1950’lerde André Bazin, Joseph-Marie Lo Duca ve Jacques Doniol-Valcroze tarafından kurulan Fransa’nın köklü sinema dergisi Cahiers du Cinéma 2016 yılının en iyi filmlerini seçti. Listede 2017 yılına kadar ABD’de yayınlanmayacak birkaç film de yer alıyor (Slack Bay ve Staying Vertical). Listenin zirvesinde bu yıl birçok kişi tarafından yılın en iyi filmi olarak görülen Maren Ade imzalı Toni Erdmann bulunuyor.
Cahiers du Cinéma 2016 En İyi Filmleri
1. Toni Erdmann – Maren Ade
Maren Ade’nin Cannes’da olay yaratan filmi Toni Erdmann, her anı sürprizlerle dolu, baştan sona delişmen ve izleyicinin son derece karmaşık ama bir o kadar da yoğun tepkilerle tanık olduğu bir sinema mucizesi. Winfried ya da “Toni Erdmann”, takma dişleriyle kapitalist dünyanın asık suratlılığına savaş açmış bir tür anarşist. Kızı Ines’i bu dünyanın pençesinden kurtarmaya çalışmak uğruna elinden geleni ardına koymayacağı da belli. Ines ailesinden uzakta, uluslararası bir firmanın Romanya şubesinde önemli bir pozisyonda çalışmakta ve gerçek bir işkolik. Winfried ansızın ziyaretine gelince Ines bir süre direnecek ama düzene ne kadar ait olmak istiyorsa, Winfried de ona o kadar engel olacaktır.
2. Elle – Paul Verhoeven
Temel İçgüdü, Showgirls, RoboCop gibi tartışma yaratmış modern klasiklerin yönetmeni Paul Verhoeven hâlâ cesur ve kışkırtıcı. Hollandalı ustanın Fransa’da çektiği yeni filmi O, orta yaşlı iş kadını Michèle’in tecavüze uğradıktan sonra yaşadıklarını anlatıyor. Michèle, çocukken yaşadığı korkunç bir olayın hayatını mahvetmesine izin vermemiş, bu büyük travmayı soğuk ve acımasız bir karakter geliştirerek atlatmıştır. Bu kez kurban rolündense avcı olmayı seçer; tecavüzcüyü kendi yöntemleriyle bulmaya ve intikam almaya kalkışır. Cannes’da Altın Palmiye için yarışan bu sıra dışı tür filminin başrolünde, büyük oyuncu Isabelle Huppert, kariyerinin en iyi ve en cüretkâr performanslarından birini ortaya koyuyor. (Filmin Eleştirisi)
3. The Neon Demon – Nicolas Winding Refn
Guy Debord, bugünden yıllar önce Gösteri Toplumu adlı kitabında, çağımızda, gerçeğin parçalanmış görünümleri ile hayatın sahte bir dünya çevresinde döndüğünden söz eder. Hayatın bir sığlıktan (şu aralar sıklıkla yüceltilen) ibaret olduğunu gözler önüne serer. Bu sığlığın içinde kendine yer bulanlar arasında; görselliği öne çıkarıp asıl işlevliğini unutan medya, imaj yaratım fabrikası olan ve zaman içinde ilk tutunduğu dal olan hikâye anlatımından uzaklaşan sinema ve mükemmel olarak arzulanabilir kadınların yer aldığı moda dünyasını sayılabilir. Nicolas Winding Refn imzalı The Neon Demon (Neon Şeytan) bu yoldan emin adımlarla ilerleyerek, Los Angeles’taki mankenlerin dünyasına dalıyor. (Filmin Eleştirisi)
4. Aquarius – Kleber Mendonça Filho
65 yaşındaki dul ve emekli müzik öğretmeni Clara, hızla değişen sahil kenti Recife’a komşu Aquarius’daki değişime uğramamış son binalardan birinde yaşamaktadır. Diğer daireler iddialı planları olan bir şirket tarafından değişim amaçlı ele geçirildiğinden dolayı Clara büyük bir baskı altındadır. Ancak Clara tüm yaşamın sessiz bir tanığı olan evini ancak öldüğünde terk edeceğine dair kendisine söz vererek şirket ile soğuk bir savaşa girişir. Bu soğuk savaşın oluşturduğu çatışma filmi, gizemli, korkutucu ve sinir bozucu yapmaktadır.
5. Slack Bay – Bruno Dumont
1910, Fransa’nın kuzeyinde bir sahil kasabası… Geçim için midye toplayan, çamurlar içinde yaşayan fakir bir aile… Her halleri abartılı, zengin diğer aile… Ve bu bölgede kaybolan insanları araştıran Laurel ile Hardy benzeri iki dedektif… Son dönemde komedide yeni bir soluk bulan Fransız sinemasının en başarılı yönetmenlerinden Bruno Dumont, Cannes Film Festivali’nde yarışan yeni filmi Ma Loute’u bu üçayak üzerine kuruyor. Fransa’nın en parlak oyuncularının da katkısıyla yakaladığı absürd mizah ve fiziksel komediyle Dumont bir yandan sınıf çatışmasına odaklanırken, bir yandan da yarattığı özgün görsellikle zihinlere kazınacak bir dünya yaratıyor.
