2015 Yılının En İyi 20 Filmi

2015 Yılının En İyi 20 Filmi

Share Button

Cineritüel yazarları 2015 yılı içerisinde ülkemizde vizyon yüzü gören yerli-yabancı filmler içerisinden en iyi 20 filmi belirledi. Oylamaya dâhil olan 6 yazarın kişisel listelerinde ortak bulunan filmlere göre oluşan listenin sıralaması ise en çok oyu alana göre belirlendi. İşte Cineritüel’in en iyi 20 film seçkisi!

1. Leviathan – Andrey Zvyagintsev, Rusya

Gnostikler dünyayı zincire vuran canavarlara kafa tutmak için karşı-canavar hazırlamaya yönelik her türlü girişime itiraz ederler. Oysa Leviathan tersi bakış açısını kutsar; ona güç verir, destek olur. Leviathan’ın aşılamak istediği ”insan insanın kurdudur” söylemidir; ne de olsa kendisi karanlıktan beslenen bir canavardır; aldanmamak gerekir. (Filmin EleştirisiLeviathan (2014): Canavarın Yansıması) (Gökhan Gök)

Leviathan Cineritüel

2. Force Majeure / Turist – Ruben Östlund, İsveç, Fransa, Norveç

Ruhu sınamayı kendini tanıma olarak yorumlayabilir ve bu ilk karşılaşmanın “ben”den insana doğru ilerlediğini söyleyebiliriz; çünkü insanı salt düşünen bir varlık olarak ele alırsak ve duygulanan özelliğini geri plana itersek elde kalana insan değil, “ben” denir. İlişkilerin seyri de bu yöndedir: “Ben”in iktidarlığından duygusal fırtınalar nedeni ile kendini tanımaya uzanır. Ruben Östlund’un Force Majeure / Turist filmini izlediğim ilk andan itibaren aklımın bir köşesinde Raskolnikov’un kendini tanıma seyri ve ruhun sınanması olgusu var. Çünkü film boyunca, Fransız Alpleri’ne kayak tatiline giden ve konformist yaşamın tüm devinimlerine sahip bir çekirdek ailenin kendilerini ve ilişkilerini tanıma seyirlerine anbean tanıklık ediyoruz; ve bu tanıklık, içinde birden çok yüzleşmeyi barındırıyor. (Filmin Eleştirisi: Force Majeure (2014): Önce Kendini Tanı) (Teksin Begeç)

Force Majeure Cinerituel

3. Foxcatcher / Foxcatcher Takımı – Bennett Miller, ABD

Takım sporlarında sponsor ve taraftar baskısı sporculara ulaşmadan evvel teknik ve idari yöneticiler tarafından göğüslenip, onların bu baskıdan daha zayıf etkilenmesi sağlanabiliyor. Futbol, basketbol ve voleybol gibi sporlarda yönetici ve antrenör istifalarının, sporcu ile yolların ayrılmasından daha fazla gerçekleşmesinin sebebi de tam olarak bu; baskıyı ve sorumluluğu sporculardan daha önce ve daha çok yüklenmek zorunda olmaları. Ancak bireysel sporlarda baskının direkt hedefinde bulunan sporcular için durum tamamen farklı. Hele de John Eleuthère du Pont gibi zenginliği dillere destan, gücü ve bağlantıları korku verici olsa da; ailevi sebeplerden dolayı başarıya ve kendini kanıtlamaya sporcudan daha fazla aç bir sponsorunuz varsa, destek almak ile himaye altına girmek arasındaki çizgi kolayca yok olabiliyor. Olimpik bir sporcu olduğunuzda taraftar baskısından daha beter bir milli baskıyla karşılaşmayı, ulusal beklentileri de hesaba katmak gerekiyor. Bennett Miller’ın filmi, biyografik sporcu filmlerinin tercih ettiği başarı öyküleri ve ulusalcılık aşısı yerine, özellikle bireysel olimpik sporcuların perde arkasında yaşadığı, beklentilerin stres ve korku yarattığı; belki yaşamlarını bir başkasının ellerine teslim ettikleri gerçeğini, klişe ve kalıplardan uzak bir şekilde aktarırken, sporcu filmleri külliyatına unutulmayacak bir eser olarak eklendi. (Erol Demiray)

