Cineritüel yazarları 2014 yılı içerisinde ülkemizde vizyon yüzü gören yerli-yabancı filmler içerisinden en iyi 20 filmi belirledi. Oylamaya dâhil olan 8 yazarın kişisel listelerinde ortak bulunan filmlere göre oluşan listenin sıralaması ise en çok oyu alana göre belirlendi. İşte Cineritüel’in en iyi 20 film seçkisi!
1. La Grande Bellezza / Muhteşem Güzellik – Paolo Sorrentino, İtalya, Fransa
Bir turist olarak Roma şehrine bakılacak olunursa, Roma’nın altından çıkanın sadece Roma İmparatorluğu ve Hristiyanlık dönemine ait kalıntılar olmadığı, aynı zamanda Roma arkeolojisinden lüks ve debdebenin ağır bastığı bir yaşam da ortaya çıkacaktır. Her antik şehirde olağan olan ama Roma’da farklı olan nedir diye sorulabilir. Cevap ise; çağ değişimine rağmen her daim ihtiyaç duyulan o boş hedonizm duygusu olacaktır. Roma İmparatorluğu’nun en şaşaalı dönemlerinde imparatorların ve zenginlerin eğlenmek ve zaman geçirmek adına patlayana kadar yemek yediği söylenir. Bu yemek öyle uzun sürer ki; tıka basa doyan zengin Romalı daha fazla yemek yemek için yediklerini çıkarır. O arada tuvalete bile gitmedikleri rivayet edilir. Roma’da var olan zenginlik durumunu herhalde anlatmaya yetecek bir örnektir bu. Post-modern İtalya’yı bugünlerde saran ekonomik krizde dahi bu zenginlik sürekli devam eder. Özellikle son Berlusconi döneminde bu zenginliğin yaşandığı muhtemelen tek yer olan sosyetenin hedonizmi ile Roma’nın Muhteşem Güzellik’i paralellik gösterir. (Filmin Eleştirisi: La grande bellezza (2013): Bir Möbius Şeridi Olarak Hedonizm) (Burç Karabulut)
2. Kış Uykusu – Nuri Bilge Ceylan, Türkiye, Fransa, Almanya
Hoşgörüyü gerçeklikten uzak bir soyutlukta, nostaljik bir duygu devinimi içerisinde tanımlama ya da kullanma bağnazlığının kibre nasıl hizmet ettiğini görmek için neye, niçin hoşgörü göstermemiz gerektiğinin farkında olmadığımıza yönelmek yeterli olacaktır. Bu çıkarım, hoşgörüyü kişiler arası ilişkilerin birinci planına koymanın yanlış olduğu anlamına gelmez. “Ben”den başkasının düşmanca konumlandırılmasının önüne geçişin temeli olarak ele alınmalı ve “ben”i yüceltmekten ayrı olarak değerlendirilmelidir. İşte Nuri Bilge Ceylan’ın edebi metni Kış Uykusu tam da bu yanlış algı üzerine anlatısını oluşturmuş; insanın bu algı zıtlığı içerisindeki görüş darlığını, tek doğrunun kendisinde gizli olduğunu sanan karakterlerin kendi aydınlığı ile sınırlandırmıştır. (Filmin Eleştirisi: Kış Uykusu (2014): Değişken Duygular) (Teksin Begeç)
Bazı kelimelerin birbirleriyle olan ilişkileri kelimelerin öz anlamlarından çok toplumda yarattığı çağrışımları ile başka anlamlara ulaşabilir. Sözgelimi “aydın” kelimesini ele alalım: Aydın kelimesi iyi eğitim almış, kültürlü, ileri görüşlü anlamındadır. Ancak algı daha çok entelektüel ile karıştırılır. Hatta entelektüel halk arasında pejoratif bir algı yaratırken aydın kelimesi onun düşünsel yapısını da kapsar. Bir anlamda kelime, sanal olarak içeriğinden fazlasını ifade eder. Nuri Bilge Ceylan’ın son filmi Kış Uykusu’nda merkezdeki karakter Aydın da kelime anlamı gibi şişirilmiş; kendisine düşünsel anlamlar yükleyen, bu sayede tam olmaya çalışan ancak sadece küçük çevresini “aydınlatabilen” biridir. Ceylan toplumun algıladığı haliyle Aydın’ı ele alırken, bireysel eksikliklerin düşünsel eylemlerin önüne geçmesini de vurgular. (Filmin Eleştirisi: Kış Uykusu (2014): Kaybolan Anlamlar) (Gökhan Gök)
