Konuk Yazar: Demokan Atasoy
“Başlıktan korkmayıp okumaya giriştiğine göre, işte ben buna iyi bir başlangıç derim.”
Sinema, teknolojinin yolunda ilerleyerek öykü anlatmanın temel metotlarından biri haline gelmiştir. Naçizane, ben de kendimi bir öykü anlatıcısı olarak gördüğümden, pek sevdiğim iki özdeyişi seninle paylaşayım. Bunlardan ilkini Boardwalk Empire dizisinde Steve Buscemi’nin canlandırdığı Nucky Thompson karakterinden duydum. Thompson der ki; “Gerçeklerin, iyi bir hikaye anlatma şansının önüne geçmesine asla izin verme.” Bu düsturun ardından ikinci ve çok daha önemli bulduğum söz ise Umberto Eco’dan gelir. Anlatı Ormanlarında Altı Gezinti kitabında Eco der ki; “Bir anlatı metniyle karşı karşıya gelmenin temel kuralı, okurun sessiz bir biçimde yazarla yaptığı, Coleridge’in ‘inançsızlığın askıya alınması’ adını verdiği, bir kurmaca anlaşmasını kabul etmesidir. Okur kendine anlatılanın hayal ürünü bir öykü olduğunu bilmelidir; ancak bu, yazarın yalan söylediğini düşünmesini gerektirmez. Searle’ün belirttiği üzere, yazar gerçek bir beyanda bulunuyormuş gibi yapar. Biz de kurmaca anlaşmasını kabul eder ve onun anlattıkları gerçekten olmuş gibi davranırız.”
Burada hikaye anlatıcısı kimliğimle bulunmadığımı düşünebilirsin ve bu başlığın altında okuyacağın metinlerin de klasik anlamıyla birer öykü olmayacağı konusunda anlaşabiliriz. Fakat sana bir sır vereyim. Yapılan her işin bir hikayesi vardır ve her hikayenin bir anlatım dili, iskeleti ve tabii ki bir de kurgusu. O yüzden gel seninle Eco’nun anlattığı gibi bir anlaşma yapalım, sonra da işin keyfini çıkartalım.
Sinema ve korku sözcükleri yan yana geldiğinde aklına sadece parçalanan vücutlar, oluk oluk akan kan, vahşet ve iğrençlik veya daha da fenası muskalar, cinci hocalar, insanları kuduz köpeklere çeviren musallat görüntüleri ve her beş dakikada bir seni koltuğunda zıplatacak çığlık ve patlama dolu ses efektleri geliyorsa, bu algıyı değiştirmenin zamanı gelmiştir.
Başlıktan da anlaşılacağı gibi bu bölümlerde, korku sanatları ağırlıklı ama fantazya ve bilim kurguyu da içeren konuları mercek altına alırken beklenmedik ama keyifli bir maceranın da yolunu açmayı planlıyorum. Fakat üç beş sayfalık bu yazılarda her bakış açısına yer verilemeyeceği gibi tüm sinema tarihini, örnekleriyle masaya yatırmanın mümkün olmayacağını da unutmamak gerek. Ayrıca baştan söyleyeyim; öyle keskin kategorizasyonlardan yana da değilim pek. Yok bu korku filmi değildir, şu gerilim filmidir, bu gore’dur, şu değildir gibi tartışmalara hiç girmeyelim. Zaten kısıtlı bir çevreye hitap eden bu enfes türü olduğundan daha fazla bölüp parçalamaya gerek yok. (Tabii ki kategorilerden bahsedeceğim ama tutuculuk yapmamaya çalışacağım diyorum.) Adım adım bir başlayalım bakalım, yol bizi nereye götürecek.