Foxcatcher - Cinerituel

4. Mad Max: Fury Road / Çılgın Max: Öfkeli Yolar – George Miller, Avustralya, ABD

Klasik üçlemedeki zorunluluktan yardım etmeye başlayan ancak koruduğu kendine özgü erdem anlayışı yüzünden insanları da yüzüstü bırak(a)mayan Max, yeni filmde de aynı misyonunu sürdürüyor. Bu sebeple, filme gelen eleştirilerden biri olan Max’in geri planda kalması aslında Mad Max’in genel vizyonu ile çelişiyor. Max’in yolculuğunun zorunlu olduğu gerçeğinin unutulmaması gerekiyor. Diğer taraftan Miller kutsal imajları toza dumana bulayarak son tahlilde feminist damarı güçlü bir yol filmine imza atıyor. 70 yaşındaki yönetmenin aksiyon sahnelerindeki hâkimiyeti ve filmin içindeki muzip punk ögeler ise övgüyü sonuna kadar hak ediyor. (Filmin Eleştirisi: Mad Max: Fury Road (2015): Hayatta Kalma Dinamikleri) (Gökhan Gök)

Mad Max Fury Road - Cinerituel

5. Birdman – Alejandro González Iñárritu, ABD

Derrida, yapısöküm adını verdiği yöntemle bir metnin ileri ya da geri bir şekilde okunabileceğini savunur. Ses-merkezcilik ve söz-merkezcilik arasındaki bağa da dokunan Derrida bunların varlığını reddeder; çünkü bu iki kavramda bir gösterenle ilişki kurmaz, dolayısıyla var değillerdir. Birdman-Batman-Keaton arasında özenle kurulan bağ -metinler arası yolculuk diyebilirim belki- sırasında Batman’in Birdman’e bir kelime oyunuyla metinde yansıtıldığını algılarız. Bu noktada şunu söylemek gereklidir: Eğer Keaton bu rolü oynamasaydı böyle bir çıkarım yapmak zoraki görünebilirdi. Derrida dil çözümlemesinde, sözün yazının üstünde olduğu varsayımını kırıp, yazıyı sözün üstüne koyar. Dili ve onun nitelediği metni de, anlamı, söylenen ve söylenmeyenle bağlantılı olarak açıklar. Buradan yola çıkarak, rahatlıkla bir Birdman ve Batman bağlantısı kurulabilir. Birdman’in göstergesi pekâlâ Batman olabilir, hatta bu öyle sonsuz bir göstergeler zincirdir ki başka aynı sesten türeyen ve göstereni veren bir metinde hayat bulabilir. Önemli olan; dilde bu varoluşu bulabilmesidir. Batman ile Keaton bağlantısı ne kadar unutulmuş olsa da bu sonsuz bağlantıdan biri olmasını engellemez. Seyirci Keaton’u gördüğü an sahnede Batman’i görmektedir. (Filmin Eleştirisi: Birdman (2014): Metinler Arası Yolculuk ve Yeni Bir Yaşamın Metni) (Burç Karabulut)