3. Her / Aşk – Spike Jonze, ABD
Hazır ilişkilerin bize kattıkları ve bitme sebepleri gibi karmaşık bir konu üzerine güzel anlatılmış ve olabildiğince net cevaplar üretebilmiş Her ile karşılaşmışken, kendi aklımıza da gün ışığı olarak tutmak lazım. Konu ‘bitmiş ilişkiler’ olunca ve tecrübeler yeniden hatırlanıp dile getirildiğinde herkes için bir ‘farklı sevgili’ veya ‘farklı ilişki’ kapsamında özel bir dönem veya özel biri olabilir. İlişkinin neden bittiği hakkında aradan yıllar geçse de hala somut sebepler bulamıyor dahi olabiliriz ve her boşluğa düştüğümüzde zihnimizde canlanan ilk görüntüler o ilişkinin hatıraları olabilir. Her ile Spike Jonze, o farklı ilişkiyi farklılaştıranın ne olduğu, neden ömür boyu zihnimizden silinip gitmediği ve ilişkinin neden bittiği hakkında kendimize cevaplar bulabilmek için harika bir fırsat sunuyor. (Filmin Eleştirisi: Her (2013): Kitapsı İlişkiler, Kaçınılmaz Değişimler) (Erol Demiray)
“İşletim sistemiyle bir ilişki yaşamak” ne kadar tuhaf gelse de hangimiz çocukluğumuzda oyuncaklarımıza hayat verip onlarla iletişim kurmayı denemedik ki. Bana göre Jonze’un da yapmaya çalıştığı ve başardığı bu çocukluk hayali, düşüncelerimiz ve gelecek örüntüsünün masum gibi görünen hayalci ama aslında çok ama çok gerçekçi durumudur. Fakat hayali kahramanımızı biz yönetirken, filmde bu duruma duyguları olan sistemle birlikte yaşanan ikili ilişki kapsamında hayal kırıklıkları, duygu çöküntüsü, aşk, umut, coşku hâkimdir. (Filmin Eleştirisi: Her (2013): “Teknoloji, Yalnızlık ve Aşk” Şeytan Üçgeni) (Demet Öztürk)
4. Deux jours, une nuit / İki Gün, Bir Gece – Jean-Pierre Dardenne, Luc Dardenne, Belçika, Fransa, İtalya, Hollanda
Ekmeği emek harcayanlar mı kazanır? Her ne kadar yaşadığımız dünyaya oldukça uygunmuş gibi görünse de bu sorunun yanıtını olumlu bir şekilde vermek imkânsızdır. Dış dünyada kusur kuralı vardır ve dolayısıyla emek harcamayan kişi de ekmeğini kazanır; öyle ki hiç çalışmadan, pinekleyen kişi çalışandan daha fazla kazanır. Çok iyi biliyoruz ki bahsedilen dış dünyada her şey, onu elinde tutana aittir ve bu aitlik peşi sıra umursamazlık ilkesini de oluşturur. Dardenne kardeşlerin Two Days, One Night / İki Gün, Bir Gece filmi, hiçbir iş yapmadan dünya nimetlerinden faydalanan patronun, çalışarak ekmeğini kazanmak isteyen işçilerine karşı sergilediği umursamazlık ilkesini gözler önüne sererken, işçiler arasındaki mecburiyetler ve kısmi umursamazlığa da derinlemesine değiniyor. (Filmin Eleştirisi: Two Days, One Night (2014): Sınıf Temelli Umursamazlık İlkesi) (Teksin Begeç)
5. Only Lovers Left Alive / Sadece Aşıklar Hayatta Kalır – Jim Jarmusch, İngiltere, Almanya, Fransa, Yunanistan, Kıbrıs
Jim Jarmusch’un gotik eseri Sadece Aşıklar Hayatta Kalır, post-modern bir vampir filmi olmasının yanı sıra, aşkın sonsuzluk tanımını soyut eksenden somut çıkarıma dönüştürebilmiş bir bilgi arşivi. Aşkın varoluşunu fizik kanunları ile bulutlardan göz boyutuna indirgeyen ve bu şekliyle insan hayatına angaje ederek ona ölümsüz bir fiziksel rol-boyut biçen anlatısında; Adam ve Eve’in yüzyıllar süren aşk serüvenleri ile beraber, tanık oldukları dönemlerde yaşamış tarihi kişilikleri ve dönemlerin entelektüel yapılarını da seyre dalıyoruz. Bu dönemsel seyir içerisinde Jarmusch’un günümüz entelektüalizmine getirdiği eleştiriler ise bilginin dejenerasyonu ve saf bilginin özlemi. (Teksin Begeç)
