- Hollywood’un klasik anlatı kurgusunun işlevi “bakma” eylemini saf bir seyir haline indirgeyerek seyircinin filmin içine girmesini sağlamaktır. Böylece seyircinin filmin herhangi bir karakteri ile özdeşleşmesi sağlanır. Birdman’ın tek plan çekimi, sürekli hareket eden kamerası ve baterinin film boyunca kulak tırmalarcasına hikayeye eşlik etmesi seyircinin filmin içine girmesini engelliyor
-Bu hayattan istediğin şeyi aldın mı?
-Aldım.
-Ne istiyordun?
-Sevildiğimi bilip hissetmeyi.
Raymond Carver’den bu alıntı ile başlıyor film. Birdman, 90’lı yıllarda bir süper kahramanı canlandırmış ve bu rolle ünlenmiş aktör Riggan Thomson (Michael Keaton)’un bu hayattan istediği şeyi alıp alamadığını soruyor. Artık ününü kaybetmeye başlamış “bu neredeyse eski aktör” Broadway’de Carver’in bir oyununu tiyatroya uyarlayarak eski popüler günlerine geri dönmek istiyor. Film, Keaton’un bu oyunu hazırlama ve sahneye koyma sürecini tek planda hiç “kesme” kullanmadan anlatıyor. Birbirinden bağımsız hikayeleri ortak bir temada birleştiren filmleri ile tanıdığımız İnarritu’nun bu kez çok ayrıksı bir teknikle filmi tek plan çekmesi Birdman’ın en dikkat çekici yanı.
Hollywood’un klasik anlatı kurgusunun işlevi “bakma” eylemini saf bir seyir haline indirgeyerek seyircinin filmin içine girmesini sağlamaktır. Böylece seyircinin filmin herhangi bir karakteri ile özdeşleşmesi sağlanır. Birdman’ın tek plan çekimi, sürekli hareket eden kamerası ve baterinin film boyunca kulak tırmalarcasına hikayeye eşlik etmesi seyircinin filmin içine girmesini engelliyor. Sahnelerin sürekliliği, kesmeden devam eden aksiyonu seyircinin soluk almasını imkansızlaştırıyor. Walter Murch, kurgudaki kesmelerin bir metnin noktalama işaretleri gibi olduğunu söyler. Bu noktalama işaretleri düşüncenin gücü ve hareketin temposuna göre azalır ya da çoğalır. Birdman’i noktalama işareti kullanmayan çılgın bir yazarın romanına benzetebilirsiniz.
İnarritu’nun Hollywood’a dışarlıklı birisi olduğu malum; dolayısıyla filmin bir “büyü” değil “düşünce” olmasını istemiş olabilir. Brecht’in yabancılaştırma efekti gibi bir oyunla seyirciyi filme yabancılaştırıp düşünmemiz için yahut “düşünceli seyirciyi” filme davet etmek için alan açmak istemiş olabilir. Ben yönetmenin bu konuda çok da başarılı olduğunu söyleyemeyeceğim. Vertov’un Sine-Göz’ü gibi neredeyse filmin tek mekanı olan tiyatro binasına fırlatılmış –dışsal bir nesnel göz- kamerası odak noktamızı sürekli değiştiriyor. “Kamerayı kısmi bir nesne, özneden kopartılmış ve serbestçe etrafa atılmış bir “göz” olarak kullanmak” hem zor hem de yaratıcı bir iş; fakat Birdman’in tek plan-sekansının amacı nedir? Bu devrimci sinemasal hamlenin seyirciyi filmin dışına ittiği doğru ama seyirciyi o kadar yoruyor ki odak noktasını aramaktan metne yabancılaşmaya fırsat kalmıyor. Sonuç olarak filmin tekniğinin hikayeye hizmet ettiğini söylemek zor. Yormaktan ve kafa karıştırmaktan başka bir şeye hizmet etmiyor.
İnarritu’nun sinema tekniği gibi kendisinin de kafası karışık. Hikayenin ana teması sürekli başka temalarla kesiliyor ve yönetmenin ne anlatmak istediğini anlamakta zorlanıyorsunuz. Filmin ilk sahnesinde Riggan’ı oyunun provası için hazırlanırken düşünceli bir şekilde aynaya bakarken görürüz. Aynaya yansıyan hem Riggan’ın kendisidir hem de canlandırdığı karakter Birdman’in duvardaki posteridir. Aynanın kenarına ise bir not iliştirilmiştir: “Bir şey neyse odur, o şey hakkında söylenenler değil.” Film boyunca yönetmenin tartıştığı şey Kant’ın terminolojisiyle söyleyecek olursam numen ile fenomen’in yani “kendinde şey” ile “görünen” arasındaki doldurulamaz boşluğun bir fantazi tarafından (Birdman) doldurulmasıdır. Riggan’ın arzusu kaybettiği ünü geri kazanmak değildir; başta öyle sezinlesek de –filmin başında eski karısı ile geçen diyalogdan böyle bir sonuç çıkıyor- filmin ilerleyen sahnelerinde Riggan’ın hala tanındığına, popülaritesini çok da yitirmediğine şahit oluruz. Riggan ünlü değil ölümsüz olmak istiyordur. Hal Niedzviecki’nin meşhur (famous) ile star kavramının farklı şeyler olduğunu star’ın daha çok ölümsüzlük vurgusu taşıdığını söylediğini biliyoruz. “Paris Hilton ünlü, Julia Allison ünlü, Marilyn Monroe stardı”, derken mesela ünlü ile ölümsüz olanı nasıl ayrımladığını görebilirsiniz. Riggan ile kızı (Emma Stone) arasında geçen ilk kavgada kızının çağa ayak uyduramadığını söylemesi ve dahası Riggan’ın da facebook ve twitter kullanan herkes gibi ünlü olmaktan başka bir derdinin olmadığını söylediği sahnede Riggan’ın bu meseleye çok takılmadığını görürüz. Riggan ünlü olmak ile star olmak arasındaki farkı bilir. Bu yüzden çıplak bir şekilde sokakta yürüdüğü ve kameralara kaydedildiği sahnenin sonunda internette milyonlarca kez tıklanmayı umursamaz. O Birdman olmak istemektedir.
