Neredeyse 4 senedir sezonluk yayın yapmayan, yaklaşık 2 senedir de yeni bölüm yayınlamayan Black Mirror’ın (2011 -) beklenen geri dönüşü kapıya dayandı diyebiliriz. 21 Ekim’de 6 yeni bölümü ve 3. sezonu ile görücüye çıkacak olan bilim kurgu serisi, Channel Four’dan sonra yeni evi Netflix’te daha uzun ve birbirini takip eden sezonlarla, daha geniş bütçesi ve daha iddialı oyuncu kadrosuyla yayına hazır. İlk çıktığında benzersiz konuları ve yenilikçi tarzıyla geniş bir izleyici kitlesini heyecanlandırmayı başarabilmişti. Dizi sektörüne yeni bir bilim kurgu dalgası getirmenin yanında, karanlık ve kötümser yaklaşımıyla türünün benzersiz bir örneği olarak sivrilmişti. Ama o zamandan bu zamana çok şey değişti, köprünün altından çok sular aktı. Önü alınamaz teknolojik gelişmelerin yanı sıra, buna bağlı psikolojik adaptasyon yetilerimiz de her geçen gün takip edemediğimiz bir hızda değişmeye, farklılaşmaya devam ediyor. Black Mirror, bu değişim sarmalında kendini nerede konumlandıracak ve en önemlisi bu değişim sürecine kendini adapte edebilecek mi, merakla bekliyoruz. Bu hızlı devinim sürecinde, yeni sezondan önce, yayınlanan yeni sezon trailer’ının akabinde, şu ana kadar yayınlanan 7 bölümde neler görüp hissetmiştik, kısaca bir bakalım istedik. (Engin Onuk)
1. SEZON
Bölüm 1: The National Anthem
Serinin ilk halkası olan The National Anthem, Black Mirror’ın hiciv ve kara komedi sınırlarını en çok zorladığı bölümlerden birisi diyebiliriz. İlk bölüm, gelişen iletişim ve sosyal medya teknolojilerinin beraberinde getirdiği mahremiyet ve güvenlik risklerinin varabileceği en uç trajikomik senaryo üzerinden bir varsayımlar dizgisi ile hareket ediyor. The National Anthem kaçırılan Beaumont düşesi prenses Susannah’nın başbakanın televizyon canlı yayınında bir domuzla cinsel ilişkiye girmesi şartıyla serbest bırakılmasını konu ediniyor. Hızlı teknolojik ve iletişimsel değişimin sebep olduğu bu akıl tutulması, ilk bakışta her ne kadar çok absürt ve uç bir senaryo gibi gözükse de beklenmedik bir şekilde inandırıcılığını yitirmeden, gerçekçilikten uzaklaşmadan kendisini sunmakta başarılı bir iş çıkarıyor. Her ne kadar böyle bir absürtlüğe yol açmamış olsa da, gerçek hayatta yaşadığımız akıl tutulmasının yol açtığı duygusal çöküşün bir resmi çizilmiş oluyor. (Engin Onuk)
2. Bölüm: Fifteen Million Merits
Hayatın kendisi bir akıllı telefon uygulamasına dönüşürse ne olur? Yapaylaşan hayata karşı başlatılacak direnişi hangi Prometheus başlatacak? Ve nasıl bir mücadele? Eleştirellik zaviyesini genişleten Black Mirror serisinin Fifteen Million Merits bölümünde modern teknolojin insan-hayvan ikiliği tekno-insan karışımıyla aşılıyor. Aristocu anlamda nasıl ki bir şey, oluşma sürecinin tüm aşamalarına sahip olarak bir ürün verdiğinde doğallaşır diyebiliyorsak, varoluşumuzu teslim ettiğimiz teknoloji de bizi oluşturan süreçlere sahipse artık bizim doğamızdır diyebiliriz. Bu önermeden hareketle, olmadığında yaşayamadığımız şey ise aynı zamanda bizim Tanrı’mızdır da diyebiliriz. İşte serinin bu bölümünün temel aksiyomu bence bu: Tanrı varsa her şey doğaldır. Öncü düşünürlerin yüz yıl önce yazdığı yabancılaşmayla sonunda yirmi birinci yüzyılda tam göbekten haşır neşir olduk. Teknolojiyle kurulan bu ‘iltisak’ artık bir üretim-tüketim ilişkisinden çok fazla. İşte bu yeni durumu anlatmada yetkin örneklerden biri Fifteen Million Merits. İltisak artık üretimin üretimi seviyesine çıkmış durumda. Nedir üretimin üretimi? Sonsuz