Sokrates, kavramların somutlaşmasının hataya yol açacağını bildiğinden, doğrudan şaşmamak adına baldıran zehrini içerken ardında yazılı bir şey bırakmamıştı. Ondan kalan iki cümle; ki ilki Delphi’deki Apollon Tapınağı’nın girişinde yazılıdır ve onun dışında başka Antik Yunan bilgelerine de atfedilir: “Kendini bil!” ve “Bildiğim tek şey bir şey bilmediğimdir!”, kavram kargaşasına yol açmadan herkes tarafından anlaşılabilecek yegane ifadeler olarak binlerce yıl öteye, yine bir fetiş ürünü olan yazı sayesinde aktarılıp çıkartmalar halinde otomobil camlarımıza, Facebook iletilerimize ve Matrix filmindeki kahinin mutfağına dek taşındı. İçerik ve biçim birbirleriyle bir yarış içindedirler; çünkü insan düşünmek için kavramlara ihtiyaç duyar. “Sanat” ise ifadelerin altlarını doldurmaya çalışır, tırnak içinden çıkmayı hak ediyorsa. Hepimize olmuştur, anlatacaklarımız vardır ancak karşısına bir ifade getiremeyiz; düşündüğümüz şeyi tam olarak karşılayacak, onu temsil edecek ifadeyi bulamayız. İfadenin içeriği ardında bıraktığı günümüzdeyse, enerji ile maddenin bağıntısını kurmayı başardık ve bütün evreni açıklayacak tek formüle doğru hızla yaklaşıyoruz. Birdman ise içeriğin her yanının istila edildiği ve son Dünya Savaşı’ndan beri artık dördüncü enkarnasyonunda, kopyanın kopyası boyutunda, Baudrillard’ın deyişiyle simülakr düzeyinde yaşadığımız zamanların sıkı bir eleştirisini yaparken suya sabuna da dokunmayan iddialı bir yapım. (Filmin Eleştirisi: Birdman (2014): Doğruluk mu? Cesaret mi?)

Birdman

6. 45 Years / 45 Yıl – Andrew Haigh, İngiltere

Weekend (Hafta Sonu) ile eşcinsel cinsiyet kimliğini bilinen sulardan uzaklaştırarak günlük yaşamın içine dâhil eden ve ilişkiler üzerine ahkâm kesmekten geri durmayan Andrew Haigh; 45 Years ile evliliklerinin 45. yıldönümünü kutlayacak olan bir çiftin hikâyesi üzerinden aşk üzerine söyleyeceklerini kaldığı yerden devam ettiriyor. Günümüzün sevilen romans filmlerine benzer bir aşk öyküsüymüş gibi başlayacakmış izlenimi veren 45 Years, yeryüzündeki en kusursuz ilişkilerde bile gizemli çelişkiler ve şüphelerin olduğunu, tek bir şüphenin bütün bir mutluluğu nasıl yok ettiğini; geçmişle bağını koparamayan bir doğrusal zaman içerisinde, bir zamanların muğlâklığını şimdiki zamana uyarlayarak eylemselleştiriyor. Bu hiçlik duygusundan kaynaklanan, boşluktan doğan bir eylemdir… Yönetmenin izleyicisine evliliklerin gerçekliği ve mutlu aşkın imkânsızlığı konusunda bir ders vermeye kalkıştığını düşünmeyin. Bunu eline geçirdiği her fırsatta radikal bir biçimde yıkmakta bir an bile tereddüt etmiyor. Filmde kurulan dramatik yapının mükemmelliğinin yanı sıra, geçmişteki bir eylemin şimdi de uyandırabileceği şüphe duygusunu, seleflerinde karşılaşmadığımız bir ciddilik ve kâmillik içerisinde derdest ederek, ilişki psikolojisini oyuncularının muhteşem performansları ile beraber izleyicisine geçirebiliyor. Çok yakın bir zamanda Weekend ile var olan bir değeri bizlere hatırlatan Andrew Haigh, şimdi 45 Years ile bu değeri daha da yüceltiyor; duygusal temasları. (Teksin Begeç)

45 Yıl Cinerituel

7. Whiplash – Damien Chazelle, ABD

Damien Chazelle’ın Sundance’i birbirine katan filmi Whiplash, her ne kadar bir müzik öğrencisi ile öğretmeni arasındaki gerilimli ilişkiyi ekrana yansıtsa da, özelde insanların yeteneklerine koydukları sınırlarla, potansiyelleri ve başarı süreçleriyle ilgileniyor. Whiplash’in başarısı ikili arasındaki gerilim ve kendilerini kaybettikleri puslu vadi, mükemmeliyetçilik adına akan gözyaşı, ter ve kan, hatta birbirlerine duydukları nefret-sevgi ilişkisidir. Bunu hiçbir kişisel gelişim kitabında bulamazsınız. (Filmin EleştirisiWhiplash (2014): Şiddetin Sesleri) (Gökhan Gök)

