Konuk Yazar: Serhat HALİS
Batı metropol merkezli “çakma” hippi sanat akımı olarak yeni dönemdeki neo-postmodernizm (belki de bunu artık post-postmodernizm olarak tanımlamak gerek) ve onun temsil ettiği diğer tüm yan şubelerini de içine alan akıl; tüm irriteliğiyle, merkezden etrafa doğru saçılan radyoaktif dalgalar gibi, kentten başlayarak taşraya ve Batı’dan başlayarak tüm dünyaya yayılmaktadır. Kapitalizmin gelinen bu aşamasında post-modernizm; politikadan felsefeye, sosyal yaşam ve kültürden “akademik ‘eğitim’e”, sanatın tüm dallarından sistemin kendini var ettiği ve yeniden ürettiği reklam, moda vb. gibi alanlara kadar her şeye bulaşmış gibi görünmektedir.
Bu bulaşıklığın en fazla kendini gösterdiği alanların başında gelen sanata ilişkin çok fazla post-modern örneklerle karşılaşmış (zehirlenmiş demek daha doğru olur) biri olarak, pek çok kez mağdur olduğumu ve daha aleni bir söylemle bu örneklerle karşılaştığım çoğu zaman eziyet çektiğimi açıkça itiraf etmeliyim. Bu hususta benim gibi yeterince mağduriyet yaşamış pek çok insanın varlığından da haberdarım. ‘İllet’ olarak adlandırdığım bu ‘post-modern ve modern akıl ve estetik dışılığa’; kâh bir arkadaş ısrarıyla girilen bir heykel sergisindeki, elektrik süpürgesi borularının bir araya nedensiz ve rastgele getirilişiyle oluşturulmuş anlamsız bir “eser”de; kâh başka bir arkadaşın ısrarıyla gidilmiş bir dans gösterisindeki, ilkel kabile dansından hallice olan manasız “tepiniş”lerde; kâh meramı olmayan ve bağıntısız sahnelerin montajlanmasıyla oluşmuş, bütünlüklü ve tutarlı bir anlatım ve sonuca ihtiyaç duymayan sinema filminde rastlamak; çok olasıdır ve hatta biraz sanatla haş(ı)r neşir olan her kent insanı için kaçınılmaz bir yapışkan beladır.
Bu yapışkan belayı en son, fragmanı izlendiğinde insan üzerinde olumlu etkiler bırakan, görselliği ve anlatım tekniğiyle kalitesini daha bu aşamadayken gösteren Borgman (Bela) filminde gördüğümü düşünüyordum. Heyecanla olaylar örgüsünün çözülmesini beklerken ve/veya film boyunca devam eden tuhaf olaylar arasında bir bağıntı kurmaya çalışırken, filmin aniden sonlanması, post-modern aklın, meramı olmayan yapıtlarına tipik bir örnek teşkil ediyor gibiydi. Henüz ortaokuldayken öğrendiğimiz kompozisyon örgüsündeki en temel; giriş, gelişme, sonuç prensibine bile uymayan, sonuca ilişkin bir ibarenin olmadığı Borgman filmine dair bu olumsuz düşüncelerimi değiştirmeme vesile olan olay; elinde bir festival filmine ait iki adet biletle çıka gelen bir arkadaşımın teklifiyle izlemek için gittiğim festival filminin Borgman çıkmasıdır. Bu vesileyle bir kez daha izleme fırsatı bulduğum filmde, yoğun bir imgesel ve metaforik anlatım olduğunu fark etmiş bulundum. İmge ve metaforlar üzerine örülü bir filmi, bu parametreler ekseninden izlemek, değerlendirmek ve anlamaya çalışmak gerekmektedir. Eser, bu parametreler ekseninden izlenince; filmin belirli bir amaç doğrultusunda kendi içerisinde tutarlı bir kurguya sahip olduğu anlaşılıyor. Borgman’ı bu perspektifle yorumlamaya/anlamlandırmaya çalıştığımda karşıma çıkan sonuç biraz şaşırtıcı oldu: Borgman Voltaire’in ta kendisi.