bir üretim sarmalanın oluşturdu imgelemden hareketle anı ve eylem üretim odaklı oluşturma pratiği. Eskiden imgelem ya bir doğa durumuna gönderme yapardı ya da Tanrı’ya. Şimdi ise imgelemden bize kala kala bir ‘akıllı gereçler uygulaması’ olarak mutluluk aparatları kaldı. Bölümün can alıcı sorusu: Peki, Prometheus kim olacak? Sistemin ‘putlarının alacakaranlığına’ çomağı kim sokacak? Bu bölümden sorunun cevabını beklemek tabii ki yönetmene haksızlık olacak. Çünkü bu cevapla bu kadar kolay bir sağaltımı yaşayarak kurtulamayız yönetmenin elinden. Çünkü makbul Prometheus’un -etnik olanı!- çomağı, bizzat artık kendi uzvuna dönüşmüş aparatıdır. Bu arada Aristocu anlamda bir şeyin kendisi bir bütünün uzvuna dönüşüyorsa o şey o bütünün doğal üyesidir. Yeni uzuvlarımızla ve türlü tanrılarımızla mutlu yaşamlar. (Fatih Değirmen)
3. Bölüm: The Entire History of You
Black Mirror’ın ilk sezonun son bölümü olan The Entire History of You, teknolojik gelişmelerin hafıza, kişisel mahremiyet ve anılar üzerindeki etkilerini mercek altına alırken; bireylerin geçmişin tüm detaylarına hâkim olmasının tahmin edildiği kadar iyi sonuçlar doğurmadığını da gözler önüne seriyor. Yakın gelecekte, hafızanın yerini alan ve deri altına yerleştirilen bir çip, kişinin tüm yaşamını kaydetmektedir. Organik anıların yerini alan bu dijital anılar, imkânsız unutmalara sebep olmakta birlikte bireylerin obsesyonu da arttırmaktadır. Artık her jest ve mimiğin anlamı vardır; kayıtlar sürekli izlenmekte, durdurup, geri alınarak yeni varsayımlar yapılmakta, önemsiz görünen ayrıntılar zihinde detaylanmaktadır. Böylece anı; yeniden biçimlenen, yorumlanan bir forma dönüşür. Ayrıca anıları revize etmek, istenmeyenleri silmek de mümkündür. Bu tür bilgi -yani sürekli geçmişi didikleyerek organik yapısını kaybeden anı- kişiyi bir süre sonra geçmişle yaşayan birine dönüştürür. Yaşanan an önemsizleşmiş, gerçeklik kayıtlardan izlenen ve yorumlanan sonuçlara göre tekrar tekrar şekillenmiştir. Kayıtlara sadece kullanıcının erişim şansı olsa da, anıları izletmek artık rutin bir alışkanlıktır. Anılar gibi mahremiyet de yeniden şekillenmiştir. Bölüm, mikro düzeyde kıskanç bir eş olan Liam’ın, bir davette bu tip detayların üzerinde ilerleyerek karısının ihanetini çözmesini anlatsa da, makro planda hafıza ve bilgiye dair modern çağın açmazları ile teknolojinin yitirdiği bireysel mahremiyet üzerinde düşünmemizi sağlar. Bazen, unutmak sağlıklıdır. (Gökhan Gök)
2. SEZON
1. Bölüm: Be Right Back
Bir şeyin kopyası aslı gibi olabilir mi? Usta yönetmen Abbas Kiyarüstemi’nin Copie Conforme filminde tartıştığı gibi Black Mirror serisinin bu bölümü de bu soruyu tartışıyor. Ölen kocasının yerine bir makine-şey ile yaşamaya başlayan kadının gerçek ve sahte ya da daha doğru bir adlandırmayla kopya-şey ile orijinal-şey’in sınırlarında kaybolması hikâyenin ana eksenini oluşturuyor. Gerçeğin aslında insanın kendisi tarafından arzu dolayımı ile oluşturulduğunu düşündüğümüzde, aslında savaşın karşıtları kopya-şey ile orijinal-şey olmaktan çıkıyor ve insan bedeninin (arzunun) bir şeye şahsiyet kazandırması sorunsalına evriliyor. Be Right Back, burada basit bir yola başvurup bizim The Matrix (1999) filminde gördüğümüz sahte ve gerçek ayrımı yapıyor. Aslında Her (2013) filmindeki bilgisayar programının bu metindeki Ash’ten tek farkı bir bedene sahip olmamasıdır. Oysa gerçek hiçbir zaman sahte olan “şey”den ayrı ya da bağımsız bir beden/şahsiyet değildir. Bu