İlk provadan sonra kuliste iki aktris arasındaki diyalog filmin başındaki önermeyi –neysen o’sun, hakkında söylenenler değil- olumsuzlar. Bu diyalogda felsefi bir problemle karşılaşır film. Ben özne olarak kendimi başka bir öznenin bakışı olmadan veya bir nesne ile ilişkiye girmeden kurabilir miyim? Filmin genel olarak sonsuz evrende bir hiç olduğumuza dair vermiş olduğu mesajlarla, star olmak, sevilmek, belirli bir hayran kitlesine ulaşmak gibi narsistik Hollywood imgelerini eleştirmek gibi bir pozisyonu var (Ya da en azından filmin içine serpiştirilmiş bu minvalde birçok sahne ve diyalog var). Fakat bu diyalog ötekinin bakışı olmadan kendi öznelliğimizi kuramayacağımıza dair bir mesaj veriyor. Filmin diğer karakterlerini sinir edecek kadar özgüvenli olan Mike (Edward Norton) dışındaki bütün karakterler aslında kendi kimliklerini öteki’nin bakışı üzerinden kurmak gibi bir sorunla uğraşıyorlar. (Burada meselenin anlaşılabilmesi için basit bir örnek vermek istiyorum. 1960’ların Sadri Alışık filmlerinin kültleşmiş bir finali vardır. Sadri Alışık bir kadınla aşk yaşar ve kadın onu çeşitli sebeplerle terkeder-para, şöhret ve başka engeller girer araya- Filmin finalinde iki eski aşık rastlaşırlar -tabi Sadri Alışık onu hala sevmeye devam ediyordur- Sevdiği kadının değişip başkalaştığını ve vuslatın imkansız olduğunu anladığında ağlamaya başlar; sevdiği kadın sormadan da açıklama yapar: “Sakın sana ağladığımı zannetme bir zamanlar sevdiğim bir kadın vardı, sen onu öldürdün, ben ona ağlıyorum.” Bu tirattan sonra kadın tekrar Sadri’ye dönmek istese de Sadri bunu kabul etmez. Çünkü onun bakışında o kadın artık başka biridir; neyse o değildir.) Filmin düştüğü hata kendi kendini olumsuzlaması yani bir taraftan karakterlerinin bu çıkışsızlığını gösterirken öte taraftan bir vaiz edasıyla “neysen o’sun” diyebilmesi. Oysa Zizek şöyle der: “Kimse, Tanrı bile doğrudan doğruya neyse o değildir. Herkesin minimal bir fantazi senaryoyla dışsal, merkezsizleşmiş bir özdeşleşme noktasına ihtiyacı vardır.” Yani film bize “kendime mi benziyorum?” ya da “ben öteki’nin bakışı için neyim?” diye sormak yerine ucuz bir Hollywood hilesi ile sadece “kendin ol” demektedir. Film, Avro-Amerikan bir külterel fetiş olan birey fetişizmini tam eleştirecekken ucuz bir yola girer ve tiyatro binasına fırlatılmış nesnel hareketli kamerasını Riggan’ın peşine takar.
