Frenklere bakın! Dinleri için nasıl gözleri dönmüşçesine savaşıyorlar;
oysa ki biz Müslümanlar cihat yolunda hiç de ateşli değiliz.
Selahaddin Eyyübi
Haçlı seferleri üzerine birçok ideolojik-politik kitap yazılmıştır; ama hiçbirisi Amin Maalouf’un “Arapların Gözünden Haçlı Seferleri” kitabı kadar insanda derin bir tesir uyandırmaz. Bu kitap gücünü lafı hiç dolandırmadan orada neler olduğunu vakanüvistlerin tanıklıklarıyla anlatmasından alır. Gerçekler ve yaşanmışlıklar şüphesiz farklı formlarla anlatılabilir; ancak çıplak gerçeklik sarsıcı, yıkıcı ve tahrip edicidir. Arap coğrafyası ve Batının sömürgesi olmuş toplumlar ikinci paylaşım savaşından beri makus talihlerini tersine çevirememişlerdir. Acı ve gözyaşı bu topraklardan hiç eksik olmamıştır. Burada sinemacılara düşen görev en büyük anlatı olan tarihe, kameraları ve hikayeleriyle not düşmektir. Bir vakanüvist edasıyla tarihi, kendilerini yazmak gibi bir ödevleri vardır. Edward Said; “yüzyıllardan beri Batılı olmayan dünyaya ilişkin Batılı fikirlerin ırkçı emperyalist bilgiyi yarattığını” söylemiştir. Bu Batılı enformatik bilgi koca bir coğrafyayı turist bakışına hapsetmiştir. Oryantalist bakış bu “turist bakışı” inşa eden koca külliyatıyla zihinlerimizi işgal etmiştir. Bugün bağımsız olduğuna en çok inanan ülkeler dahi kültürel olarak işgale uğramış ve Batılı enformasyona teslim olmuştur. Geçmişten beri bize söylenen şeyler bu külliyatın bir parçasıdır.
Ne demişti Bernard Henry-Levi: “Cezayir’de İslami Selamet Cephesi’nin iktidara gelmesi demokrasiye aykırı idi. Bu yüzden 92’deki darbeye olumlu baktım. Gazze’de olanlar da aynıdır. Mısır’da Müslüman Kardeşler’in de iktidara gelmesini demokrasiye aykırı buluyorum. Demokrasi sadece seçim değil aynı zamanda değerlerdir.” Levi’nin “değerler” olarak indirgediği şeyi hepimiz artık biliyoruz: Askeri ve ahlaki müdahalenin zemini için yaratılmış bir simülasyon. Müslümanların İslamı terketmedikçe bu değerlere sahip olamayacağı tezi şüphesiz Levi’ye mahsus da değil. Öteden beri dillendirilen şey hep aynıydı. Kont Ferrieres de Sauveboeuf ne demişti: “Keşke bir gün Türkler kendilerini aydınlatabilseler! Boş bir hayal bu! Cehaletten beslenen fanatizm ufuklarını daraltıyor, zevk ve eğlence dışında başka bir şey düşünmüyorlar. Osmanlılar Avrupa’dan çıkarılabilir ama asla değişmezler. Dinin karanlığı onları daima böyle bir bilinçsizliğe sürükleyecek…” Türklerin aydınlanamaması İslam’ın karanlığından kaynaklanıyormuş. Bu tespiti 1790’da yapıyor Fransız jakoben. 1798’de Mısır’a gönderilen Fransız bir doktor François Pouqueville de aynı kanıda: “Derin bir barbarlığa gömülmüş olan Türkler, yalnızca nasıl yakıp yıkacaklarını düşünürler, bu özelliklerini çok önemserler; dinsel inançlarıyla ilintili bir talihsizliktir bu.” Bu görüşler Ernst Renan’ın düşüncelerine çok benziyor. Renan doğunun modernleşmesinin tek yolunun İslam’ı terketmek olduğunun en ateşli savunucularındandı. 18. yüzyıl Fransız aydınlarının “Bütün monarşiler despotik değildir; sadece Türk monarşisi o niteliktedir.” savı ile hareket ettiklerini söyleyen Maria Todorova bu aydınların “Osmanlı İmparatorluğu’nun, despotizmin en tipik örneği olduğu şeklindeki görüşün yanına fanatizm ve taassuba bulanmış İslam dininde reform gerçekleşemeyeceği inancı eklediğini” söyler. Oryantalizmin dili böylece inşa edilmiştir.