Muhafazakâr bir aydın olan G.K. Chesterton şöyle der: “Allah’a inancın yitirilmesinin tehlikesi, hiçbir şeye inanılmaması değil; herhangi bir şeye inanılmasıdır.” İşte çağımız herhangi bir şeye inanmakla Allah’a inanmak arasında bir fark görmeyenlerin, farkın kendisini kutsayanların çağı. Şimdi Whiplash’ın kurduğu retoriğe dikkat kesilelim. Çağımızın önemli bir paradigması iktidarın temelde kötü bir şey olduğunun vurgulanmasıdır. Whiplash tam da böylesi bir dönemde aslında iktidarın temelde kötü bir şey olmadığını klasik bir ilişki biçimine yaslanarak anlatır: Usta-çırak ilişkisine. Filmde Fletcher -kendisi de bunu bir sahnede söyler- sadece orkestrayı yöneten bir öğretmen değildir. Öğrencilerinin içindeki potansiyelleri açığa çıkarmak için her yolu deneyen, gerektiğinde onları aşağılayan, öğrencileri ile ilişkisini kurarken bu ilişkiyi onları aşağılamak üzerine kuran bir ustadır. (Filmin Eleştirisi: Whiplash (2014): İktidar, Kötü Bir Şey Değildir) (Kürşat Saygılı)

Whiplash Cinerituel

8. Sarmaşık – Tolga Karaçelik, Türkiye, Almanya

Tolga Karaçelik, Samuel Taylor Coleridge’in Yaşlı Gemici şiirinden alıntı ile açtığı Sarmaşık filminde; üzerinde yaşadığımız coğrafyanın, hassas, kırılgan aynı zamanda iktidar tarafından ezildikçe gizliden kin tutan, bastırılmış kimliklerini bir geminin içine dolduruyor ve izleyiciye Nuh Tufanı’nı geminin içinde yaşatıyor. Derinlerde saklanan, şiddet ile örülmüş zayıflıkların bir sarmaşık misali herkesi sardığı ve bu sayede gerçeklik duygusunu kaybeden karakterleri merkeze alarak hiyerarşiden işlevsiz otoriteye, korku kültüründen güç paylaşımına, emir komuta zincirinden erk ve erkekliğe kadar birçok konuda sözünü sakınmıyor. Belki metaforları ima etmek yerine biraz açıktan gösteriyor ancak yine de ülkenin panoramasını incelikle çizmeyi başarıyor. Akıllarda kalan ise hepsinin farklı nedenlerle kaldığı gemide neden birlik olamadıkları oluyor. Sahi aynı gemide değil miyiz? (Gökhan Gök) (Filmin Eleştirisi: Sarmaşık (2015): Dışarıdan Bakılan Hayatlar)

Sarmaşık - Cinerituel

9. The Look of Silence / Sessizliğin Bakışı – Joshua Oppenheimer, Danimarka, Endonezya, Finlandiya, Norveç, İngiltere, İsail, Fransa, ABD, Almanya, Hollanda

Bir önceki filmi The Act of Killing’de (2012), 1960’ların Endonezya’sında devlet desteğiyle gerçekleştirilen komünizm karşıtı soykırımın faillerini bu cinayetleri yeniden canlandırırken kaydeden Joshua Oppenheimer, The Look of Silence’ta da kamerası aracılığıyla Endonezya’da yaşanan soykırımı tartışıyor. Erkek kardeşi 1965 yılında yaşanan askeri darbenin ardından öldürülen Adi Rukun’u filmin merkezine yerleştirmiş ABD’li yönetmen ve Rukun’un sessizliği filmin geneline de sirayet ederek sakin ama sarsıcı bir anlatım sağlamış. Yaşadığı trajediyi öfkeden ziyade, kederle hatırlayan Rukun’un ruh haline Oppenheimer’ın arşiv görüntülerinden uzak, tanıkların sözleri ve yüzlerine odaklanan kamerası da eklenince ortaya Claude Lanzmann’ın başyapıtı olan Shoah (1985) ayarında bir belgesel çıkmış. (Fırat Çakkalkurt)

