Hayallerim, Aşkım ve Sen; Atıf Yılmaz’ın, Adı Vasfiye, Aaahhh Belinda ve Arkadaşım Şeytan’dan müteşekkil muhteşem fantastik dörtlüsünün en nadide ve kırılgan parçasıdır bence… Bu filmi, sinemaseverler için farklı kılan, unutulmamak üzere belleklere nakşeden iki unsur vardır. Hayallerim, Aşkım ve Sen söz konusu ise söz illa ki bunlardan açılır. Bende farklı düşünmediğim için, ilk olarak filmin nirengi noktasını oluşturan bu iki unsurdan bahsetmeyi yerinde buluyorum.
Birincisi, Esin Engin’in buram buram Pera ve geçmişe dair özlem kokan harika müziği… Bir film müziği, filmin dokusuyla, karakteriyle ancak bu kadar uyuşabilir herhalde. İkincisi, Coşkun’un (Oğuz Tunç) Derya Altınay’a (Türkan Şoray) ithafen yazdığı senaryonun, diyalogları ile zihinde canlandırıldığı o meşhur sekans. Yani, Demir Özlü’nün Bir Beyoğlu Düşü adlı eserinin Atıf Yılmaz duyarlılığı ile yorumlanmış hali. Bu sekans, neredeyse filmin her şeyi. Gerçekten de izleyiciyi ismi gibi bir rüya âleminde, nice yaşanmışlıklara tanıklık etmiş köhne ve soylu Beyoğlu sokaklarında, dehlizlerinde sanrılarla dolu bir yolculuğa çıkarıyor. Ancak bu konuda farklı fikirlere sahip olanlar da yok değil…
Nitekim yıllar önce Tempo dergisindeki sinema yazılarında Sungu Çapan bu sekans ile ilgili olarak şu değerlendirmeyi yapmıştı: “Levantenlik, yiten Beyoğlu, gizemli kadın nostaljisi gibi entel klişeler antolojisi sayılabilecek bu bölüm, filme yapıştırılmış bir yama gibi duruyor”.
Hayallerim, Aşkım ve Sen’i sadece güzel müziği ve Bir Beyoğlu Düşü sekansına indirgemek kanımca yeterli değildir. Bu filmin amacı sadece güzel sinemasal anlar yaratmak değil… Başka söylemek istedikleri de var. Her şeyden önce, sadece ama sadece sinema üzerine bir film. Bu filmde, sinema sevgisi var, Coşkun’un kişiliğinde sinema adeta kutsanıyor. Bir o kadar da özeleştiri var, Yeşilçam’ın geçmişiyle yüzleşmesine şahit oluyoruz. Bu yüzleşme giderek itirafa ve günah çıkarmaya kadar varıyor. Bunları yaparken de, ne Nuovo Cinema Paradiso, Zıkkımın Kökü veya Sinema Bir Mucizedir filmlerindeki çocuksu ve saf bir tavırla “ahh ahh nerede o eski büyülü sinema günleri” coşkusuna kapılıyor; ne de sinema dünyasının çirkin arka yüzünü gösteren Robert Altman’ın The Player filmindeki kadar keskin bir tavra bürünüyor. Film, bu açıdan kendi içerisinde tuhaf bir denge yakalamıştır.
