Cineritüel yazarları 2016 yılı içerisinde ülkemizde vizyon yüzü gören filmler içerisinden en iyi 20 filmi belirledi. Oylamaya dâhil olan 7 yazarın kişisel listelerinde ortak bulunan filmlere göre oluşan listenin sıralaması ise en çok oyu alana göre belirlendi. İşte Cineritüel’in en iyi 20 film seçkisi!
- Saul fia / Saul’un Oğlu – László Nemes, Macaristan
Nazi dönemi Almanya’sının Yahudi soykırımına dair toplama kampları, bu kamplarda yaşanan katliamlar, esirleri zorla çalıştırmalar, cesetler üzerinde yapılan tıbbi çalışmalar; her gün binlerce Yahudinin gaz odalarında toplu olarak öldürülmesi ve sonrasında yakılması gibi detaylar daha önce de defalarca kez beyazperdeye taşındı. Macar yönetmen László Nemes de ilk uzun metrajlı filmi Saul Fia’da (Son of Saul – Saul’ün Oğlu) yine 1941–1945 yılları arasında 400 bin Macar vatandaşının öldürüldüğü Auschwitz toplama ve imha kampını kendine mekân ediniyor. Ancak sıra dışı bir şekilde Nemes, seyircinin karşısına daha fazlasını bilmek veya daha fazlasını görmek, yaşanılanları daha dramatik anlatarak kalbimizi daha da burkmak vaadiyle gelmiyor. Onun kamerasını yerleştirdiği noktada yer alan Saul gibi seyirci için de ne duygulanmaya, ne düşünmeye ne de olanı biteni anlayıp analiz etmeye zaman ya da imkân yok. (Filmin Eleştirisi: Son of Saul (2015): Yitirilen Değerler mi Daha Fazlaydı, Kaybedilen Canlar mı?) (Erol Demiray)
- Arrival / Geliş – Denis Villeneuve, ABD
Uzaylı temasının daha önce sinema perdesine istila ve dünyayı kurtarma düzleminde akan hikâyelerle birçok kez taşındığına şahit olduk. Bu noktada, Denis Villeneuve ise başka bir şey yapıyor ve bilimkurgu türünde Gravity ve The Martian gibi filmlerin son yıllarda başı çektiği alternatif yaklaşımın son halkasını oluşturma yoluna gidiyor. Arrival’da, kulak yerine antenleri olan, yeşil renkli, vücut postürü ve davranışlarıyla insana benzeyen, ama insan kadar ‘estetik’ olmayan, teknolojik açıdan gelişmiş ama duygusal yönden geri kalmış ve ‘insani değerler’e sahip olmadığı için insanlar tarafından yenilgiye uğratılmaları kaçınılmaz olan uzaylılar yok. Arrival’da dünyayı yok etmek isteyen uzaylılara karşı insanlığın kaderi için savaşan kahraman Amerikalılar da yok. Arrival’da türler arası savaş sahneleriyle dolu abartılı bir aksiyon da yok. Zaten bu film, uzaylılarla ilgili bir film de değil; Arrival, tamamen insana dair, gerçekçi ve hassas bir film. (Filmin Eleştirisi: Arrival (2016): Denis Villeneuve Bildiğiniz Gibi) (Fırat Çakkalkurt)
- Carol – Todd Haynes, İngiltere, ABD, Avustralya
Carol, içinde yaşadığımız dönemde dahi toplumun tam olarak kabul etmediği eşcinselliği, öğretilmiş kalıpların dışında ele alıyor. Bir sevişme sahnesi dışında son dönemde queer filmlerde izleyicinin gözüne sokulan cüretkârlıktan uzak duran film, ezber eşcinsel anlatı kalıplarına tevessül etmiyor. Bunun yerine sınıfsal farklılıklar, erkeklerin kadınlar üzerinde kurdukları tahakküm ve evlilik kurumunun bir proje olarak görülmesi ile bunların sonuçları olarak görebileceğimiz toplumdaki ötekileştirme ve mahalle baskısının bireyleri nasıl silik hale getirdiği ile ilgileniyor. (Filmin Eleştirisi: Carol (2015): İz Bırakan Temaslar) (Gökhan Gök)