felsefi sorunlar bir tarafa burada esas tartışmamız gereken mesele teknolojinin bizleri sahte gerçekliğin içine itmesidir. Duyguların bir nevi askıya alınarak robotlaştırıldığı, tepkilerin tektipleştirildiği bir evrende birçok seçenek arasından bir gerçeklik seçmemizi istiyor ve buna da sosyalleşme, özgürlük gibi adlar takıyorlar. Bu bölüm seyirciye teknolojik çılgınlığın ve bir aletin içine hapsolan bedenlerimizin gerçek duygulanımlarımızla bir ilgisinin olmadığını, yapay bir gerçeklik yarattığını söylüyor. Geçenlerde yapay zekâya bir roman yazdırıldığı ve romanın bir edebiyat yarışmasında ödül aldığı haberleri dolaşmaya başladı. Bu artık karşımızda sadece kanlı canlı bir insanın olmadığı, insan yekûnunun bir “şey”de tektipleştirildiği bir dünyada, diyalog kurduğumuz/kuracağımız makinelerin insanın yerine ikame edilmesinin mümkün olduğunun bir göstergesi olarak karşımızdadır. Gelecek, insanlar için insan olmayan rakipleri ve insanın devamı olabilecek makinelerin mümkün olabileceğinin ışığını kapı aralığından bize gösteriyor. Be Right Back ise bu mümkünata eleştirel bir bakış fırlatıyor. (Kürşat Saygılı)
2. Bölüm: White Bear
Black Mirror serisinin başından beri en çok odaklandığı sorunsal “seyretmek” üzerine kurgulanmış modern çağın şov algısıdır. Sinema bu şovun en işlevsel haline dönüşmüş, TV ise bu şova farklı bir heyecan katmıştı. Şimdilerde ise sosyal medya bu yarayı büyütmekte. Black Mirror serisinin en parlak bölümlerinden biri olan White Bear, adaletin bir şova dönüşürse nasıl bir şey olacağını tartışıyor. Bunu yaparken, yine fütüristik ve distopik özellikler taşıyan hikâye anlatma becerilerini konuşturan Black Mirror’ın yaratıcıları, insan doğasının en derininde yaşayan bu acımasız seyircinin izini sürüyor. Aslında bu bölümü izleyenlerin aklına hemen gelebilecek somut bazı doneler var. Mesela eskilerde Türkiye topraklarında idam cezalarının kamuya açık bir yerde uygulanarak idam edilen suçlunun halka izlettirildiğini hepimiz az çok işitmişizdir. Burada paralel bir metin olduğu için Aziz Nesin’in parlak bir kara mizah örneği olan Surname romanındaki Berber Hayri’nin idamı sahnesini hatırlatmak isterim. Bu sahne sadece suçlunun cezasını çekmesini değil suçlunun cezasını çekme biçiminin de diğer insanlar için nasıl bir şova dönüştüğünü göstermesi açısından son derece ilginç. Haneke’nin akıllara kazınan Funny Games filmindeki o meşhur TV kumandasıyla olayları geri sarma sahnesini hatırlayalım. Bir an için seyircilerin, bir kişinin -velev ki bu bir cani olsun- ölmemesinden duyduğu üzüntü tartışmaya açık değil midir? White Bear, insanoğlunun seyrederek iktidar kurduğunu gösteren ve Batı medeniyetinin inşa ettiği gösteri toplumuna sert eleştiriler getiren bir metin. Başkalarının acılarıyla mutlu olan, kibirli ve bir o kadar da çaresiz insanoğlunun bir şeyleri seyrederek ve kaydederek vicdan rahatlatma ayinine tanık olduğumuzda, aslında “Adalet Parkı”nda olanların adalet dağıtmak ve suçluyu cezalandırmak için kurgulanmadığını, bilakis acımasız ve gaddar insanoğlunun kendine bir eğlence aradığını düşünmemek için saf ya da yalancı olmak dışında bir ihtimalimizin kalmadığını bilmek zorundayız. Eğer seyretmekten bu kadar keyif almıyor olsaydık Felluce’ye fosfor bombalarıyla saldırıldığında akşam yemeğimizi obur midemize indirirken bir yandan da canlı yayında çocukların ve çaresiz insanların yanarak ve parçalanarak öldüklerini görmek için CNN’i açmazdık. (Kürşat Saygılı)
