6. Boğaziçi Film Festivali’ne hem O’Horten (2007), Kitchen Stories (2003) ve Factotum gibi önemli filmleriyle konuk olan hem de festival kapsamında bir master class düzenleyen Norveçli yönetmen Bent Hamer, festivalin kapanış gecesinde Onur Ödülü de aldı. İskandinav sinemasının hiciv ustası olarak anılan yönetmen ile sinemasına ve yeni projesi The Middle Man’e ilişkin sohbet ettik.
İlk uzun metrajlı filminiz Eggs’i (1995) otuz dokuz yaşında çektiniz. Bu görece geç bir yaş. Sinemayla nasıl tanıştınız?
İlk filmimden önce çok sayıda kısa film yaptım. İki tiyatro oyunum vardı, yazılar yazmıştım ama küçük bir şehirde yaşıyordum ve tanıdığım çok fazla yönetmen yoktu. Dolayısıyla sinema belli bir yaştan sonra aklıma geldi. Büyüdüğüm şehirde kabareler çok popülerdi. Kabarede oynayan bir kişi yıllarca bu işe devam ederdi. Ben o zamanlar futbol oyuncuydum. Kabareden birisi işi bırakınca bana teklifte bulundular ama babam “Hayır sen futbol oyuncususun,” diyerek reddetti. Fakat sonra yaptım. Kabarenin içinde küçük bir filmin olması gerekiyordu ve sinemayla ilk orada tanıştım.
İskandinavya 2000’lerde polisiye ve komedi dizilerle dikkat çekmeye başladı. Okkupert (2015– ), Lilyhammer (2012–2014), Nobel (2016– ) gibi yapımların Norveç’te çok popüler olduğunu duydum. Bu dizileri izliyor musunuz? “Nordic noir” hakkında ne düşünüyorsunuz?
Bunlar yeni yeni popüler olan modern yapımlar. Aslında film endüstrisi için önemli olduklarını düşünüyorum, bizlerin popüler ve komedi türünde işler de yapabildiğimizi anlatmaları açısından. Özellikle Lilyhammer oldukça komik bir yapım ve dünya çapında ilgi çekti. Dizinin açılış sekansında O’Horten filmimin tren sahnesini kullandılar. Öyle bir sahneyi çekmekte zorlandılar ve rica ettiler. Ben de kullanabileceklerini söyledim. Okkupert dizisinin yazarını ise küçüklüğünden beri tanıyorum, aynı şehirde büyüdük. Bu yapımlara ilgi duyuyorum ve başarılarının önemli olduğunu, bölgenin sanat ve film endüstrisine olumlu katkılar sağladıklarını düşünüyorum.
Aslında ben Vikings’i daha başarılı buluyorum, oldukça seviyorum. Cannes’daki bir panelde benzer bir soru gelmişti Variety ya da New York Times’dan. Ben de “Belki gaylerle alakalı bir Viking dizisi yapılabilir” demiştim. Yaptılar da. Belki o zamanlar ben yapmalıydım.
En komik ve en popüler Norveç esprisini merak ediyorum.
(Gülüyor). Aslında Norveçli yönetmenlerin çektikleri reklamlar oldukça komik. İngiliz mizahı ile birlikte anılıyorlar ama bu “Muza basıp düştü, ha ha ha” şeklinde bir mizah değil. Kendini açıkça ortaya koymayan bir mizah. Bir ülke ya da ulusla ilgili genelleme yapmak ne kadar doğru bilmiyorum ama biz bu konuda Finlilerin bizden daha kötü olduklarını düşünüyoruz. Şöyle bir espri var: İki Finli karşılıklı oturup kendi ayak uçlarına bakıyorlarmış. Eğer biri gözlerini kendi ayak uçlarından karşısındakinin ayak ucuna çevirirse bu “belki” konuşmak istiyor anlamına gelirmiş. Ama o da “belki.” (Gülüyor).
Filmlerinizde sıkça gördüğümüz pipolar bana Rene Magritte’in meşhur Treachery of Images (1920) resmini hatırlatıyor. Ve resmin üzerindeki yazıyı: “Bu bir pipo değildir.” Filmlerinizdeki pipo, bir pipo olmanın dışında neyi temsil ediyor?