Filmde bulunan en sıradan olaylar ve en maddi ilişkiler bile bir gerçeğin imge olarak dışavurumuna tekabül ediyor. Daha sahne açılır açılmaz yönetmen Alex Van Warmerdam bunu gözümüze sokarcasına gösteriyor aslında. Hıristiyanlığın temsilcisi bir din adamı/papaz ve halktan birileri -ki bunlar papazla birlikte hareket eden muhafazakâr kesimi temsil ediyor- silahlarıyla hazırlanarak Borgman’a saldırıya geçiyor ve deyim yerindeyse ona daha evvel açılmış olduğunu anladığımız savaşın bir aşamasını/sahnesini görüyoruz burada. Bu tam da kendisini anlamayan bir kısım halkın/tutucu çevrelerin ve ona savaş açan dönemin Kilislilerinin ve din adamlarının Voltaire’e saldırmalarının temsili gibi. Bilindiği gibi Voltaire diğer tüm aydınlanmacı düşünürler gibi döneminin tüm kurumsallaşmış akıllarınca istenmeyen kişi olmuştur ve bunun neticesinde sürgünler, mahpusluklar yaşamış ve bir dönem hayatını gizli sürdürmek zorunda kalmıştır. Mesela Voltaire’in yazdığı “Les lettres sur les Anglais” (İngilizler Hakkında Mektuplar) isimli eser, papazların ve tutucu çevrelerin talepleri neticesinde yakılmıştır. Bununla da yetinilmemiş, papazlar, Voltaire’in kovulup sürgün edilmesine emir çıkartmışlardır. Bu, hayatı boyunca yaşayacağı çok sayıda sürgün, mahpusluk ve kitaplarının yasaklanması ve/veya yakılması olaylarından sadece biridir. Hakkında çıkarılan sürgün emrinden haberdar olan Voltaire, kaçarak; uzak, emin ve gizli bir yerden savaşına devam etmeyi tercih etmiştir. “Katolikliği eleştiren yapıtı Parlman mahkûm ederek toplatır ve yaktırır. Yayımcı da tutuklanır. Bunun üzerine Voltaire kaçar, Mme du Chatelet’nin Cirey’deki şatosuna sığınır”(1) diyor Berke Vardar ‘Aydınlanma Çağı Fransız Yazını’ isimli eserinde. Voltaire’e göre “İnsan, Hıristiyan doğmalarının yerine felsefi aydınlanmayı egemen kılmakla özgürlük, adalet ve hoşgörü koşullarını sağlayabilir”. Bu düşüncesi bile başlı başına kilisenin ve tutucu çevrelerin Voltaire’e saldırması için yeterli bir nedendir 18. yüzyılda. Bu durum ile Borgman’ın yeraltında gizlenmesi ve başında papazın olduğu bir grup tarafından kendisine saldırılması arasında imgesel bir bağıntı vardır.
Borgman’ın yeraltında yaşaması ise imgesel olarak iki duruma tekabül etmektedir: 1) Voltaire’in gizli yaşamak zorunda kaldığı bir döneme 2) Voltaire başta olmak üzere dönemin düşünürlerinin temsil ettiği Aydınlanmacı fikirlerin yeraltından çıkarak gün ışığına kavuşmasına ve tüm dünyayı etkilemesine.