Oscar’larda Korku Sineması:
Oscar’ın ayinsel görkemi, ışıltısı ve tabii ki popüler yıldızları ile dünyada ve ülkemizde çok ciddiye alınması, beni korku sinemasının Oscar’daki konumu üzerine kafa patlatmaya sevk etti. Akademi jürisinin ve genel izleyici kitlesinin gözünde korku sinemasının ne kadar ciddiye alındığı üzerine düşününce, hep küçümser bir havaları olduğunu sezmişimdir. Hangimiz daha önyargılıyız dersin? Bugün dünya çapında anlatılan masalların pek çoğunun köklerinin dayandığı ve efsanelerin doğduğu topraklarda yaşayıp, filmlerde ve hikayelerde doğaüstü ve gerçeküstü ile karşılaşınca burun kıvırır hale nasıl geldik? Tabii bu devasa sorunun tek yazıda ulaşılamayacak kadar zorlu bir cevabı var. O yüzden birlikte çıkacağımız yolu beraberce bir serüvene çevirelim. Tarihin bilinen en eski yazılı efsanesinin kahramanı Gılgamış’ı hatırlayalım. Ölümsüzlüğü aramak yolunda çıktığı macera onu nasıl hiç beklemediği yollara yöneltti, şaşırtıcı olaylar yaşatıp heyecan dolu mücadelelere sürüklediyse, Canavarlar, Yaratıklar, Manyaklar’la çıktığın bu serüvenin seni nereye sürükleyeceğini de kimseler bilemez. O yüzden ‘ey meraklı seyircim, tutkulu okuyucum’ daha fazla oyalanmadan düşelim yola…
“İnsanlığın en eski ve güçlü duygusu korkudur, korkuların en eski ve güçlüsü ise bilinmezlik korkusudur,” der Howard Phillips Lovecraft. Beni okumaya devam ederseniz bol bol duyacağınız önemli isimlerden biridir kendisi. Ondan alıntı yapmak bu sıralar pek şık bir hareket ama girdiğimiz konunun ciddiyeti ve derinliği göz önüne alınırsa, amacımın sırf modaya uymak olmadığı görülecektir. Lovecraft’ın Edebiyatta Doğaüstü Korku makalesi, korku sanatları üzerine yazılmış, onun felsefesini ve doğaüstü kültüre katkılarını açıkça görebileceğimiz bir eser olduğundan, makalenin bu ilk cümlesi de bana üzerinde yükselebileceğim sağlam bir dayanak veriyor ve bu paragrafın başında yer almayı sonuna kadar hak ediyor. 2005 yılına kadar hem kendi ülkesinde hem de dünya çapında kalabalıklar tarafından pek ciddiye alınmayan bu etkileyici sanatçının 2005’de Library of America (Amerikan Kütüphanesi) tarafından öykülerinin yayınlanması ve klasik Amerikan yazarları listesine girmesiyle adını bol bol duymaya başladık. Ama şimdilik oraya girmeyeyim, tek başına bambaşka bir yazıyı hak ediyor sevgili Lovecraft.
İnsanlığın bu en eski ve güçlü korkusuna dönersek, aklıma ilk gelen Dreamworks’ün 2013 yapımı animasyon filmi Crood’lar (The Croods) oluyor. Daha ateşin bile keşfedilmediği çağlarda, mağarada yaşayan bir aileyi anlatıyordu bu animasyon. Baba her gece tüm aile fertlerini mağarada çevresine topluyor, onların dışarıyı merak etmesini engellemek için çok basit ama korkutucu hikayeler anlatıyordu. Her birinin sonunda birilerinin öldüğü bu meseller, gerçekten de anlatılmış olması muhtemel ilk hikaye örnekleri. Yani ilk anlatıların kökünde korkuyu bulursak bu hiç de şaşırtıcı olmaz. Bunu takiben on binlerce yıl boyunca sözlü edebiyat işte bugün halen anlatılmaya devam eden masal ve efsanelerin kökenini oluşturur. Diyeceğim o ki, tüm bu anlatıların ortak noktası içlerinde korku ve fantazyayı barındırmaları, kahramanlarının karşısına doğaüstü yaratıklar, tanrılar, büyücüler ve canavarlar çıkarmasıdır. Antik hikayelerle ilgili bu notu düştükten sonra gelelim sinemaya.