6. The Grand Budapest Hotel / Büyük Budapeşte Oteli – Wes Anderson, ABD, Almanya, İngiltere
The Grand Budapest Hotel, Wes Anderson’dan beklenildiği gibi bir film olamasa da renk cümbüşü olan setleri, dönemin giysileri ve mizanseniyle normal bir film olmayı başarıyor. Bunun ötesinde farklı bir tarih denemesi yapmaya çalışan bir meta-film olarak karşımıza çıktığını da söylemeliyim. Film, Avrupa’da bir otelde geçen olayları Grand Budapest’in içine yerleştirerek çeşitli bağlantılar kurarken Avrupa tarihini alaya almayı da ihmal etmiyor. Tarihin baştan yazılmasından farklı olarak tarihi manipüle eden, kendine göre düzenleyen bir çatı kuran film için “sinekod” sözcüğünün kullanılmasının iyi ifade açısından mantıklı olduğunu düşünüyorum. (Filmin Eleştirisi: The Grand Budapest Hotel (2014): Bir Parça Tarih İçinde Bütün Bir Avrupa) (Burç Karabulut)
7. The Double / Öteki – Richard Ayoade, İngiltere
Ayna farklı sanat dallarında birçok sanatçı tarafından çeşitli biçimlerde ikonlaştırılmıştır. Bunların en geneli yansıtmacı yaklaşım ve kurgucu yaklaşımdır. Yansıtmacı yaklaşımda anlam, öznenin ya da nesnenin kendisinde; kurgucu yaklaşımda ise anlam, özne ya da nesnede durağan değildir. Geleneksel algıya göre ayna gerçekliğin olduğu gibi yansıtılması için kullanılan en temel metaforlardan biri olmasına rağmen René Magritte, resimlerinde ayna ikonunu yapısöküme uğratarak geleneksel algıdaki aynanın yansıtmacı kuramına eleştiri getirerek aynayı yok etmiştir. İşte Richard Ayoade’nin Dostoyevski’nin aynı adlı romanından uyarladığı The Double / Öteki filminin başarısı, biçimsel olarak Magritte’in yapıbozumcu anlayışını benimsemesi ve Kafkaesk yaklaşımlarından kaynaklıdır. (Filmin Eleştirisi: The Double (2013): The Double’da Ayna Olgusu) (Teksin Begeç)
8. Weekend / Hafta Sonu – Andrew Haigh, İngiltere
Bizi rutine geri döndürüp haftayı bütün ağırlığıyla üstümüze yansıtmadan önce tek bir kısa ara verilir: Hafta sonu. Peki, bir hafta sonu insanın hayatında ne kadar şey değiştirebilir? Russell ve Glen için birçok şeyi.
Weekend bize tanıdık gelen, vakit geçirdiğimiz mekânlarda daha utangaç duran o adamla, hiç de utangaç durmayıp herkesi eğlendirmeye çalışan o diğer adamın hikâyesi. Diyalogların akıcı olduğu ve mekânların karakterlerle bütünleştiği, minimal ve bir o kadar da büyük anlamlar barındıran film, heteroseksüel dünyadan başımızı çıkartıp etrafı yeni bir bilinç ve bakış açısıyla sorgulatıyor. (Besna Ağın)
9. Inside Llewyn Davis / Sen Şarkılarını Söyle – Ethan Coen, Joel Coen, ABD, İngiltere, Fransa
Soğuk iliklerinize kadar işlerken, cebinizde beş kuruş paranız ve başınızı sokacak bir çatınız dahi yokken yine de hayallerinizdir içinizi ısıtan şey. Romantik bir kurgu gibi de dursa Joel ve Ethan Coen kardeşlerin “Inside Llewyn Davis” anlatımı gerçeğin elimizde kalan parçası olarak çıkıyor karşımıza. Bu parçadan yola çıkarak izleyiciye, çaresizliğin anlatımı kara mizah ile harmanlanmış bir öykü olarak sunuluyor. Coen’ler hikâyelerinde kötülere farklı yaklaşır. Onların gözünde keskin çizgilerle belirlenmiş kötüler yoktur, kötü olmayı gerektiren şartlar vardır. İzleyiciye de bu şartları verip kahramanları üzerinden empati kurmalarını sağlarlar. Böylelikle hikâye ne kadar sıradan görünürse görünsün kendinden parça bulan izleyiciyi içine alır, sarıp sarmalar. Ayrıntılar konusundaki dikkatli tavırları ise filmi daha da izlenilesi kılan detaylar arasında yerini alır. Inside Llewyn Davis’de bunların tümünü bulabilirsiniz. (Filmin Eleştirisi: Inside Llewyn Davis (2013): Hayallerinin Peşinden Koşarken Şarkılarını Söyleyen Adam) (Demet Öztürk)