The Look of Silence - Cinerituel

10. Inside Out / Ters Yüz – Pete Docter, Ronnie Del Carmen, ABD

Son dönemdeki “animasyon sadece çocuklar için değildir” söyleminin 2015 yılındaki güzel bir örneği olan Inside Out, çocukluk telaşları ve duygularını, çocukların adapte süreç sorunlarını orijinal senaryosuyla işleyerek izleyende keyifli bir tat bırakıyor. Temel duygularımızın bizi nasıl yönlendirdiğine odaklanan film, öykünün içinde var olma eylemini manipüle ettiğinden kurgusal açıdan sorun teşkil ediyor. Tüm bu manipülasyona rağmen filmin işlediği insan beynindeki hareketlenme, insani bir yaklaşımla ortaya konmuş. Çekirdek aileden yola çıkarak filmle ilgili toplumsal bir değerlendirmede bulunacak olursak; çocukken saf ve temiz diye tabir ettiğimiz duygular anne ve babadan gördüklerimizin beynimizdeki hareketlenmesi üzerinden kategorik olarak renkleşmektedir. Ve çocukken neşenin sahip olduğu hâkimiyet büyüme sürecinde üzüntü ve öfke ile yer değiştirir. Bu durum, büyümenin kötü oluşu ve çekilmez dünya cilveleri olarak da adlandırılabilir. (Demet Öztürk)

Inside Out - Cinerituel

11. The Lobster – Yorgos Lanthimos, İrlanda, İngiltere, Yunanistan, Fransa, Hollanda, ABD

Dogtooth (2009) ve Alps (2011) gibi ülkemizde de beğenilen filmlerin Yunan yönetmeni Yorgos Lanthimos yeni filmi The Lobster’da ilk İngilizce sınavından başarıyla çıkıyor. David eşi tarafından terk edildikten sonra şehir dışında bir otele yerleşir. Bu otele gelen bekârların 45 gün içerisinde kendilerine bir eş bulmaları zorunludur; aksi takdirde kendi seçtikleri bir hayvana dönüşeceklerdir. David’in seçtiği hayvan ise ıstakozdur. Colin Farrell, Rachel Weisz ve Lea Seydoux gibi yıldızlarla dolu kadrosunun yanı sıra Bunuel’den Kafka’ya kadar birçok sanatçıyı ve eserlerini hatırlatan detaylarla bezeli bu absürt, sürreal, varoluşçu kara komedi hem yılın hem de Lanthimos’un en iyi filmlerinden biri. (Fırat Çakkalkurt)