- Youth / Gençlik – Paolo Sorrentino, İtalya, Fransa, İngiltere, İsviçre
Ölüm her zaman yanımızdadır, ancak insan onu görmezden gelir. Heidegger başyapıtı olan Varlık ve Zaman’da ölüm ile ilgili böyle konuşuyor. Ölüm korkusu insanı onu görmezden gelmeye ve yaşlandığını kabul etmemeye götürür. Bir zamanlar evlerini mezarlıkların köşelerine yapan insanlar, bugünlerde sanki o mezarlıklar yokmuşçasına kaçarlar. La grande bellezza ile yabancı dilde en iyi film dalında Oscar sahibi olan Paolo Sorrentino imzalı Youth (Gençlik) tam da bu kaçışın, görmezden gelmenin, gençliğe tutunmanın, gençliğe duyulan özlemin ve geleceği görmezden gelmenin öyküsü. (Filmin Eleştirisi: Youth (2015): Bir Reddedişin Öyküsü)
- I, Daniel Blake / Ben, Daniel Blake – Ken Loach, İngiltere, Fransa, Belçika
Paul Laverty’nin usta işi senaryosu, Ken Loach’un duygusal, çarpıcı, derinlikli anlatımı, Daniel Blake karakterini canlandıran Dave Johns’un aşırı gerçekçi oyunculuğu filmi son yılların en iyi filmlerinden biri yapıyor. Loach sosyal devletin ne olduğunu bir kez daha hatırlatırken insan hikâyelerine odaklanmayı ihmal etmiyor. “Evren atomlardan değil hikâyelerden meydana gelmiştir.” diyen Muriel Rukeyser’in ne kadar haklı olduğunu Ken Loach’un filmini izlediğinizde daha iyi anlıyorsunuz. (Filmin Eleştirisi: I, Daniel Blake (2016): Sosyal Devletin Özelleştirilmesi) (Kürşat Saygılı)
- The Hateful Eight – Quentin Tarantino, ABD
Şiddet hukuk felsefesi açısından genellikle iki türlü sonuç doğurur. İlki kurucu şiddetin ganimetini yiyerek, kendisini hukuk nosyonuyla topluma dışsal olarak konumlandıran ve ‘istisna halinin’ müzmin sahibi konumundaki devletli toplumların oluşması sonucudur. Temeli iki bin yıla dayanır ve insanlık tarihinin yüzde onu bile devletli toplumlarda geçmemiştir. İkinci sonuç, toplumsal düzen için devlete devredilen toplumsal iradenin geri alınması çabasından kaynaklanan anarşi toplumlarının oluşmasıdır. The Hateful Eight, şiddetin birinci sonucundan kaynaklanan ve kurucu şiddeti devletleşme olarak kullanan erkin günahlarını, ikinci sonuç olarak bahsedilen ve anarşiye kapı açan şiddeti belirsiz bir hukuk süjesine dönüştüren anlatı kalıplarıyla açığa çıkarmaya çalışır. (Filmin Eleştirisi: The Hateful Eight (2015): Bir Doğal Hukuk Felsefecisi Olarak Quentin Tarantino) (Fatih Değirmen)