Aydınlanma Çağı’nın önemli isimleri dikkatle incelenirse görülecektir ki; hemen birçoğu bir dönem ya gizli yaşamak zorunda oldukları için ya da kentten uzak bir alan bulup çalışmalarını daha verimli yürütebilmek adına; kimi zengin ve soylu kişilerin kent dışındaki şatolarında veya o şatoların yanındaki eklentilerde yaşamışlardır. Borgman’ın kentin banliyösündeki zengin bir ailenin lüks villasının eklentisine yerleşmesi (yukarıda da belirttiğimiz gibi tıpkı Voltaire gibi Borgman’ın da kaçarak sığınması) ve buraya zamanla arkadaşlarını getirmesi ile Voltaire’in yaşamı arasında muazzam bir benzerlik vardır. Bu hususta Beşir Fuad’ın “Voltaire” adındaki eserinde ifade ettiklerine kulak verelim:
“Voltaire. Londra’dan (sürgünden) dönüşünde başkenti ve burada devam etmekte olduğu cemiyetleri terk ederek uzuleti seçip, Markiz de Chatelet’nin sınıra yakın olan Cirey’deki şatosuna çekilerek mösyö de Argantel, de Fromon, Veaucidville gibi birkaç sadık dost ile vakit geçirmiş ve bu cemiyet ev sahibesi Markiz de Chatelet’nin katılımıyla zenginlik kazanmıştı.”(2)
Dikkat edilirse Fuad, bizim hikâyemizle oldukça uyumlu olarak ev sahibesi diyerek şatonun esas “kahramanının” bir kadın olduğundan ve Voltaire’in yakın dostlarıyla kendisine ait olmayan (bir kadına ait olan) bu şatoda vakit geçirdiğinden bahsediyor.
Yine aynı şekilde Voltaire’in hayatının önemli isimlerinden, hayatının en zor dönemlerinde onun yanında olan ve ona yardım eden ve kendisinin başyardımcıları olarak adlandırılan iki kardeş olan d’Angenson biraderler ile Borgman’ın iki yardımcısı arasındaki benzerliği de göz ardı etmemek gerekir.
Filmde Borgman’ın villanın kapısının önünde, dönemin burjuva (“zengin”) sınıf yapısının tipik bir temsilcisi olan ev sahibi tarafından dövülmesinin; Voltaire’in, misafir olarak bulunduğu bir şatonun kapısının önünde ve dönemin soylu (“zengin”) sınıf yapısının tipik bir temsilcisi olan bir şövalye tarafından dövülmesine benzerliği hiç de tarihin ilginç bir tesadüfü olarak anlamlandırılamaz. Hele de ev sahibinin Borgman’ı bir süre dövdükten sonra, işleme eline aldığı sopayı kullanarak devam etmesi, bu benzerlik arasındaki tesadüfü iyice ortadan kaldırmaktadır. Zira Voltaire’in şatonun kapısı önündeki dayak yeme olayı da aynı biçimde bir süre sonra sopa kullanılarak devam etmiştir.
Film boyunca sürekli tekrarlanan; Borgman’ın geceler boyu uyumayışı, bunun yerine kimi telepatik ya da doğa üstü “becerileriyle” ev sahibesine halüsinasyon ya da rüya yönlendirmesi biçiminde adlandırabileceğimiz yolla müdahale etmesi de; Voltaire’in geceleri uyku sorunu çektiğini ve bu nedenden dolayı uyuyamayıp, yanında kaldığı madam Markiz de Chatelet’nin şatosunda geceleri gezindiğini ve bir süre sonra kendisi için katlanılmaz olan bu uyku sorununu çözmek adına afyon kullanmaya başladığını bilen kişiler için yeterince bir benzerlik sunmaktadır. Hele de afyonun insan zihni üzerindeki halüsinatif etkileri göz önüne alınarak; gece, uykusuzluk, şato/villa içinde gezinme ve halüsinasyon gibi tüm kavramlar bir araya getirilerek tutarlı bir korelasyon kurulursa; Borgman’da anlatılan bu olay(lar) ile Voltaire’in yaşamı arasındaki örtüşme daha açık görülebilir.