The Lobster - Cinerituel

12. Kaguyahime No Monogatari / Prenses Kaguya Masalı – Isao Takahata, Japonya

The Wind Rises ile emekli olduğunu açıklayan Hayao Miyazaki gibi, Prenses Kaguya Masalı’nın da Isao Takahata’nın son filmi olması beklenirken, aslında yakın zamanda tamamlanan bu iki filmden The Wind Rises geçen sene salonlarımıza gelmiş olmasına rağmen, Prenses Kaguya Masalı için bir sene daha beklememiz gerekti. Ebedi dost, ezeli rakip ve elbette iki özel insan olan Miyazaki ve Takahata’nın bu son yarışından Isao Takahata galip çıktı diyebiliriz. Prenses Kaguya Masalı, neredeyse tüm Stüdyo Ghibli filmlerinde olduğu gibi yine hümanizm, saflık ve doğa sevgisini temele alırken, farklı çizim tekniğinin de etkisiyle beklentileri daha fazla karşıladı. Takahata son filminde, bilinen en eski Japon metinlerinden biri olan Bambu Kesici’nin Hikâyesi’ni aktardı. Bir bambu kesicinin, bambu ağacının içinde bularak yetiştirdiği, büyüdükçe güzelliği dillere destan olması yüzünden prenslerin kendisiyle evlenebilmek için yarıştığı ay prensesi, şöhret ve zenginlikle gelen, Japon feodal düzeninde asillerden beklenen yaşamını kuralcı, tepeden bakan, yalnızlaştıran, sınırlayan, resmiyetçi ve sıkıcı bularak büyüdüğü taşraya dönmek, yeniden özgür, kuralsız ve doğayla iç içe olmak, bir arkadaş veya evlattan başka hiçbir değer biçilmemek isteyecektir. İnsanoğlunun maddiyat ve şatafat düşkünlüğüne yapılan bu 1000 yıllık eleştirinin nice çocuk masalına referans olduğu kolayca fark edilebilir. (Erol Demiray)

Kaguyahime No Monogatari - Cinerituel

13. The Duke Of Burgundy / Burgonya Dükü – Peter Strickland, İngiltere, Macaristan

Peter Strickland 2012’de Berberian Sound Studio ile İtalya giallo tarzına saygı duruşunda bulunduktan sonra The Duke of Burgundy filmiyle de giallo tarzına devam ediyor. The Duke of Burgundy’de iki kadın bir tür fantastik (sado-mazo) bir oyun oynuyorlar ama aslında birbirlerini bırakmaktan çok korkan iki arkadaş olarak karşımıza çıkıyorlar. Cynthia, evin sahibi olan kadın olarak baskın bir tipi oynarken evin hizmetçisi olan Evelyn ise resesif birini canlandırıyor. Cnythia ile Evelyn’in ilişkisi, başlarda bu fantastik oyunda çok mutlu sürerken yavaş yavaş eski heyecanını yitiriyor. Peter Strickland’ın son draması aslında aşk ve arzuyu incelerken her şeyin rutin olarak kabul edilebileceğini hatta gerekirse bir zamanlar en arzulu gözüken ilişkilerin kopabileceği klişesine giallo bir katkıyla kamerasını kapatıyor. (Burç Karabulut)

The Duke Of Burgundy - Cinerituel

14. Maps to the Stars / Yıldız Haritası – David Cronenberg, Kanada, ABD, Almanya, Fransa

Satirik, hatta yer yer kitch ögelerle çerçevesi çizilmiş yeni Cronenberg filmi Yıldız Haritası, yüzünde ve vücudunda yanık izleri, cazibeden yoksun tavırları ve hiç çıkarmadığı eldivenleriyle olması gereken en son yer olan Hollywood’a gelen Agatha’yı merkeze alıyor. Agatha’nın öyküsünden çıkarımla entelektüel bir uyarıcılık görevi üstelenen Yıldız Haritası atıf yaptığı evrene paralel, kontrollü olarak dağılıp gerçeküstü bir anlatımda tamamlanıyor. Rüya fabrikasının altını kazıyan, kabuk bağlamış yaraları deşen, kanatan Cronenberg, sapıklık ve patolojik çelişkiler çerçevesinde bağımlılık, aile ve özgürlük söylemleri ile sadece Hollywood’u değil, toplumsal katmanları da zehir zemberek bir biçimci üslupla masaya yatırıyor. Tabii ki elini korkak alıştırmadığını söylemeye gerek yok. (Filmin EleştirisiMaps to the Stars (2014): Hollywood Yangın Yeri) (Gökhan Gök)