3. Bölüm: The Waldo Moment
Egemen iktidar mekanizmalarının iç ettiği tüm mücadele pratikleri karşı olduğu iktidar biçimlerini güçlendirmekten başka bir işe yaramaz. Bir mizahi eleştiri aracı olarak çıkan ve bel altı mizahıyla siyasi adayların korkulu rüyası olan çizgi karakter Waldo, kendisini zaten bir tüketim ilişkisi üzerinden kurduğu için iktidar tarafından iç edilmeye mahkûmdur. Bölümün sonunda da ne ismi skandallara karışmış başkan adayının seçilmesine engel olabilmiş ne de kokuşmuş siyasal düzenin üstünde bir söylem üretebilmiştir. Vardığı nokta, çoğu muhalefet biçimlerinin de başına geldiği gibi, yeni bir kültürel meta olmaktan öteye gidememiştir. Peki, bu noktaya nasıl varmıştır Waldo? Karakterin üreticisinin ‘etik’ yaklaşımlarını görmezden gelen yapımcının etkisiyle kendini bir marka olarak sunan Waldo, marka değerini arttırınca artık üreticisinin himayesinden de çıkmıştır. Yapımcının bu markanın ‘değerini’ iyi pazarlaması Waldo’yu ekonomik alanı domine eden bir ürün seviyesine getirmiştir. The Waldo Moment bölümünün seyirciye söylediği şudur: Bir çizgi karakterin ardında istediğin eleştiriyi yapabilirsin; fakat bu eleştiri bir güç oluşturacak şekilde büyürse artık bizden biri olmak zorundasın. Yoksa yoluna devam edemezsin. Waldo’yu üreten komedyen, yapımcının çizgisi dışına çıktığında bizzat kendi ürettiği çizgi karakterin kışkırtmasıyla kendi seyircisine dövdürülür. Eleştirinin ancak iktidarın izin verdiği alandan yapılabileceği savının aşılma noktası eleştirinin taşıdığı mizah söylemiyle ilgilidir. Waldo’nun mizahı, iktidarın yasasını gülünç bir algılanım seviyesine indiremez. Sadece temsili bir eleştiri boyutunda kalır ve bu nedenle iktidar tarafından iç edilir. Yani onun yasal düzlemin sınırlarına dâhil edilir. Geriye dev bir ekonomik canavar olan Waldo tiranlığı kalır. (Fatih Değirmen)
3. SEZON
0. Bölüm: White Christmas
Yayınlanan son bölüm olan White Christmas, teknoloji dünyasının son yükselen trendi olan akıllı kişisel yardımcılardan yola çıkıyor. Siri, Google Assistant, Cortana. Amazon Echo gibi bütün önde gelen teknoloji şirketlerin kendi akıllı kişisel yardımcılarını piyasaya sürmesiyle birlikte, teknoloji uzmanları kişisel asistanların hayatımızda gittikçe daha çok yer kaplayacağını tahmin ediyor. Henüz daha çok ilkel aşamada olan bu yardımcıların teknolojinin geleceği olduğu spekülasyonları son zamanda teknoloji dünyasının gündemini domine ediyor. Aslında bu bölümde gerçekleşenler de bu tahminin vücut bulmuş halinden yola çıkıyor diyebiliriz. Sadece bütün kişisel bilgilerimizi bilen değil, aynı zamanda duygularımızı, anılarımızı, yaşadıklarımızı ve beklentilerimizi de tam olarak bilen bizim yapay bir klon yardımcımız olsaydı ne olurdu? Yapay bir gerçeklikte varlığını sürdüren bu klon, yardımcılar sadece kişisel bir yardım aracı olmakla sınırlı kalabilir mi? Suçların ifşa edilmesinde, delil toplanmasında bir araç olarak kullanılmaya başlayan bu klon yardımcılar, kişinin en derinine gömülü sırların bile bu yardımcılar vasıtasıyla kişi farkında olmadan ifşa edilebildiği, gizlilik ve mahremiyet kavramlarının tamamen tarihe karıştığı bir dünyanın ortaya çıkmasına sebep oluyor. (Engin Onuk)
Cineritüel editörlerinin ortak hesabıdır.
dizi eleştirisi demişsiniz ama daha çok dizi tanıtımı yazısı okuyormuş izlenimine kapıldım
Eleştiri dediğin Mert bey, sadece kötülemek midir? izleyenlerin göremedikleri bazı ayrıntıları kuramadiklari bazi bağlantıları yazmışlar ilgilenenlere…