Kolonyalist dönemde Batı bu jargonu bir silah olarak kullanmıştır. Postkolonyalist dönem ise başka gelişmelere gebe olmuştur. Ne ki Batı bu dilden yine taviz vermeyecektir. Nesnel toplumsal ilişkilere dayanan politik özne anlayışı yerine ideolojik-politik düzeyde oluşan birlikler anlayışının benimsenmesinin ürünlerinden biri olan postkolonyalizm 1980 sonrasında gelişir. Kolonyalizm sonrası Arap coğrafyası için artık başka bir kültür ve tarih dönemi başlamıştır. Postkolonyal yaklaşımda uygarlıklar ve kültürler tarih tarafından açıklanmazlar. Bunun yerine bu ikisi tarihi açıklamaktadır. Uygarlıklar ve kültürler tarihi açıklayacaksa sinremacılara da burada çok iş düşmektedir. Sinemacı kamerasını bir kalem gibi kullanır artık ve her bir film tarihe bir not düşmektedir. Filistin sineması bunun en açık örneklerinden biridir. Özellikle 1967’de 6 Gün Savaşları olarak da bilinen savaşı İsrail’in kazanmasının etkisiyle sinemacı Mustafa Abu Ali ve eleştirmen Hassan Abu Ghanima Filistin Sinema Topluluğu’nu kurarak bir manifesto yayınladılar. Bu manifestoda önce yerleşik düzen filmlerini eleştirdiler: “Arap sineması, uzun süredir gerçekle ilişkisiz konuları, üstelik yüzeysel biçimde işlemekle yetiniyor. Belli kalıplara dayalı bir tutum, sonunda sinemanın bir çeşit afyon yerine geçerek, Arap seyircisinde tiksindirici alışkanlıklar yaratmıştır. Bu sinemanın halkın ilerici görüşünü ve bilincini karartarak gerçek sorunlara yüz çevirmesinde etkisi olmuştur.” Manifestoda 1967 yenilgisinden sonra ortaya çıkan filmler için de şunlar söylenmiştir: “Bu yeni akıma örnek olan filmler, yenilgimizin nedenlerini soruyor ve Filistin direnişinin yanında yürekli tavırlar alıyorlar. Gerçekten de önemli olan, bulunduğumuz durumun gerçek nedenlerini ortaya serip biz Arap ve Filistinlilerin toprağımızı kurtarmak için verdiğimiz savaşın aşamalarını anlatarak, halkımızın savaşını gereğince destekleyebilecek bir Filistin sineması geliştirmektir. Arzuladığımız sinema bugünü, geçmişi ya da geleceği olduğu kadar iyi anlatmayı görev edinmelidir, edinecektir. Bu uyumlu atılım, bireysel çabaların toparlanmasını gerektiriyor. Gerçekten de kişisel girişimler değerleri en olursa olsun yetersiz ve etkisiz kalmaya mahkumdurlar.” Filistin Sineması bu tarihten ve bu topluluktan itibaren tarihe not düşmeye başlamış yerleşik/klasik sinema yerini mücadele ve müdahale sinemasına bırakmıştır. Bu tutum kendini Elya Süleyman’ın filmlerinde gösterir. Süleyman diğer Filistinli yönetmenlerin filmlerinde sinemacılar tarihe not düşmelerinin yanı sıra uluslarının belleklerinin de bekçiliğini yaparlar.
Vakanüvist olarak sinemacı kendi toplumunun, ülkesinin trajedisini oryantalizm tuzağına düşmeden ve turist bakışına saplanıp kalmadan, gerçekçi bir anlayış ve yerel bir üslupla film üretebilen sinemacıdır. Arap Baharı ile başlayan modernizasyon ve isyanın sürekli diri tutulma sürecinde, Mısır’daki kanlı darbede, Suriye’de yaşanan vahşette; ABD ve Batılı güçlerin bölgeyi suiistimal ettiği, kana buladığı bu devirde kısacası isyan günlerinde temayüz eden bir sinema anlayışı ortaya çıkacaksa şüphesiz bu sinema vakanüvist sinemacılara ihtiyaç duyacak ve tarihin kültürle yeniden yazılma süreci başlayacaktır.
NOT: Bu yazı ilk olarak Rabarba Sinema Dergisi’nin 4. sayısında yayınlanmıştır.
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi mezunu. Marmara Üniversitesi iletişim Fakültesi’nde Sinema yüksek lisansını tamamladı. Sinema Kafası’nda başladığı film eleştirilerine Cineritüel sitesinin yanı sıra Dipnot Dergisi’nde film eleştirileri ve makalelerini yayınlayarak devam ediyor.