10. Pozitia Copilului / Çocuk Pozu – Calin Peter Netzer, Romanya
Parayla her türlü vicdansızlığın ve ahlaksızlığın yapılabildiğine fazlasıyla aşinayız; fakat bunların yapılabiliyor olması, içerideki pürüzleri gidermiyor neyse ki. Ne Barbu ne de annesi, yaşamlarına huzur ve mutluluk gibi kavramları sokmayalı uzun zaman olmuş. Kanlı canlı psikoanalitik bir klişe olan anne-oğul ilişkileri, ikisinin de hayatına verebileceği en üst zararı vermiş… Romen sinemasının son yıllardaki en iyi örneklerinden biri olan Çocuk Pozu, sistemin yozluğu, adaletin yoksunluğu ve bu kokuşmuşluğun aile içi ilişkilere yansımasını bir arada barındıran başarılı bir film. (Filmin Eleştirisi: Child’s Pose (2013): Anne, Kilidi Açar mısın?) (Besna Ağın)
11. Blind / Körlük – Eskil Vogt, Norveç
Senaristliğini zaten ispatlamış olan Eskil Vogt, Körlük filmiyle yönetmenlik kariyerine de harika bir başlangıç yaptı. Görme duyusunu kaybeden bir kadın yazar üzerinden sadece körlükten kaynaklanan eksiklik duygusunun değil, özgüven kaybıyla beraber gelen karşındakine güvenememek, emin olamamak, kuşku duymak, hayali senaryolar üretmek ve kusurluluk hissine kapılmak gibi psikolojik çöküntüleri bir gelişim süreci olarak bağlayarak açıklayan Vogt, cinselliği de özgüven ve güven duygusunun zedelenmesi konusunda en önemli unsurlardan biri olarak ön plana aldı. Ayrıca körlüğü kocaman bir karartı yerine zihinde oluşan görüntülerle aktarmaya çalışması ve bunu izleyiciye verebilmek için kullandığı yöntemle de ilgimizi çekmeyi başardı. (Erol Demiray)
12. The Broken Circle Breakdown / Kırık Çember – Felix van Groeningen, Belçika, Hollanda
Belçikalı yönetmen Felix Van Groeningen’in derinden sarsan filmi “The Broken Circle Breakdown” için içinizdeki bam telini sızlatan son vuruş demek uygun düşer. Groeningen, Elise ve Didier’in aşklarına ve yaşadıkları trajediye her açıdan bakmamızı istemiş ve bizleri bu hüzünlü hikâyenin içine bırakmış. Ayrıca yönetmen, küçücük kızları kansere yakalanmış bir ailenin trajedisini elinden geldiğince akıcı, farklı bir kurgu ve sade bir biçimde anlatmayı başarmış. Elise ve Didier birbirlerine inançları noktasında birebir zıt karakterlerdir; fakat hikâye bu ya, âşıktırlar birbirlerine hem de deli gibi. Severler birbirlerini tüm çılgınlıklarıyla, severler birbirlerini tüm incelikleriyle ve severler birbirlerini en güzel-çirkin halleriyle. (Filmin Eleştirisi: The Broken Circle Breakdown (2012): Acılı Bir Hikâye) (Demet Öztürk)
13. Le Passe / Geçmiş – Asghar Farhadi, Fransa, İtalya, İran
Le Passe iletişimsizlik, parçalanmış aile sendromları üzerine temellendirilirken bir yandan da ebeveynlerin çocukları üzerinde yaşattıkları kaosları ve çocukların bunlar yüzünden nasıl etkilenebileceğini gözler önüne seriyor. Bu sebeple Farhadi, filmdeki herkesi sorunlardan dolayı suçlu olarak gösteriyor; fakat bu suçluluk içerisinde kadın karakterleri sorunların kaynağı olarak sunmaktan geri kalmıyor. Marie, Marie’nin kızı ve Samir’in komadaki karısı… Farhadi, hayatlarında belirsizlikleriyle yaşamaya devam eden bu insanların hayatlarındaki dağınıklarını evlerindeki dağınıklıkla göstermeyi