Maps to the Stars Cinerituel

15. Chappie – Neill Blomkamp, ABD, Meksika

Bilimkurgu türünün son dönemdeki dikkat çekici yönetmenlerinden biri olan Neill Blomkamp, District 9 ve Elysium’un ardından gelen üçüncü uzun metrajında yine insanoğlunun vahşiliğinden ve kötücüllüğünden beslenirken, en sempatik yapay zekâ karakterini türe kazandırdı. Yılın bir diğer başarılı bilimkurgusu Ex Machina’da Ava’nın da garipsediği bir durum olan yapay zekâların dili, kelimeleri ve kavramları öğrenmiş olarak yaşama başlamasıyla aslında %100 kendi bilinçlerine sahip olmadıkları, insan zekâsından ödünç aldıkları verilerle seçimler yapan bilgisayarlar oldukları, Chappie ile diğer yapay zekâları karşılaştırınca daha net anlaşılıyor. Blomkamp’ın yapay zekâ örneğinin farkı da işte burada ortaya çıkıyor: Chappie, hiçbir kelimeyi ve hiçbir kavramı bilmeyen; dilini, kültürünü ve kişiliğini aynı yeni doğan bebekler gibi kendi öğrenmek ve kazanmak zorunda olan ve yine her bebeğin içinde doğduğu ve kopyalayarak edindiği dile ve kültüre ister istemez mensup olacağını da hatırlatan, en başarılı ve anlaşılır yapay zekâ örneği olarak öne çıkıyor. Karşısında ise yapay zekâya güvenmeyen ve robotların insan kontrolünde olması gerektiğine inanan zıt bir düşünce biçimi var. Yapay zekâya güvenmeme meselesinde aslolan faktörün, insan elinin ona ne kadar değdiği belki de. Çünkü Chappie de gelişimini, gördüğü insan davranışlarını kopyalama yoluyla sağlandığından, korkulması gerekenin yine insan zekâsı olduğu ortaya çıkıyor. (Erol Demiray)

Chappie - Cinerituel

16. Corn Island / Mısır Adası – George Ovashvili, Gürcistan, Almanya, Fransa, Çek Cumhuriyeti, Kazakistan, Macaristan

İki açıdan ele alınabilecek bir film olan Corn Island insanın insanla mücadelesiyle insanın doğayla olan mücadelesini paralel olarak işliyor. Abga’nın doğaya sunduğu emek ve bu emek etrafında çevrelenen hayatta mısırlar ekilir, büyür ve yaşama paralel bir süreç geçirir. Bu doğrultuda, filmin insanın kendine aidiyet yaratma olgusunu da irdelediği söylenebilir; Aidiyetin yarattığı sahiplenme ve akabinde gelen mücadele. Bu mücadele doğanın insana karşı savaşı veya insanın insana karşı mücadelesi olarak da yorumlanabilir. Ayrıca Corn Island’da Abga’nın torunu olan Asida, doğanın kadın olarak temsiliyetini sunuyor. Mevsimler değişir, kış yaza döner ve Asida büyüyerek güzelleşir. Büyüyüp güzelleşen kadın yabancı erkeklerin tehdidi altındadır, tıpkı güzelleşen doğa gibi. Yakılıp yıkılır. (Demet Öztürk)

Corn Island - Cinerituel

17. Macbeth – Justin Kurzel, İngiltere, Fransa, ABD

Oyuncuların performansının yönetimin çok önünde yer aldığı ve bir oyuncu filmi olarak nitelendirilebilecek Macbeth’te, yoğun teatral bir hava hissediliyor olmasına rağmen Shakespeare’in şiirsel dokusunun daha yoğun olduğu söylenebilir. Bu durumun filme ağır ve ağdalı bir anlatım kattığını belirtmeliyim. İzleyici açısından ilk 20 dakikasında devam eden ağır anlatım her ne kadar hikâyeden uzaklaşma nedeni olursa olsun Fassbender’ın Macbeth’i adeta yeniden var etmesi bu havayı bambaşka bir hale bürüyor. (Demet Öztürk)