Burada sinema tarihi dersine girişmeyeceğim, merak etme ama konuyla ilgili birkaç noktanın altını çizmek istiyorum. İlk ticari film gösteriminin Paris’te, iki Fransız, Lumière biraderler tarafından yapıldığı anlatılır ve bu gösterimler sinemanın başlangıç tarihi olarak alınır. Hareketli resimlerin tarihini 1830’lara kadar götürebiliriz ama Lumière biraderler bu ilk gösterimle Edison dahil tüm rakiplerini atlatmış ve tarihte yerlerini almışlardır. Burada gösterilen filmler bir ilk olmakla birlikte, ‘fabrikadan çıkan işçiler’ ve ‘kahvaltı eden bir bebek’ gibi belgesel niteliğinde görüntülerdi. Ama konumuzla alakalı olan ve benim bahsetmek istediğim ise, Lumière biraderlerin bu ilk gösterimine bilet almış ve arka sıralarda otururken gözlerinin önünde gerçekleşen sunumun ardındaki potansiyeli görüp aşık olmuş çok ilginç, başka bir Fransız.
İsmi Georges Méliès. Tam bir şovmen! Dönemin en ünlü illüzyonistlerinden Robert Houdin’in tiyatrosunu satın alıp orada gösteriler düzenleyen bir yapımcı ve yönetmen. Lumière biraderlerin film gösteriminden çıkar çıkmaz kendine bir projektör alan, üzerinde değişiklikler yapıp aleti eğreti de olsa bir kameraya çeviren ve hemen kendi filmlerini çekmeye başlayan Méliès, sinema dilinin oluşmasında anahtar görevi gören pek çok tekniğin de mucidi. 1896-1912 yılları arasında kısalı uzunlu 520 kadar film çekmiş. Bu filmlerin pek azı günümüze ulaşsa da en ünlenenlerinin içerikleri bizi yine bu yazının ana fikrine getiriyor.
1896 yapımı Şeytan’ın Köşkü (Le Manoir du Diable) bugün, çekilmiş ilk vampir filmi olarak geçiyor. Üç buçuk dakikalık bu kısa film, günümüz standartlarında bir korku filmi sayılmasa dahi uçan bir yarasanın bir insana, daha doğrusu şeytana dönüştüğünü gösteren ilk film. Méliés 1902’de Aya Yolculuk (Le voyage dans la lune), 1903’te Periler Krallığı (Le royaume des fées) ve 1904’te de İmkansız Seyahat (Le voyage à travers l’impossible) gibi fantastik ve bilimkurgu öğeleri barındıran filmler çekmeye devam ediyor. Yani tarihi açıdan baktığımızda, sinemanın ilk filmleri de korku, fantazya ve bilim kurgu dolu. Fransızların ‘fin de siècle’ dedikleri yüzyıl dönüşü zaten sadece teknoloji alanında değil, edebiyat ve sinemada, dolayısıyla da toplumsal ve kültürel yaşamda devasa değişikliklerin dönemiydi. Ardından patlayacak Birinci Dünya Savaşı’na ek olarak bir yandan devleşen Hollywood, diğer yandan UFA stüdyosu ve Alman Dışavurumculuğu sinemayı bir sanat olarak mükemmelleştirme yoluna girerken, korku ve fantazya hep oradaydı. (Buyurun, gelecekte önümüze açıp geniş geniş anlatılması gereken bir konu daha.)