Riggan, kendi kimliğini nasıl oluşturmaktadır? O da diğer karakterler gibi “hala çocuk gibi başkasının onayına” mı ihtiyaç duyar? Bir büyük-Öteki tarafından kimliğinin onaylanmasını mı bekler? Aslında Riggan’ın sorunu bir bedende iki ruh taşımasıdır. Riggan’ın önce sadece ses olarak duyduğumuz, filmin finaline doğru kendisini de gördüğümüz kafasında yaşattığı tuhaf bir hayaleti vardır. Bu ses Riggan’ın doğa-üstü güçleri olduğunu ve eski şaşaalı günlere geri dönmesi gerektiğini sürekli ona hatırlatır. Ortada şizofrenik bir durum vardır. Orhan Pamuk’un son romanını okuduğumuzda Bozacı Mevlut’un kafasındaki tuhaflığın ne olduğunu tam olarak anlayamadık. Fakat Birdman’e alternatif bir isim verecek olsak bu Kafamda Bir Tuhaflık olabilir. En azından şimdi tuhaflığın ne olduğunu biliyoruz. Riggan’ın kafasındaki tuhaflık onun merkezsizleşmiş bir özdeşleşme noktası bulmasını engeller ve barda ünlü film eleştirmeni ile konuştuğu sahnede eleştirmenin “sen aktör değil, ünlüsün” diye onu aşağılamasına karşın ve provaları izleyenlerin Riggan’ı değil Mike’ı haber yapmalarına karşın o sadece “Ben senin gördüğün şey değilim, ben olduğum şeyim” demektedir. Peki Riggan ne’dir? (Dikkat ederseniz kimdir diye sormadım.) Burada Birdman’in yani Riggan’ın içinde bulunduğu durumu çok iyi anlatan bir film var: Billy Wilder’ın başyapıtlarından olan Sunset Bulvarı. Sessiz film döneminin starlarından olan Norma Desmond artık kimse tarafından hatırlanmasa da kendini hala eski şöhretli günlerindeki gibi hissetmektedir. Hala her gün düzinelerce mektup almakta, Hollywood’a senaryo yazmakta ve yapımcılardan teklifler gelmektedir. Film boyunca genç bir senarist, evin uşağı ve Norma arasında geçen gerilimli ilişki filmin finalinde yerini sürpriz bir sona bırakır. Aslında Norma’nın kendini hala bir star zannetmesini sağlayan evin uşağıdır. Sahte mektuplar yazdırmakta, Norma’nın eski şaşaalı günlerini yaşaması için sürekli mizansen kurmaktadır. Ve bu mizansen ortaya çıktığında artık Norma yaşayamayacaktır. Uşağın Norma’nın ilk kocası olduğunu öğreniriz. Onun sahte evreninin yaratıcısı Norma’nın hayata tutunması için böyle bir yola başvurmuştur. Riggan’ın kafasındaki Birdman onun canlandırdığı –yarattığı/hayat verdiği- bir hayalettir. Eğer kafasındaki bu tuhaf hayalet gitseydi Riggan muhtemelen Norma gibi bütün hayati fonksiyonlarını kaybedecekti-gerçekte Norma da ilk kocasının bir kurgusundan ibaretti-. Gerçeğin içine yerleşmiş, bakışımızın koyutladığı, arzu ile inşa edilen bu gerçeklik bize gerçeğin/hakikatin bir kurgudan ibaret olduğunu gösterir. Gerçek olan kurgudur. Zizek’e göre mesela “ben beyazım” dediğimde, varlığımın belirsizliğine ilişkin boşluğu dolduran bir simgesel kimliği/özdeşliği üstlenirim. Simgesel öznelerarasılık uzamında ne olduğunu asla dosdoğru belirleyemem, bu yüzdendir ki “nesnel toplumsal kimliğim” “öznel” beklenti yoluyla kurulur.” Yani Lacan’a göre ne olduğumuzu asla basitçe belirleyemeyeceğimize göre “Öteki’nin gözünde ne olduğum” sorusuna peşinen cevap vermek zorunda kalırız. Birdman; Riggan’ın numen’i yani “kendinde şey”i ile “fenomen”i arasındaki boşluğu dolduran bir fantaziden ibarettir. Bu kurgusal düzlem ortadan kalktığında Riggan’ın kendisi de yok olacaktır; çünkü numen aslında kendiliğinden var değildir, inşa edilmesi gerekir. Filmin finalinde Riggan’ın hastane penceresinden dışarı çıktığını görürüz. Kızı, içeri girer camın açık olduğunu görür; intihar ettiğini düşünerek aşağı bakar kimse yoktur. Sonra yukarı bakar ve babasını uçarken -yani Birdman’i- görür. Film boyunca biz Riggan’ın uçtuğuna şahit olmuştuk ama ilk kez başkasının bakışından bunu görürüz. Riggan kızının bakışı için Birdman’dir. Yönetmen kızın bakışında aksiyonu keser, seyirci Birdman’i havada asılı görmez. Böylece bir kez daha “neysen o’sun” önermesi geçersiz kılınır ve Öteki’nin bakışı için olduğun şey gerçeklik kazanır. Film kendi önermesini bir kez daha olumsuzlar.
Sonuç olarak Birdman kafası karışık bir yönetmenin tam olarak anlatacağı şeyde karar kılamadığı bir iş gibi geldi bana. Ne önermesinde ne de temalarında tutarlılık var. Sinemasal hamleleri ise sadece hamle olarak var; bir amacı yok gibi. Seyirciyi çok yoran ve yeni bir şey söylemeyen bir film. İnarritu filmografisinde ise pek de önemli bir yer edineceğini zannetmiyorum.
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi mezunu. Marmara Üniversitesi iletişim Fakültesi’nde Sinema yüksek lisansını tamamladı. Sinema Kafası’nda başladığı film eleştirilerine Cineritüel sitesinin yanı sıra Dipnot Dergisi’nde film eleştirileri ve makalelerini yayınlayarak devam ediyor.