Macbeth - Cinerituel

18. Pride / Onur – Matthew Warchus, İngiltere, Fransa

Mücadele durumuna pozitif bir içerik vermekten uzak, pozisyonunu ortak düşman olgusuna göre konumlayacakmış izlenimi vererek başlayan Pride; ötekinin dışlanması üzerine şekillenmiş bir kimlik mücadelesini, emek öncelikli bir harekete çevirmesi ile dikkate değer bir yapım. Eşcinselliğe toplumsal bakış açısını ve Thatcher döneminin baskı mekanizmalarını izah da kullandığı metodu, Cemil Meriç’in çokça üstünde durduğu obskürtanizm ile ifade edebiliriz. Köşeleri çizilmiş bir bilgi yayılımı dışındaki tüm özgür hareketlerin önünü kesen bu yaklaşımı yönetmen Matthew Warchus, mücadele edenlere karşı dışarıdakilerin ve tekil direniş hareketlerinin birbirlerine bakış açısı olarak kullanıyor. Grevdeki madencilerle dayanışma noktasında her ne kadar kara elmas diyarına inemeseler de, oluşturdukları farkındalık ile birlik duygusunun önemini öne çıkaran bir grup gey ve lezbiyen aktivistin anlatısı olan Pride’in kusuru ise; eşcinsel bireylerin aile fertlerine açılma durumlarını yer yer dramatize etmesi. (Teksin Begeç) (Filmin Eleştirisi: Pride (2014): “Öteki” ile “Ötekinin De Ötekisi”nin Bir Aradalığı)

Pride - Cinerituel

19. Sicario – Denis Villeneuve, ABD

Denis Villeneuve, filmlerinde birçok kere şiddet ve yüzleşme konusunu işledi. Son filmi Sicario ile bu konuyu sadece göze sokmak amacıyla kullanan bir Hollywood yönetmeni haline geldiğinin ilanı olmuş. Ajanlar, cipler ve helikopterlerin başını çektiği sahneler Sicario’yu esir almış adeta. Bu yüzden Meksika’daki uyuşturucu kartellerinin hayat rutini, öyle sere serpe verilmiş seyirciye. Sonuçta ortaya çıkan, uyuşturucu kartellerinin ve polislerin nasıl işbirliği yaptıklarının üstüne giden bir yozlaşma ve yüzleşme filmi değil, sadece bunu göstermeyi amaçlamış ama çok da dert edinmemiş bir film. Sicario, sorunsalını ve yolunu kaybedip başka bir şeyi normalize etmeyi hedeflemiş. (Filmin Eleştirisi: Sicario (2015): Yine Ve Yeniden Amerikan İdealizmini Yayarken…) (Burç Karabulut)

Sicario - Cinerituel

20. Inherent Vice / Gizli Kusur – Paul Thomas Anderson, ABD

21. Akademi Ödülleri’nde en iyi uyarlama senaryo ve en iyi kostüm tasarımı dallarında adaylıkları bulunan Inherent Vice, Paul Thomas Anderson filmografisinin yedinci parçası. Eski kız arkadaşının yeni sevgilisinin ortadan kaybolması üzerine bu gizemi çözmek için maceraya atılan dedektif Sportello’yla birlikte bizi de hem Sportello’nun kişiliğine hem de 1970’lerin Los Angeles’ına doğru bir yolculuğa çıkarıyor yönetmen. Hikâye anlatım yeteneğini, zekâ parıltılarıyla dolu görsel tekniğini, mekân tasarımları, atmosfer yaratımı ve müzik kullanımındaki başarısını bu filmde de seyirciden esirgemeyen Anderson, filmin iki buçuk saate yaklaşan süresine rağmen asla sıkıcılık veya tahmin edilebilirlik tuzağına düşmeyerek bir kez daha ustalığını sergiliyor. Ayrıca Inherent Vice’ın başarısında Joaquin Phoenix’in oyunculuğunun da etkisini vurgulamak gerek. (Fırat Çakkalkurt)

Inherent Vice - Cinerituel

Yazarların kişisel listeleri:

2015 liste

, , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir