop ile izlemektedir. Bir süre sonra olayların farkına varan Magda perdesini kapatmak yerine Tomek’i tahrik etmeye, başka erkeklerle sevişmelerini ona izletmeye başlar. Bu sırada Tomek’te her fırsatta Magda’nın karşısına çıkmakta, onu telefon ve posta bildirimleri ile rahatsız etmektedir. Kieslowski’nin aşkı “zina etmeyeceksin” emri üzerinden sapkın bir tutku ile ele alması rahatsız edicidir. Annette Insdorf’a göre masumiyetin sembolü aşk, filmde oldukça önemli yer tutan süt ile tanımlanmaktadır. Süt, Tomek’in öksüzlüğüne vurgu yapıp onun saflığını sembolize ederken diğer taraftan gerçekleşen tek cinsel birleşmeye de atıfta bulunur. Magda’nın sütü kırması -saflığı parçalamasının- da bu açıdan önemli olduğunu düşünüyorum. Filmin sonunda Tomek’in evinden kendi evini izleyen Magda, bir düş olarak sütü kırdığı anı görür. Saflık yok olmak üzereyken Tomek gelerek onu avutur. Gerçekleşmemiş bir aşka Kieslowski son bir şans verir ancak bu düş gerçekçi değildir.
Tomek’in bir röntgenci olması film içinde oldukça önemli bir yer tutmaktadır. Tüm film bir izleme deneyimi üzerine kuruludur. Tomek, teleskop vasıtasıyla Magda’ya yakınlaştıkça kendisini mutlu hisseder oysa ilk gerçek yakınlaşmalarından sonra intihar eder. Bir tür pasif agresif tutum olarak seçtiği intihar aslında gerçekler ile yüzleşmesinin bir sonucudur. Magda’nın “aşk işte bu kadar” diyerek Tomek’in boşaldığını ima etmesi ile Tomek’in uzaktan sevmek diye adlandırdığı sevme biçiminin bir yanılsama olduğunu anlamasıyla aynı ana denk gelmektedir. Tomek aradan teleskobu kaldırdığında gerçekler ile baş başa kalmıştır.
Senin olan bir şeyi çalabilir misin?
7. Dekalog filmi “çalmayacaksın” emrini merkeze alır. Ancak bu kez emir ihlali tıpkı Dekalog 2’de olduğu gibi farklı bir amaca hizmet eder. 16 yaşında hamile kalan ve bir skandal oluşmasın diye kızını annesinin nüfusuna geçiren Majka, kızına kardeşi olmadığını, onun annesi olduğunu söyler. Daha ilkokula giden kızını okuldan kaçıran Majka’nın “çaldığı” aslında kendi kızıdır? Kieslowski, kendine ait bir şeyi çalabilir misin diye sorduğu filmde, biyolojik anne mi kutsaldır yoksa büyüten mi sorusunu da gündeme getirir. Majka’nın annesi ile çözemediği patolojik sorunlar, küçük kızı ile bağ kurmasını sağlayan duygularını harekete geçirmiştir. İzleyiciye eylemin bir sevgi mi yoksa intikam hırsı mı olduğunu sorgulatan film, “çalmayacaksın” emrini mülkiyet sınırlarından çıkararak bambaşka bir boyuta taşır. Dekalog 8’de ise ikinci filme konu olan olay bu kez yaşlı bir profesörün etik dersine konu olur. Profesör, doktorun yalan söylemesini çocuğu korumak için en doğru eylem olduğunu söyler. Ancak geçmişinde bir çocuğunu yalancı şahitlik yapamayacağı için (komşuna karşı yalan şahitlik yapmayacaksın, Emir 9) toplama kaplarına esir düşme riskiyle karşı karşıya bırakmıştır. Hatta kendisinin sonradan pişman olduğu bu eylemi, etik profesörü olmasına sebep olmuştur. Kieslowski, adaletsizlik ve etik kavramlarından yola çıkarak, iyilik ya da kötülüğü ortaya çıkaran şeyin durumlar olduğunun altını çizer, neden bazıları kurtarıcı iken bazılarının kurtarılan olduğunu sorgular.
“Komşunun evine, karısına tamah etmeyeceksin” emirini merkeze alan Dekalog 9, iktidarsız bir erkeğin, eşi ve genç sevgilisinin arasındaki ilişkinin farkına varmasıyla girdiği bunalımı anlatır. Aslında genç sevgilisi kadına eşinden boşanıp onunla evlenmesi teklifinde de bulunur. Bu noktada erkekten çalınan bir durum yoktur, çift kendi rızası ile birlikte olmaktadır. Kocadan çalınan iktidarı, yani cinselliğinin sebebi de gizli ilişki yaşayan çift değildir. Tıpkı Aşk Üzerine Kısa Bir Film’de olduğu gibi kocanın pasif agresif tutumları ve intihar teşebbüsü ile yuvası kurtulur. Filmin sonunda izleyicinin aklında kalan soru işareti ise böyle bir zorlama ile bu evliliğin nereye kadar devam edeceği olmaktadır. Son Dekalog filmi ilk emire geri döner: “Karşımda başka ilahların olmayacak.” Kieslowski, pul koleksiyoncusu bir babanın ölümünden sonra birbirleriyle az görüşen iki kardeşin, koleksiyonu bulmaları ve çok değerli olduğunu anlayıp satma çabasını anlatır. Film ilerledikçe babanın bu tutku yüzünden ailesine zaman ayırmadığını, parçalanmanın dipte yatan sebebinin bu sıradan koleksiyonerlik olduğunu anlarız. Eşyalara fazlasıyla değer yükleyerek onu putlaştıran babanın, pul koleksiyonu adındaki Tanrı’sı, ölümü ile çocuklarına sirayet eder. Her şeylerini kaybettikleri anda ise gidip postaneden değersiz pullar alarak sıfırdan başlarlar. Yıkmaları gereken put, onların benliklerini ele geçirmiştir. Kieslowski Dekalog’un son sahnesinde maddeci bir tavır takınsa da aslında olan bir durum saptamasından ibarettir: İnsanoğlu tedirgin edici şekilde bencildir.
Krzysztof Kieslowski tüm Dekalog filmleri boyunca karakterleri ve emirleri geçişleri birbirine bağlar. Bazı olaylar başka filmde devam eder ya da öncülünü açıklayıcı bir tavır takınır. Bağlar çoğu kez organik değildir ama o his güçlüdür. Zaten tüm olaylar aynı mekânda, o karanlık ve kasvetli binada kesişmektedir. Kieslowski, boşuna son filmde bir gaz kaçağı yardımı ile tüm binayı havaya uçurmayı planlamıştır. Yine de bunu yapmaması bir umut ışığı olarak görülebilir.

İşletme ve Finans lisans mezunu, Sosyoloji öğrencisi. Kendi blogu ve DVD+ dergisi forumundan sonra sinema yazılarını yayınlamaya Sinemaximum sitesi ile başladı. Daha sonra yaklaşık 2 yıl Türkiye’nin ilk online sinema dergisi Sinemalife’da Düş Perdesi ve Ev Sineması bölümlerini yürüttü. Kanal D Home Video DVD dergisinde yazdı. Temmuz 2013’de Cineritüel ekibine katıldı. Philip Morris Ezd kanalında Planlama ve Analiz bölümünde çalışmaktadır.