Birkaç popüler örnek daha gösterip temelimizi iyice sağlamlaştıralım. Çünkü sinema da gotik korku canavarlarını keşfedince tam olarak bunu yaptı. Mesela Bram Stoker’ın Dracula romanının ilk uyarlaması 1922’de Alman yönetmen F.W. Murnau tarafından çekiliyor. Murnau, Stoker’ın dul eşinden eserin film haklarını alamayınca tüm isimleri değiştirip filmi Nosferatu: A Symphony of Horror adıyla çekiyor. Fritz Lang’ın Metropolis’i ile aynı sene, 1927’de Amerikalı yönetmen Tod Browning hortlaklı/vampirli London After Midnight’ı ve 1931’de haklarını aldığı, Karl Freund’un görüntü yönetmenliğinde, Dracula’yı çekiyor. Böylece sinemanın ilk dev yıldızları da korku filmleri ile yaratılmaya başlanıyor. Bu filmde Kont Dracula rolüyle Bela Lugosi gönülleri fethediyor. Başarısı öylesine büyük ki efsaneleştiğini söylersem abartmış olmam. Bugün zihinlere yerleşmiş siyah pelerinli, karizmatik asilzade vampir imajının oluşmasının ardında Stoker kadar Lugosi’yi de bulabilirsin. 1931 yılında Mary Shelley’nin her ne kadar filmin jeneriğinde Mrs. Percy B. Shelley olarak geçse de romanından uyarlanan Frankenstein filmi, isimsiz canavarı oynayan Boris Karloff’u diğer bir sinema ikonu haline getiriyor. Bu liste uzar gider.
Peki o zaman baştaki sorumuza dönersek, özellikle sinemada korku ve fantazyaya burun kıvırmak ne ara moda oldu? İlk akla gelen; dev stüdyolarda büyük yıldızlarla çekilen bu ilk korku filmlerinin finansal getirisi o kadar büyük oldu ki hızla devam filmleri çekilmeye başlandı. Sinemanın ilk 40 yılında korkunun efsane canavarları hakkında yapılıp yapılabilecek pek çok film çekilmişti. Öyle olunca da aynı canavarların sömürülme dönemi başladı. 1930’ların ikinci yarısından itibaren Dracula’nın Kızı (Dracula’s Daughter, 1936), Dracula’nın Oğlu (Son of Dracula, 1943), Frankenstein’ın Oğlu (Son of Frankenstein, 1939), Frankenstein’ın Gelini (Bride of Frankentein, 1935) derken piyasa korku canavarlarından geçilmez oldu. Bu bolluğun doğal sonucu olarak da ilk parodilerin başlaması gecikmedi. Canavarların komedi malzemesine döndüğü sırada stüdyo sisteminde yaşanan değişimler, düşük bütçeli yeni yapım firmalarını ve ucuz korku filmlerini doğurdu. Gelecek sayılarda detaylandırmak istediğim bu ilk değişimlerin, korku sinemasının genel olarak pek de rağbet görmemesinin ardındaki temel sebeplerden biri olduğunu düşünüyorum. Sonraki yıllarda ucuza çekilen korku filmleri öyle çok arttı ki bir noktadan sonra kaliteli korku filmlerini aradan seçmek için büyük bir çaba sarf etmek gerekmeye başladı. Arada Alfred Hitchcock gibi dev bir isim çıkıp korku türünün B-movie’lere sıkışıp kalmak zorunda olmadığını hatırlatsa da genel algıyı değiştirme yolunda pek etkili olamadı. Derken slasher türünün ortaya çıkışı ve videonun evlere girmesiyle bugün pek çoğunuzun korku deyince aklına gelen o kanlı, vahşi sahneler belki bir daha silinmemek üzere zihinlere kazındı. Dediğim gibi cevabı arayış yolunda ilk adımı bu şekilde attık. Bahsettiğim tüm isimler ve filmler gelecek yazılarda tekrar tekrar karşımıza çıkacak ve detaylanacak. Fakat işin sonuna gelmeden korku filmleri ve Oscar ödüllerine kısaca bir göz atalım.
Şimdi doğruya doğru, korku filmleri pek Oscar ödülü almazlar. En azından, popüler olan en iyi film, en iyi yönetmen, en iyi kadın ve en iyi erkek oyuncu ödüllerini almazlar. ‘Neden?’ sorusuna cevap ararken araya istatistiki bir bilgi atayım. Los Angeles Times gazetesinin 4 yıl kadar önce yaptığı bir araştırmaya göre Akademi’nin oy veren 5700 üyesinin %93’ünü beyazlar, %77’sini de erkekler oluşturuyor. Üyelerin yaş ortalaması ise 62. 50 yaşının altındaki üyelerin oranı ise %14. Bu rakamlar bize bir fikir vermeye başlayabilir. Demek ki, Amerikalı beyaz amcalar arasında korku filmleri o kadar da popüler değil!