tercih ederken, evde yapılan boya badana işleri ise Marie’nin boşanmak üzere olması ve artık Samir ile beraber olmasıyla birlikte geçmiş izlerini silmek istemesiyle anlatılabilir. Tüm bu metaforların ev üzerinden verilmeye çalışılmasının, evin insanlar üzerindeki sığınma ve koruyucu olma yetisiyle alakalı olmasından ileri geldiğini düşünüyorum. Le Passe, Farhadi’nin önemli filmleri kervanında yerini hazırlamış bir yapım. Filmde müzik kullanımına bile yer verilmeden oluşturulmuş ince bir işçilik hâkim. (Filmin Eleştirisi: Le Passe (2013): Farhadi’den Belirsiz Bir Hikâye) (Demet Öztürk)
14. Nightcrawler / Gece Vurgunu – Dan Gilroy, ABD
Hırsın canlı tuttuğu bünyesinde hep bir sonraki hedefine ulaşmak için çabalayan Lou Bloom, görünürde öğrenmeye hevesli bir genç adamdır. Amacına ulaşmak için etik ve ahlakı yok sayarak başarılı olmayı şiar edinmiştir ve bu sayede başarı basamaklarını hızla tırmanmaktadır. Diğer taraftan Lou Bloom karakterine projektör tutmak, Gece Vurgunu’nu anlamamıza yeterli olmayacaktır. İşte tam bu sırada karanlıkta kalanlara bakmakta fayda var: Reyting uğruna hissizleşen, kanın gözlerde parıltılara dönüştüğü kanal yöneticileri ve olayları hiçbir ahlaki düzlemde değerlendirmeden izleyen seyirci de en az Bloom kadar pisliğe batmış durumda. İzleyicinin kanlı haber arayışında olması, bunu sağlayan kanalı reyting ile beslemesi de bu ilişkinin iki taraflı çalıştığını gösteriyor. Çürümenin kokusuna alışan bir toplumun Lou Bloom’a yeni kapılar açması ise kaçınılmazdır. (Gökhan Gök)
15. Gone Girl / Kayıp Kız – David Fincher, ABD
Evliliklerin aslında görünenden fazlasını sakladığını söyleyen Kayıp Kız, erkeklik ile kadınlık, şiddet ile aşk, özgürlük ile bağlılık arasındaki karşıtlığın ince çizgisinde dolaşırken hikâye edindiği çiftin attığı her adımda kurban olanın zalime, haklı olanın haksıza dönüşümünü seyircisine sunuyor. Hem kurgu hem de klişeleri sorunsuz ve yerinde kullanan senaryo başarısıyla birlikte evliliklerde beraberliğin, bağlılığın korku yaratması sorunsalı üzerinden zamanın ruhunu yakalamayı da başarıyor. (Burç Karabulut) (Filmin Eleştirisi: Gone Girl (2014): Kayıp Film Besna Ağın)
16. Gloria – Sebastián Lelio, Şili, İspanya
Konusu itibariyle sade bir düzenek içerisinde ama bir o kadar da ihtişamlı ilerleyen Gloria’nın yönetmeni Sebastián Lelio, alkışlar eşliğinde şekillendirdiği karakteri ile idealist dünya düzeni içerisinde var olan ama kendinden korkan kadınlar adına imzasını atmıştır: Erkeksi dünya düzeninde var olmayı hedefleyen kadınlar… Lelio, bu sebeple Gloria’nın geçmişinden çok bugününe değinmeyi tercih etmiş; çünkü Gloria, özellikle yaşlı bir karakter olarak resmedilmiş ve hikâyede hayata tutunması verilmiştir. (Filmin Eleştirisi: Gloria (2013): Politik Göndermeler Altında Bir Kadın Filmi) (Demet Öztürk)
17. Klama Dayîka Min / Annemin Şarkısı – Erol Mintaş, Türkiye, Fransa, Almanya