Coşkun, sinema virüsünü daha çocuk yaşlarda, büyüdüğü yetimhanede izlediği Derya Altınay (Türkan Şoray’ın ta kendisi) filmleri ile kapmış, sinema sevdalısı bir gençtir. Çocukluğundan bu yana da Derya’ya aşıktır. Sinemayla ilgisi izleyicilikle sınırlı kalmayan Coşkun, aynı apartmanda oturduğu Hayati Hoca’nın (Müşfik Kenter) manevi desteğiyle de Derya Altınay’a olan aşkını anlatacağı bir senaryo yazma hayalindedir. Ancak, çocukluğundan itibaren etkisinden kurtulamadığı ve Derya’ya âşık olmasına sebep olan iki melodram karakterin peşini bir türlü bırakmaz. Gerçek üstü bir biçimde sürekli onlarla konuşur, hatta onlarla aynı evde yaşar. Bu iki melodram karakterinden birisi yavrusunu kaybetmiş ve elinden mendil düşmeyen acılı bir anne (Nuran), diğeri ise sokak ağzıyla konuşan, harbi, seksi, işveli ve bitirim Melek’tir. Yazacağı senaryoda bu iki tiplemeden bağımsız bir karakter yaratma çabasındaki Coşkun zaman zaman başarısızlığa düşer, geçmişle bağını bir türlü koparamaz. Derya Altınay’la tanışmasıyla beraber nihayet kafasındaki tiplemeyi oturtur, senaryosunu tamamlar.
Ancak, senaryosu yapımcılar tarafından ticari amaçlarla içeriği bir hayli zedelenmiş bir biçimde sinemalaştırılır. Büyük yıldız Derya Altınay’ın dahi bu konuda elinden hiçbir şey gelmemektedir. Çünkü o da bu düzenin bir parçasıdır. Bu sektörde oyun kurallarına göre oynanmaktadır; kuralları belirleyen yapımcılardır; sisteme uymayanlar sistemin isterlerine göre törpülenir; törpülenmek istemeyen de silinip gider.
Derya Altınay’ın senaryo çalışması sırasında, Nuran ve Melek’le ilgili olarak sarf ettiği “biraz bayatlamadı mı o yapay tipler?” şeklindeki cümlesi bir itiraf niteliği taşımaktadır. Türkan Şoray, hayal dünyasında debelenip duran ve artık demode olmuş tiplemelerle dolu filmlerle, bir dönem izleyicisinin duygularıyla oynadıklarını kendi ağzıyla dolaylı olarak dile getirir. Muhtemel ki, bu filmlerde istemeden rol almış, ancak Türkan Şoray olarak varlığını sürdürebilmek için yapımcıların önüne koyduğu senaryolara “evet” demek zorunda kalmıştır.
Türk Sineması’nın, 1980’ler sonu itibarı ile duyduğu mazi ile hesaplaşma gereği, bu filme sınırlı kalmamıştır. Hemen bir yıl sonra, bu kez Yeşilçam’ın bir başka simge ismi Ertem Eğilmez eski defterleri karıştırmış ve “Arabesk” adlı okkalı parodisi ile, başta kendisi olmak üzere Yeşilçam’la inceden inceye değil enikonu dalgasını geçmiştir. Yavuz Turgul’un hayali yönetmeni Haşmet Asilkan da, geçmişte yaptıklarını sorgulayarak kendini yenileme derdine düşmüştür. Ancak, günün anlam ve önemine binaen çektiği özentili filmi ne yazık ki çuvallamış, “Sanat filmi senin neyine” diyerekten en iyi becerdiği “32 kısım tekmili birden” aşk filmlerine geri dönüş yapmıştır. Bu bir nevi, Yeşilçam’a iade-i itibar olarak da değerlendirilebilir.
Hayallerim, Aşkım ve Sen, 80’lerin sonunda filizlenen farklı film çekme, kalıpları yıkma çabalarının tipik ve başarılı bir örneği. Ancak, bir başyapıt sayılmaz. Sağlam bir sinematografiye sahip değil, yeterince doyurmuyor, “keşke biraz daha üzerine düşülseymiş” dedirten bir eksiklik duygusu uyandırıyor.
Ama ne gam…
Hatasıyla, sevabıyla çok özeldir bu film. Sevdalısı çoktur. Has sinemaseverlerin kalbindeki locada yer edinmesi için adı bile, yaşattığı “Bir Beyoğlu Düşü” bile yetmiştir.
Konuk Yazar: Yalçın ENGİN
Cineritüel’e yazıları ile katkıda bulunan konuk yazarlarımızın ortak hesabıdır.