Post-modern çağımızın en ilginç özelliği, eski sinema filmlerinin orijinalinden uzak olarak yeniden resmedilmesine olanak sağlamasıdır. Bu olanak bazen sübjektif bir kutsiyet atfedilecek nitelikte, bazen de sübjektif bir rezillik atfedilecek nitelikte olarak çağımızın sinema ürünlerinin kalitesini etkiler. Quentin Tarantino, bu iki durum arasında gidip gelebilecek bir yönetmen olduğunu her yeni filmiyle gösterir. Bunu kanıtlamak istercesine de köleliği içeren iki western filmi peş peşe seyircilere sundu. Django Unchained (Zincirsiz) de bir Afro-Amerikalının gözünden Amerika’nın gözden çıkarılmış Afro-Amerikan tarihini ya da Amerika’nın kölelikle ilişkisini intikam derecesine taşıyarak, tüm ulus adına bir katharsis yarattı. Django Unchained öyle bir filmdi ki; hem bir remake, hem de yeni bir film olarak tanımlanabilir. Tarantino son filmi The Hateful Eight’de ise Django’yu ve bu yaptıklarını yok sayarak kendi özüne ulaşmanın derdine düşmüş. Kendi sevdiği sinema diline odaklanmış; arzu ve şiddetin yanı sıra, ırkçılıkla birleşen nefret diliyle eski Tarantino atmosferinin ve filmlerinin dönüşü olmuş. The Hateful Eight tam anlamıyla, çevresinde dolandığı şehvet ve şiddete bir an önce ulaşabilmek üzere dizayn edilmiş bir western olarak karşımıza çıkıyor. (Filmin Eleştirisi: The Hateful Eight (2015): Kendi Şehvetinin Esiri Olan Tarantino) (Burç Karabulut)
- La La Land / Aşıklar Şehri – Damien Chazelle, ABD
La La Land; Casablanka ve atıfla, finalinde, başarı uğruna feda edilmiş aşklara, belki paralel evrenlerde gerçekleşecek buluşmalara, hayallere övgüler sıralıyor. Filmin orijinal ismine atıf yaparcasına(*) izleyiciyi gerçeklikten kopartıp, filmi adeta özetleyen hüzünlü, buruk ancak umut dolu bir gülümsemeyle sonlanıyor: “Bir ihtimal daha var”, biz becerememiş olsak bile…
(*) La La Land: Gerçeklikten kopmak, hayallere dalmak. (Filmin Eleştirisi: La La Land (2016): Hayal Edenlerin Şerefine) (Gökhan Gök)
- Elle / O Kadın – Paul Verhoeven, Fransa, Almanya, Belçika
Sinemada karakter yaratılırken dikkat edilen noktalardan en önemlisi izleyici ile olan etkileşimidir. Özdeşleşme sağlanan karakterler genelde kahramanlar ya da iyi karakterlerdir; kötü karakterler ise her ne kadar çoğunlukla daha fazla akılda kalıcı olsalar da, filmin sonunda çözülecek bir sorundan ibarettirler. Paul Verhoeven’in on yıl aradan sonra çektiği filminin (Elle, O Kadın) merkezinde yer alan video oyunları patroniçesi Michele ise en baştan izleyici ile arasına mesafe koyan, sık sık etkileşim bağını koparıp atan ve bunu tedirgin edici sarkastik bir ironiyle gerçekleştiren biri. Bu açıdandır ki izleyicinin Michele’e beslediği duygular film içerisinde sevmek, acımak, nefret etmek, tiksinmek gibi uç noktalarda geziniyor. (Filmin Eleştirisi: Elle (2016): Kurban Olmayı Reddetmek) (Gökhan Gök)
- Bacalaureat / Mezuniyet – Cristian Mungiu, Romanya, Fransa, Belçika