Bir de kısaca hangi filmler hangi Oscar ödülüne layık görülmüş birkaç örneğe bakalım. Demin anlattığım gibi korkunun saygınlığını yitirmediği o başlangıç döneminden geliyor ilk örnek. Bunu pek fazla yerde göremezsiniz, çünkü malum, Oscar ödül töreni 1953 yılına kadar televizyonda yayınlanmıyordu. 1929’daki ilk törenin ardından, korkunun aldığı ilk ödül 1932 yılında geliyor. Fredric March, Dr. Jeykll ve Mr. Hyde filmindeki performansı ile en iyi aktör Oscar’ını kazanıyor. Ama tahmin edebileceğin gibi devamında işler o kadar iyi gitmiyor. 1968’e gelene kadar ilgi çekici bir gelişme olmuyor. O sene bence sinema tarihinin en iyilerinden, Rosemary’nin Bebeği (Rosemary’s Baby) geliyor. En iyi film kategorisinde aday bile gösterilmeyen yapım, töreni en iyi senaryo ve en iyi yardımcı kadın oyuncu ödülleri ile terk ediyor. 1974’e geldiğimizde Şeytan (The Exorcist) sadece korkuyu değil, sinemayı da sallayacak kadar büyük bir güçle ortaya çıkıyor ve en iyi film dalında Oscar’a aday gösterilen ilk korku filmi oluyor. Tam on dalda adaylığa rağmen sadece en iyi ses ve en iyi uyarlama ödüllerini alabiliyor. 1976’ya geldiğimizde sırada Jaws var. Film, Spielberg’in tüm karizmasına rağmen en iyi film ödülünü alamasa da ses, müzik ve montaj ödüllerini kapmasını biliyor. Akademi, 1976’da Kehanet (Omen) filmine en iyi orijinal müzik ödülünü, 1980’de Yaratık’a (Alien) en iyi görsel efekt ödülünü layık görüyor. 1982’de Kurtadam Londra’da (An American Werewolf in London) ve 1987’de de Sinek (The Fly) en iyi makyaj Oscar’ını alıyorlar. Oscar’ın yıldızı ise törene 1992 yılında katılıyor. Törenin, en iyi film, yönetmen, erkek oyuncu, kadın oyuncu ve senaryodan oluşan en önemli 5 ödülünü alan film Kuzuların Sessizliği (Silence of the Lambs) oluyor. Tabii başta dediğim gibi Kuzuların Sessizliği bir korku filmi midir, değil midir tartışmasına girmeye hiç mi hiç niyetim yok!
Bunca bilgi ve yorumun ardından sonuç olarak diyeceğim odur ki korku filmleri kötü olmak durumunda olmadığı gibi tüm anlatı sanatlarının köklerinde kendine kolayca yer bulmuş kadim bir türdür. Bendeniz de ona hak ettiği saygıyı göstererek ilerleyip önyargıları kırmak üzere yola çıktım. Zaten iki yıldır, benim gibi korkuya gönül vermiş sevgili Işın Beril Tetik ve Galip Dursun ile beraber hazırladığımız Gerisi Hikaye Korku Konuşmaları podcastımız ile bu yönde bayağı bir yol aldık. Şimdi bu sayfalar aracılığıyla bilinmeyen detaylar ve ilgi çekici anekdotlarla dolu korku sanatını, sen sinemasevere de gerçek yüzüyle tanıtmanın zamanı geldi.
Sonraki yazılarda görüşmek üzere…
NOT: Bu yazı ilk olarak Rabarba Sinema Dergisi’nin 1. sayısında yayınlanmıştır.
Cineritüel’e yazıları ile katkıda bulunan konuk yazarlarımızın ortak hesabıdır.