6. Julieta – Pedro Almodóvar
Pedro Almodovar’ın 20. filmi Julieta, bir kadının hayatının gizemlerine uzanan bir yolculuğu anlatıyor. Film, Nobel Ödüllü Kanadalı yazar Alice Munro’nun öyküsünden uyarlanmış. Hayat arkadaşıyla birlikte Madrid’den Portekiz’e taşınma planları yapan 50’li yaşlarındaki Julieta, yolda bir genç kadınla karşılaşır. Bu karşılaşma, onun dünyasını alt üst eder ve böylece Julieta’nın geçmişine doğru bir yolculuğa çıkarız. Almodovar benzersiz renk paleti, kadın karakterleri yaratma ve anlatmadaki ustalığıyla hem duygusal hem gizemli bir filme imza atıyor. (Filmin Eleştirisi)
7. Staying Vertical – Alain Guiraudie
İki yıl önce Göldeki Yabancı ile övgü ve ödüllere boğulan Alain Guiraudie, Cannes’da Altın Palmiye için yarışan yeni filminde de benzer şekilde gizemli bir öykü anlatıyor. Yazar tıkanıklığından muzdarip senarist Léo, taşrada dolanırken bir genç adama rastlar. Sinema dünyasından olduğunu söyleyerek ona yaklaşmaya çalışır ama reddedilir. Ardından çobanlık yapan bir kadınla tanışan Léo, geceyi bu kadınla geçirir. Çok geçmeden kendilerini bir ilişki içerisinde bulurlar ve bir bebekleri olur. Fakat bastırılmış cinsellik ve tutkular, bu pastoral tabloyu vahşi bir kâbusa dönüştürür. Cinsiyet rolleriyle hınzırca oynayan bu film, anne olmak isteyen erkekler üzerine çılgın bir masal olarak da nitelendirilebilir.
8. La Loi de la jungle – Antonin Peretjatko
Bakanlıkta stajyer olarak çalışan Marc Châtaigne, Fransız Guyanası’ndaki turizmi artıracak ilk Amazon kayak pisti olan Guyaneige’de Avrupa inşaat standartlarını uygulamak için Guyana’ya gönderilir. Orada, Ulusal Ormancılık Bürosunda cazip bir stajyer olan Tarzan’la tanışır ve onunla ormanda bir yolculuğa çıkıp kendisini uzaklara götürür.
9. Carol – Todd Haynes
Dışarıdan bakıldığında oldukça soğuk, mesafeli, hatta mekanik görülen Todd Haynes’in son filmi Carol (2015) özelde, küçük temaslardan medet uman, hassas, kırılgan ve kendini topluma ifade etmekte zorlanan iki kadının birbirlerine duyduğu derin hisleri, dönemin sosyo-kültürel arka planında incelikle işliyor. Haynes, Carol ile Far From Heaven (Cennetten Çok Uzakta) ve Mildred Piercefilmlerinin ardından bir kez daha 1950’lerin muhafazakâr dünyasına geri dönüyor. Patricia Hightsmith’in The Price of Salt romanından uyarlanan film, etkileyici sinematografisi, oyunculukları ve müzikleri ile dönem atmosferini başarıyla yansıtırken; merkeze yine kadın karakterleri yerleştiren Todd Haynes, salt eşcinsel bir damar ile yetinmeyip, toplumun içerisindeki katmanların bakış açısını, dönemin erk ve statü çabalarını da hikâyesine eklemleyerek farklılaşıyor. (Filmin Eleştirisi)
10. Le bois dont les rêves sont faits – Claire Simon
Paris’in saklı bir cenneti andıran Vincennes Ormanı’nda, hayatın her kesiminden insan bir araya gelir: varlıklı, yoksul, Fransız, yabancı, eşcinsel, heteroseksüel, geleneksel ya da modern, yalnız ya da değil… Bu orman, Claire Simon’ın Le Bois dont les rêves sont faits [The Woods Dreams Are Made Of] belgeselinde tasvir ettiği üzere, banliyölerle çevrili bir ada; yorgun ve bıkkın bir kentlinin gördüğü bir serap gibidir. Burada kent yaşamının zorlukları unutulur. İnsan doğa, kendisi ve çevresiyle ilişki kurarken iyileşmeye başlar, eğlenir, hayallere dalar. Her mevsimin getirdiği birbirinden farklı etkileşimler, herkesin kendisi için düşlediği bir ütopyayı çağrıştırır.