Cristian Mungiu’nun Cannes’da en iyi yönetmen ödülü alan filmi Graduation, bir yönetmenin yaşadığı toplumu nasıl gerçekçi bir söylemle anlatabildiğinin en iyi örneklerinden. Aynı yönetmenin Beyond The Hills (Tepelerin Ardında, 2012) filminde toplumsal eleştiri oklarını Ortodoks din anlayışına yöneltmesi ve 4 Months, 3 Weeks and 2 Days (4 Ay, 3 Hafta 2 Gün, 2007) filminde iki kadın karakter üzerinden toplumsal cinsiyet kodlarının ve kadın cinselliği üzerindeki toplumsal baskı mekanizmalarının (kürtaj yasağı gibi) sorgulandığı düşünüldüğünde; Mungiu’nun, yaşadığı toplumu bir sosyolog bakışıyla nasıl yetkin anlattığı anlaşılacaktır. Mezuniyet filminin başından sonuna kadar heyecanla takip edilen hikâyesi de, öylesine derin tartışmaları öylesine yalın bir gerçeklikle anlatılmış ki seyirci böylesi bir metinden kendi yaşamıyla ilgili sorgulamalara girmeden edemiyor. (Filmin Eleştirisi: Graduation (2016): Ahlak ve Yozlaşma Arasında Bir Toplumsal Çöküş Estetiği) (Fatih Değirmen)
- Spotlight – Tom McCarthy, ABD, Kanada
Tabu, Freud’a göre iki anlamlı bir kelimedir: Bir yanda kutsal anlamına gelen “sacre” ve kutsallaştırılmış anlamına gelen “consacre” kelimeleri bulunurken, diğer yanda tehlikeli, korkunç, yasak, kirli anlamları bulunmaktadır. Spotlight filmi bize, tabu kelimesinin bu ikiliğe yaptığı vurguyu hatırlatır. Katolik Kilisesi’nin içindeki olayları ortaya çıkarmak, kirliliği, korkunçluğu ve tehlikeyi de ortaya çıkarmayı gerektirirken, insanların çok değer verdiği (sacre) bu kurumu gözden düşürmek, bir şekilde iyi bir “tabu”yu yok etmek anlamına gelir. Spotlight’ın bu ikiliği, kutsal ve korkunç tabu ekseninde işlerken bunu iyi becerdiğini söylemek gerekiyor. (Filmin Eleştirisi: Spotlight (2015): Kutsal Olanın Korkunç Olana Üstünlüğü) (Burç Karabulut)
- El Club / The Club – Pablo Larraín, Şili
Pablo Larrain‘in filmi, özelde Hristiyanlığı hedeflese de kurumlaşmış ve geniş çapta örgütlenmiş tüm semavi dinlerde ahiret inancının ortaya çıkardığı bir çarpık durumu ortaya koyar: Kefareti öteki dünyaya bırakıp kötülük biriktirmek. Özellikle günah çıkarma kurumu sebebiyle ahirete vize dağıtan büyükelçiler gibi çalışan kilise yönetimlerinin, tanrı elçisi kibrine kapılmış rahipler çıkarmasına şaşmamalı. El Club‘da yüz kızartıcı suç işlemiş bir kaç din adamı, tövbe ve ibadetle meşgul olması için gönderildikleri emekli evinde içki, televizyon ve kumara dalmıştır. Bir nevi cinsel baskılama sayabileceğimiz bekaret yeminlerinin içsel çatışması, rahipleri alternatif cinsel tatmin yollarına sürükleyebiliyorken, ifşa edilseler bile ne bilimsel ne de hukuksal öz eleştiriye kapı açmazlar. Larrain’in bu konudaki çözüm ve ısrarı ise onların kefaretini bir şekilde öteki dünyaya bıraktırmamak. (Erol Demiray)
- Deadpool – Tim Miller, ABD