Evet o resmi biliyorum. Bu gibi soruları bana başka objelerle ilgili de soruyorlar. Aslında pipo ile ilgili özel bir şey yok. Bu daha çok karakterlerle ilgili. Gerçi pipoyla ilgili bir şey de olabilir. Bilemiyorum. Artık çok az insan pipo içiyor. Bu şekilde geçmişle bağlantı kuruyor olabilirim. Ayrıca tütün ürünlerinin filmlerde gösterilmesi konusunda vaktinde tartışmalar olmuştu. Geçmişle ilgili bir şey çekip de puroya, pipoya yer vermemek çok zor. Onlar o insanların hayatlarının bir parçası. Özellikle de piponun yaşamla alakalı bir ritüeli var. Bu tartışma sonradan kendi kendine bitti diyebiliriz. Sigara karşıtı yasalara da sebep oldu ayrıca.
Benim okuduğum dildeki Pippi Uzunçorap kitabında babadan “Negro King” olarak söz edilirdi. Şimdi “Negro King” demek tabii ki ırkçı bir söylem. Ama öte yandan bunu bugün bütün kitaplarda değiştirmek, kitabın bağlamını etkiler ve bozar. Çocukların kitabı olduğu gibi -o ifadenin yanlış olduğunu da bilerek ve anlayarak- okuması daha doğru. Sigara, puro mevzusunu da buna benzetiyorum.
Water Easy Reach (1998) filminizde ana karakter üzerinden kuzeyi, her şeyi uzaktan izleyen bir yerde konumlandırıyorsunuz. “Gözetleme” Kitchen Stories filminizde de karşımıza çıkıyor.
İzleme konusu benim için önemli. Karakterlere bir şeyi izletmeyi, izledikçe kendilerini anlatmalarını seviyorum. Sonra onları belli durumlara sokup hikayeyi açmak benim sevdiğim bir yöntem. Böylesine utangaç, mütevazı karakterler yaratmamın sebebi Nordik melankolisi olarak da görülebilir ama bu aynı zamanda kişisel bir zevk. Gerçi ben de bir Nordikim.
Yeni projeniz The Middle Man’den biraz bahseder misiniz?
Aslında bu hikayeyi Norveçli yazar Lars Saabye Christensen’in kitabının orta kısmından uyarladım. Küçük bir Amerikan kasabasında geçiyor. Bu kasabada iş ve endüstri yok, insanların geleceğe dair inançları yok; klasik bir Orta Amerikan kasabası. Trump gibi kişilere oy veren insanların aslında bir değişim aradıklarını, o kişiye değil de bir değişime oy verdiklerini düşünüyorum.
Yazar Amerika’da çok fazla bulunmuş ve kitabı Amerika’da gerçekten var olan bir kasabadan yola çıkarak yazmış. Amerika’da aslında fakirlik çok fazla. Üç iş birden yapan, iş için iki saat yol giden insanlar çok fazla. Bunu unutmak kolay oluyor çünkü çok agresif bir Amerika algımız var. Ama Amerika’nın böyle fakir bir kesimi de var. Bundan yola çıkarak reel bir film yapmaya çalışıyorum. Filmde üç kişi var: Şerif, Papaz ve Doktor. Bunlar bir komisyonlar ve kasabayı ellerinden geldiğince yönetiyorlar. Kasaba ise sürekli kazaların, ölümlerin olduğu bir yer. Suç işlenmese bile tren rayında yürürken ölenler oluyor. Dolayısıyla çok depresif bir kasaba aslında. Sonra bu komisyon ölümleri ve kazaları haber vermesi için bir “aracı” tutuyor. Ana karakterimiz de bu “aracı” kişi. Komik ama karanlık, yoğun kara mizah barındıran, günümüzde gerçekten var olan durumlarla ilgili bir film. Bugün Avrupa, İspanya ve İtalya’da da işsizlik oranları çok yüksek, siz de biliyorsunuzdur. Aynı zamanda umut da barındırıyor ve “Umut her zaman vardır” diyor. Kitabı başkası yazdığı için diyalogların çok iyi olduğunu da rahatlıkla söyleyebilirim.
1994 yılında İstanbul’da doğdu. Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sinema Bölümü’nde lisansını tamamladıktan sonra İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde yeni medya ve çocuk alanında yüksek lisansına devam etti. Fil’m Hafızası, Sinema Terspektif, Berfin Bahar, Hayal Perdesi gibi farklı basılı ve online mecralarda sinema üzerine yazıları yayınlandı. art-his.com’da sanat üzerine üretim yaparken, Mayıs 2019’dan bu yana Arter’in Öğrenme Programı’nı oluşturan ekiple birlikte çalışıyor.