Ayrıca Voltaire, yanında kaldığı Madam Markiz de Chatelet’nin şatosuna sık sık arkadaşlarını çağırır onları misafir eder, geceler düzenler ve bir süre onların da şatoda yaşamasına olanak sağlar. Bununla da kalmaz, kendi yazdığı tiyatro eserlerini şatoda düzenlediği gecelerde sergiler ve bu oyunlarda geceye katılan arkadaşlarını oynatır. Vardar şöyle yazıyor: “Bu arada, (Voltaire) dostlarıyla hayranlarını ağırlar, eğlenceler düzenler (şatoda). Kurduğu tiyatroda trajediler oynatır; bu oyunlarında konuklarına rol verir.”(3) Filmde de eve yerleştikten bir süre sonra, kendisi dışında arkadaşlarının da evde yaşamasına olanak sağladığını görüyoruz Borgman’ın. Üstelik filmin final sahnesine doğru, evde düzenlenmiş bir eğlenceye/kutlamaya ve bu eğlencede hazırlanmış bir tiyatro oyununa rastlıyor ve bu oyunu Borgman’ın misafir arkadaşlarının oynadığını görüyoruz.
Filmin belki de en metaforik ve can alıcı sahnesi olan ev sahiplerinin toprağa gömülmesi olayı, imgesel bir anlatım süzgecinden geçirildiğinde anlamlanacaktır. Her ne kadar çoğu zaman yanlarında (şatolarında) kalsa da Voltaire’in dönemin soylu sınıfını ortadan kaldıracak ve bu sınıfı ve sınıf ilişkilerini ve dolayısıyla bir dönemi toprağın altına gömecek olan düşünsel salınımın baş mimarı olmasıyla (Aydınlanma Çağı olarak adlandırılan 18. yüzyıla Voltaire Çağı da denmektedir), ‘toprak altına gömülen burjuva aile ebeveynleri sahnesi’ arasında imgesel bir ilgileşim vardır. Bu ilgileşim, hem soylu sınıfa ait eski kuşağın temsil ettiği tüm sınıf ve sosyal ilişkilere düşman olmasına rağmen aynı sınıfa ait yeni kuşağın Voltaire’in düşüncelerini benimseyip onun peşinden gitmesini temsil etmekte hem de tarihe gömülen bu sınıfın üzerinde, Voltaire ve arkadaşlarının inşa ettiği aydınlanmacı fikirleri ile yeşeren, eskisinden daha güzel bir dünyayı temsil etmektedir. Hatırlanacağı gibi filmde de ebeveynler toprağın altına (burada da tarihe gömülmek ile bir imgeleşim bulunmakta) gömüldükten sonra çocukları anne babalarına bunu yapanlarla birlikte gidiyor ve hiçbir biçimde bu durumu sorgulamıyorlardı. “Voltaire’e zamanında hakaret gözüyle bakan kibirli soyluların evlatları Voltaire’e takdim olunmayı kendilerine pek büyük şeref kabul ettiler”(4) diyerek Beşir Fuad, soyluların çocuklarının Voltaire’in ardından giden bir nesil olduğunu ifade etmiştir. Aynı şekilde eskisi gayet düzensiz, kötü ve kirlenmiş bir göletten oluşan çirkin ve eskiyi temsil eden bahçeye gömülen ebeveynlerin üzerine, Borgman ve arkadaşlarının inşa ettiği daha yeni ve güzel bir bahçe ve yeniden yeşermesi için ölülerin yattığı bahçe toprağına serpilen çim tohumları bu metaforu tamamlayan unsurlar olarak karşımıza çıkmaktadır.