Tüm süper kahraman hikâyelerine aşırı yüklenilmiş süper ego psikolojisinin aksine tamamıyla yaşamın tadını yaşama sevinciyle yaşamak isteyen id’e odaklanmış Deadpool, Marvel’in X-Men evreninin en sevilen süper anti kahramanlarından biri. Amerikan kültürüne hâkim olan kahramanın düşmanı yenmesinin belirlediği kimlik oluşumu Deadpool’un temelinde yer alsa da etik kuralların gerektirdiği bir tür ahlak kahramanı olma zorunluluğunu elinin tersi ile itmesi Deadpool’a anti kahraman özelliği kazandırıyor. Evrensel olan için hiçbir şey yapma isteğinde bulunmayan ve tüm süper kahramanlar içerisinde bu isteksizliği nedeniyle lanetlenmiş Deadpool, şahane esprilerle dolu senaryosu, iyi çekilmiş bir aksiyon filmi olması ve eğlendiren jeneriği ile hafızalardan kolay kolay silinmeyecek. (Teksin Begeç)
- The Revenant / Diriliş – Alejandro G. Iñárritu, ABD, Hon Kong, Tayvan
1800’ler Kızılderililerin sayısının milyonlardan yüz binlere düştüğü, batıdaki beyazların sayısının ise yüz binlerden milyonlara yükseldiği, anakarada nasıl bir ülke kurulacağına ve kimlerin hangi haklara sahip olacağına karar verildiği bir dönem. Tıpkı Fitzgerald gibi yaptıkları antlaşmalara uymayan politikacı ve idareciler, Kızılderili halkını oradan oraya göçe zorlarken sahip oldukları zihniyet, onlara bu öncülerden ve Avrupalı asilliği denilen kendini beğenmişlikten miras. O zihniyet, atalarının topraklarında var olup olamayacaklarına dair verilen kararlarda Kızılderilileri muhatap olarak bile kabul etmez. The Revenant bize tekrar hatırlar ki aslında Kızılderililer adına yenilgi, işte bu öncüler arasındaki sayı üstünlüğünün, Kızılderilileri vahşi ve değersiz görenlerden yana olması ile en başından ilan edilmiştir. Tıpkı siyahların vatandaşlık haklarını yine beyazların mücadelesinden çıkan sonuçla kazandığı ve sayı üstünlüğünün galibi ilan ettiği İç Savaş örneğinde olduğu gibi. (Filmin Eleştirisi: The Revenant (2015): Öncülerin Çatışması) (Erol Demiray)
- A Bigger Splash / Sen Benimsin – Luca Guadagnino, İtalya, Fransa
Modern ve modern sonrası zaman döneminde nesli sona eren sadece nesneler ve canlı türleri değil aynı zamanda duygu türünün tamamıdır da. A Bigger Splash tam da bu durumu bizlere kanıtlamak istermişçesine modern insanın duygu devinimleri ile temel içgüdüleri arasındaki uçurumsal farklılığı bireylerin ikiyüzlü tutumları ve ahlaki çıkmazları ile yansıtıyor. Dünyaca ünlü bir rock yıldızı olan Marianne, sevgilisi Paul ile yaz tatilini İtalya’da volkanik bir adada bulunan evlerinde geçirirken, Marianne’in eski sevgilisi ve baştan çıkarıcı güzellikteki kızının yaptığı beklenmedik ziyaret ile bu dörtlü arasında aşk, kıskançlık ve sırlarla dolu eski hesaplaşmalar tekinsiz bir hikayenin ortasında bırakıyor izleyiciyi. (Teksin Begeç)
- Nocturnal Animals / Gece Hayvanları – Tom Ford, ABD
Kendi gerçeklerinde yaşayan veya yaşamaya çalışan erkeklerin ve kadınların psikolojik ve duygusal dalgalanmalarını cesurca inceleyen Gece Hayvanları, yazar/yönetmen Tom Ford’un ödüllü A Single Man (2009) filminden sonraki ikinci filmi. Gece Hayvanları, burada ve şu anda bir hikâye tarafından tüketilen ve hikâyeyi tüketirken geçmişiyle bugünü arasında sıkışıp kalan bir kadını konu alıyor.