Klama Dayîka Min, doğuda köylerinin boşaltılması ile zorunlu göçe tabi tutulan Ali ve annesi Nigar’ın, yaşadıkları mahalleden de kentsel dönüşüm sebebi ile “tekrar” yerlerinden edilmesini konu ediniyor. İki nesil ve kent-kır / varoş-site yaşantıları ile modern-geleneksel çatışmasını kuran yönetmen Erol Mintaş, diğer örneklerinin aksine geleneksellik-modernlik arasındaki devinime, öze dönerek ana topraklarından karşılık veriyor. Bu açıdan Mintaş için seleflerinin içinde bulunduğu enformasyon tarafından temellendirilen bir gerçeklik kıskacından kurtulduğu -dengbejlerin var olanı yalın bir biçimde anlatması gibi- söylenebilir. Günümüz Kürt anlatılarının ortak paydası olan çocukluğa, geleneğe, köklere dair aidiyetlerin arasında unutulmuş, kültürel ve fikri bir bunalımın oluşturduğu bireyin kendisine odaklanan yönetmenin başarısı ise, kendisinin ve birçoğumuzun içinde bulunduğu bu bunalımı başarılı bir biçimde gözlemlemesinde yatıyor. (Filmin Eleştirisi: Klama Dayîka Min (2014): Göç Olgusunda Modernizm ve Hafıza Tezahürü) (Teksin Begeç)
18. Sivas – Kaan Müjdeci, Türkiye, Almanya
Bir dövüş köpeği ve bir çocuğun ilişkisi üzerinden taşranın erkeklik dünyasını ve otoriteye (iktidara) dayalı erkekliğin iktidarsızlığını alegorik bir biçimde anlatan Sivas’ın anımsattığı; taşranın gücünün günahı olduğu tezidir. Kamerasını taşrada doğru konumlandırabilmiş nadir örneklerden olan film, Aslan ve Sivas ikilisinin güçlenmesi-erkekleşmesi-iktidarlaşmasını “örnek” aile fertlerinin ve köy ahalisinin tutumlarından (güce biat etmiş günah / kötülük) bağımsız olarak ele almaz. Sivas ile Kaan Müjdeci, Anadolu hümanizminden ve oryantalizme batmış taşra anlatılardan uzak; doğası kadar vahşi ve soğuk; güç ekosistemine dayalı yerinde anlatısı ile Anadolu insanının hali pür melalini gözün gördüğü yerden dillendirme fırsatını kaçırmıyor. (Teksin Begeç)
19. Dabba / Sefer Tası – Ritesh Batra, Hindistan, Fransa, Almanya, ABD
Bir sefer tasının yanlış adrese gelen ve geri dönen yolculuğu etrafında tekrarlanan ve içerisindeki notlar vasıtasıyla bir iletişim aracına dönerek gelişen hikayesi ile seyircisini hem duygusal hem de merak öğeleri ile kendisine bağlayan Sefer Tası, mizahın da ustaca yerleştirilmesiyle mükemmel bir formüle kavuşuyor. Saajan ve Ila arasındaki sefer tası örtülü mektuplaşmada iğneleme ile başlayan iletişim, damak zevkinden başlayıp yaşlılık, aile, geçmiş sorgusu ve gelecek beklentisine kadar ilerleyerek kaçınılmaz karşılaşmayı hazırlarken, bizleri de perdeye kilitlemeyi başardı. (Erol Demiray)
20. Locke – Steven Knight, İngiltere, ABD
İnsanlar hata yapmaktan çok yaptıkları hatalar ile yüzleşmekten korkarlar. Ivan Locke ise onlardan biri değil. O hatalarıyla yüzleşen, bedellerini ödemeye razı, adeta bir kişisel gelişim romanı kahramanı, kaybetme uğruna doğrulardan vazgeçmeyen biri. Diğer taraftan Locke’un idealler üzerinden kurduğu bu kusursuz yapının zedelenmesi, mekanik düzenin çökmesine sebep oluyor. Diline pelesenk olmuş “I have to fix this” sözü de bu mekanikliği destekliyor. Kişileri, kendinin düzeltebileceği birer sorun olarak algılayan Locke, travmatik bir yüzleşme yaşadığımızı düşündüğümüz anlarda bile aslında mükemmeliyetçiliğini koruma kaygısı güdüyor. Hata yapmaktan ölesiye korkan, babasına dönüşeceği kâbusu ile yaşayan Locke için sorun o an giderilmesi gereken bir durumdan öteye geçmiyor. Tüm detayları ile verdiği yeni yapılacak gökdeleninde oluşan çatlak riskinin kendi hayatında karşılığının olması, binanın yaşamının izdüşümüne dönüşmesine sebep oluyor. Ancak çıktığı yalnız yolculuk, izleyici için karar mekanizmalarını sorgulamayı tetikleyen, en azından kendine karşı dürüst olmayı öneren bir davete dönüşerek değerleniyor. (Filmin Eleştirisi: Locke (2013): Mekanik Kusursuzluk) (Gökhan Gök)
Yazarların kişisel listeleri:

Cineritüel editörlerinin ortak hesabıdır.