Kim bilir belki de bir villadaki işleri bittikten sonra oradan ayrılarak başka yere giden Borgman, arkadaşları ve yeni kuşağı temsil eden bu yeni katılımcı çocuklar; cihanın belirli bir bölgesinde doğup, daha sonra tüm cihana yayılan aydınlanmayı temsil ediyorlardır. Aydınlanmacılığın baş mimarı olarak Voltaire’i düşündüğümüzde, aydınlanma Çağı olarak adlandırılan 18. yüzyıla boşuna Voltaire Çağı denmemiş olduğunu anlıyoruz. Yeni bir dünyaya açılan bir kapı olarak aydınlanmacı fikirler ve bu yeni dünyayı temsil eden Voltaire. Hazır yeni bir dünya demişken, okuyucu burada hemen yeni dünyayı temsil eden Voltaire ile Borgman arasında başka bir imgesel benzerlik ya da gönderme bulabilir, zira Borgman 2002 yılında keşfedilen bir gezegenin adı aynı zamanda. Yeni bir dünyanın adı olarak Borgman ve yeni bir dünyanın kapılarını açan isim olarak Voltaire.
Filmde, her ne kadar yeraltından çıkıp gelmiş, kirli ve pejmürde biri de olsa Borgman’in (banyo sahnesi örneğinden anlaşılacağı üzere) rahatına düşkün, (ev içinde kimseye görünmemesi gerektiği halde rahat ve hoyratça hareket eden tavırlarıyla) vurdumduymaz ve film boyunca karşılaştığımız birçok örnekten anlaşıldığı kadarıyla biraz üstten bakan alaycı bir kişiliğe sahip olduğu anlaşılıyor. Yazdığı alaycı şiirleri ve iğneleyici sözlerini de düşünürsek; tam da Voltaire’in kişilik kalıplarıyla uyumlu özellikler. Voltaire için Avşar Timuçin şöyle yazar; “Bir seçkin ya da soylu ruhu taşıyan Voltaire her şeye karşın rahata düşkün yapısıyla, alaycı kişiliğiyle…”(5) Ayrıca ve son söz olarak; filmde Borgman’ı canlandıran oyuncu Jan Bijvoet ile Voltaire arasındaki fiziksel benzerlik de göz ardı edilmemesi gereken önemli bir ayrıntı olarak duruyor okuyucunun/izleyicinin karşısında.
İlk izlendiğinde anlaşılamayacak bir filmden bahsediyoruz. Bu anlamıyla buraya yazdıklarımızı okuyucu ve izleyici kendi zihin süzgecinden geçirerek, tıpkı bu satırların yazarının yaptığı gibi öznel bir yargıda bulunacaktır. Lakin unutulmamalıdır ki; izleyicilerin çoğunun kafasında hiçbir kıvılcım çaktırmayacak, hiçbir çağrışım yaratamayacak kadar zor bir anlatım dili kullanılmış bir filmden bahsediyoruz. Detaylı izlendiğinde açıklanmak istenen bir fikir olduğu hissedilen ama izleyicinin açıklanmak istenen fikrin ne olduğuna dair bir çıkarımda bulunmasına olanak sağlamayacak kadar imgesel bir film. Anlaşılmamak için, anlatılmak istenen fikrin anlaşılırlık derecesinin zorlaştırıldığı, fikri anlatma dilinin çok farklı yöntemler kullanılarak alenilikten uzaklaşıldığı bir filmden bahsediyoruz. Tam da Aydınlanma Çağı düşünürlerinin ifade ettiği gibi: “Halk diliyle açıklanamayacak bin türlü fikir vardır.”
Kaynakça:
(1) Berke Vardar, Aydınlanma Çağı Fransız Yazını, Kuzey Yayınları, 1.basım Ağustos 1985 s. 88
(2) Beşir Fuad, Voltaire, Babil Yayınları, 1.basım Nisan 2003 s. a27
(3) Berke Vardar, Aydınlanma Çağı Fransız Yazını, Kuzey Yayınları, 1.basım Ağustos 1985 s. 88
(4) Beşir Fuad, Voltaire, Babil Yayınları, 1.basım Nisan 2003 s. a60
(5) Afşar Timuçin-Ali Timuçin, 50 Soruda Aydınlanma, Bilim ve Gelecek Kitaplığı, 2.basım Nisan 2013 s. 100
Cineritüel’e yazıları ile katkıda bulunan konuk yazarlarımızın ortak hesabıdır.