- Julieta – Pedro Almodóvar, İspanya
Alice Munro’nun bir öyküsünden uyarlanan Julieta tipik bir Pedro Almodovar filmi özelliği taşıyor. “Favori Almodovar filminiz hangisi?” sorusuna verilecek cevap, yönetmenin takipçileri açısından farklılıklar gösterebilir. Çünkü yönetmenin belirli bir kaliteyi yakalamış anlatı tarzı filmlerinin geneline sirayet etmiştir. Bu nedenle Julieta filmi belki Almodovar’ın başyapıtıdır diyebileceğimiz bir film olmayabilir ama Almodovar sinemasının renk, karakter yaratma -özellikle kadın karakter yaratma- ve mekân kullanma unsurlarının çoğu özelliklerini taşıyor. (Filmin Eleştirisi: Julieta (2016): Dramatiklik ve Trajiklik Arasında Güçlü Karakter Yaratma Dersi) (Fatih Değirmen)
- The Neon Demon / Neon Şeytan – Nicolas Winding Refn, ABD, Danimarka, Fransa
Guy Debord, bugünden yıllar önce Gösteri Toplumu adlı kitabında, çağımızda, gerçeğin parçalanmış görünümleri ile hayatın sahte bir dünya çevresinde döndüğünden söz eder. Hayatın bir sığlıktan (şu aralar sıklıkla yüceltilen) ibaret olduğunu gözler önüne serer. Bu sığlığın içinde kendine yer bulanlar arasında; görselliği öne çıkarıp asıl işlevliğini unutan medya, imaj yaratım fabrikası olan ve zaman içinde ilk tutunduğu dal olan hikâye anlatımından uzaklaşan sinema ve mükemmel olarak arzulanabilir kadınların yer aldığı moda dünyasını sayılabilir. Nicolas Winding Refn imzalı The Neon Demon (Neon Şeytan) bu yoldan emin adımlarla ilerleyerek, Los Angeles’taki mankenlerin dünyasına dalıyor. (Filmin Eleştirisi: The Neon Demon (2016): İnsan Borsasında Değer Kaybeden Bir Sermaye; Güzellik) (Burç Karabulut)
- Kubo And The Two Strings / Kubo ve Sihirli Telleri – Travis Knight, ABD
Kubo ve Sihirli Telleri, ünlü animasyon stüdyosu LAIKA tarafından Japonya’da hayata geçirilen fantastik bir epik, aksiyon-macera filmi. Zeki ve iyi kalpli Kubo, Hosato, Akihiro ve Kameyo’nun da yaşadığı sahil kentinde insanlara hikâyeler anlatarak mütevazı bir hayat sürmektedir. Ama diğerlerine göre daha sessiz olan varlığı, eski bir kan davasının peşine düşen kötü bir ruhu kazara çağırmasıyla bozulur.
- Cìkè Niè Yinniáng / Suikastçı – Hsiao-Hsien Hou, Tayvan, Çin, Hon Kong, Fransa
Tayland Yeni Dalga sinemasının en önemli yönetmenlerinden Hsiao-Hsien Hou’nun “Kırmızı Balonun Yolculuğu”ndan sekiz yıl sonra çektiği ilk film olan “Suikastçı”, Çin’de imparatorlukla ilgili güç çekişmelerinin yaşandığı bir dönemde geçiyor ve sevdiği adamı öldürmesi için görevlendirilen bir kadın suikastçının duygusal ikilemini konu alıyor. Duyguları ile kutsal görevi arasında kalan bir suikastçının hikayesine izleyicisini anlatısındaki boşluklarla dâhil eden film, stilize yapısı, siyah beyaz bir şiir yaratan görselliği ile klasik Çin tablolarını anımsatıyor. (Teksin Begeç)
- Hasret: Sehnsucht – Ben Hopkins, Almanya, Türkiye
90’ların ulusal ve küresel düzlemdeki ekonomik büyüme ortamına kaçakçılık pazarı üzerinden yerel ölçekte büyüteç tutan ve hem yerinde bir kapitalizm eleştirisi hem de akıcı bir hikâye sunan Pazar – Bir Ticaret Masalı (2008) filmiyle tanıdığımız İngiliz yönetmen Ben Hopkins, yeni filmi Hasret: Sehnsucht ile bir kez daha kamerasını Türkiye’ye çeviriyor. Bir İstanbul belgeseli çekmek amacıyla Almanya’dan ekibiyle birlikte İstanbul’a gelen yönetmenin şehirle kurduğu kişisel ilişkiyi ve yaşadığı deneyimleri şiirsel, ironik ve gizemli bir dille anlattığı Hasret, İstanbul’un katmanlarını aralayan sıra dışı bir yapım olarak seyirci tarafından ıskalanmayı kesinlikle hak etmiyor. (Filmin Eleştirisi: Hasret: Sehnsucht (2015): Dünya Bir Yana, İstanbul Bir Yana)
Yazarların Kişisel Listeleri
Cineritüel editörlerinin ortak hesabıdır.