Adını “Yaşamak Hakkımdır” koyduğumuz senaryo tamamlanmıştı. Ankara’da o sıralarda Nijat Özön’le “Sinema” adlı küçük bir gazete (dergi) çıkaran, Akis Dergisi’nde sinema yazıları yazan ve orkestra şefliğinden vazgeçip sinemacı olmaya karar veren Halit Refiğ asistanlığımı yapacaktı. Halit’in sinema alanına ilk adımını atışı… Almanlarla çalışacağımız için bir de çevirmene ihtiyacımız var. Çağlayan adlı bir genç bulundu kısa sürede. Almanya’da dişçilik eğitimi görmüş. İlk anda eşcinsel olduğunu fark etmediğim Çağlayan, ileride başımıza epeyce duygusal sorun açacaktı.
Derken, Alman prodüktörün temsilcisiyle (Ernest Roberts) kameramanımız (Ernest von Theuer) çıkageldiler. Yıllar sonra İtalyan Kültür Merkezi’nin davetlisi olarak İstanbul’a gelen ünlü İtalyan yönetmen Carlo Lizzani’yle Pera Palas’ta sohbet ederken, daha sonra yapımcılığa girişen Theumer’ce nasıl dolandırıldığını anlatacaktı yana yakıla. Yapımcılığa başlayan Theumer, Hamlet adaptasyonu, bir spagetti western yaptırmış ona. Çektiği bir sürü eziyetten sonra Theumer’den yönetmenlik parasını bile alamamış…
Gene Lizanni’nin anlattığı bir başka olayla hayli heyecanlanmıştık. Lizanni, İtalyan Komünist Partisi Üyesi. İnandığı bir film projesi var, ama o tür bir işe para yatıracak yapımcı yok. Arkadaşlarıyla düşünüyorlar, taşınıyorlar. İtalya’ya dağılıp projeyi anlatarak halktan para toplamaya karar veriyorlar. Anlattığına göre, şimdi adını unuttuğum, o dönemdeki son filmi, halktan toplanan parayla yapılmış. Türk sinemasının iyice bunalımda olduğu günümüzde biz de bir sefere çıksak başarılı olabilir miyiz acaba? Bu soru aklıma başka soruyu getiriyor. Kendimize ve halkımıza yeteri kadar güveniyor muyuz?
Ernest von Theumer ilginç bir insan ve oldukça da iyi bir kameramandı. Çok genç yaşta İkinci Dünya Savaşı’na katılmış, çok acı çekmiş biri… Çektiği acılar yüzünün derin çizgilerine kazınmış gibiydi. Bizim kameramanlarda pek olmayan özellikler taşıdığını hatırlıyorum. Aslında her kameramanda doğal olarak bulunması gereken şeyler… Bir gece önceden ertesi gün çekilecek sahneleri, üzerinde düşünerek okuyor. Sonra bana ışığıyla, mizanseniyle nasıl bir dünya kurmak istediğimi soruyor ve o dünyayı gerçekleştirmeye çalışıyordu. Alman prodüktörün istediği ve Hulki’nin bize naklettiği aptalca değişikliklere o da benim kadar karşıydı. Alman prodüktörün temsilcisi Roberts’in zaman zaman yapmak istediği müdahaleler benim kadar onu da rahatsız ediyordu. Batılıların bizden nasıl bir sinema istediklerini ilk kez o filmde fark ettim sanırım. Bizden istenen bir üçüncü dünya ülkesi olarak, az gelişmişliğimizin vurgulanmasıydı. Çok özel yaşama biçimi, folklorik ögeler, örfler, adetler… Her türlü ilkellik yani… Sonuç olarak egzotik bir film. Bugün hala, birtakım sinemacı arkadaşlarımızın, Batı’ya film satabilmek adına, bu tuzağa düştüklerini gözlüyorum.
Batılıların bu tutumu için, düşündüklerimi doğrulayan bir örnek vereyim: Yılmaz Güney, Batı’da çok tanınan, tutulan bir sinemacımız. Filmlerinin bir bölümü Avrupa’dan başlayıp, Amerika’ya kadar uzanan dağıtım zincirine katıldı. Sinemalarda, televizyonlarda gösterildi. Bunların tümü Yılmaz’ın kırsal kesimde geçen filmleriydi. Yılmaz’ın daha az ilginç olduğunu sanmadığım kent filmlerine gelince, bir tekinin bile gösterime çıktığını hatırlamıyorum. Batılıların bu tutumu beni ister istemez az gelişmişlik üzerine düşünmeye zorlayacaktı. Ekonomik, teknolojik açıdan geri kalmış olmak, kültürel açıdan da geri kalmış olmamızı mı getiriyordu? Geçmiş kültürle bağlarımız ne kadar koparılmış olursa olsun, durumun böyle olmadığını düşünüyordum. İlkel folklorundan başka kültürü olmayan bir Afrika topluluğuyla aynı kefeye konmak doğrusu biraz da ağrıma gidiyordu. Cumhuriyetle yoğunlaşan bilinçsiz Batılılaşma politikamızla bu gerçek dışı durumu kabullenmeyi biraz da biz mi seçmiştik? Ve başka sorular… Ekonomimizi güçlendirebilir, en ileri teknolojiyi satın alabilirdik, ama başka coğrafyanın, Batı’nın kültürünü satın alabilir miydik? Böyle bir şey mümkün olabilir miydi?
“Yaşamak Hakkımdır”, Turan Seyfioğlu’yla çevirdiğim ilk ve son film oldu. Filme başladığımız sıralarda Dürnev Tunaseli’yle birlikte yaşıyorlardı. Birbirlerini yok etmek, tüketmek üzerine kurulu bir ilişki. Turan’ın alkol komasından çıkmadan sete getirildiği sabahları hatırlıyorum. Onu ayıltıp işe başlamak için saatler harcadığımızı, Dürnev’e aşırı öfke duyduğum sabahları… Turan için çok şey anlatılırdı. Lejyon Etranger’de paralı askerlik yaptığı, Suriye Cumhurbaşkanı’yla aynı hücrede hapis yattığı… Bir de aşırı kuvvetini anlatan hikayeler. İri yarı bir adamı yakasından tutup tek koluyla havaya kaldırdığı falan filan… O Turan’ın filmde, incecik Çolpan’ı kaldıramadığını görmek gerçekten üzüntü vericiydi. Gene de, bütün film boyunca aşırı terbiyesi ve saygısıyla elinden geleni yaptığını, başarılı bir oyunculuk sergilediğini söylemeliyim.
Film, bir kaçış, bir yol filmiydi. İstanbul’dan Güney sınırına kadar uzanan meşakkatli bir kaçışın filmi. Çolpan’ın hem Turan’ı hem beni ve bütün ekibi ayakta tutan, hepimize moral veren olağanüstü kişiliğini unutmama imkan yok.
Göreme civarında bir köyde çalışıyoruz. Turan’ın bir damdan öteki dama atlamasını istedim. Arada çok dar bir sokak var. Baktı etti. Gözü pek kesmedi: “Atlayamam” dedi. “Buradan oraya hiç kimse atlayamaz”. Bizim Theumer, tam ben vazgeçmek üzereyken: “Atlanır” demez mi? Turan iyice öfkelendi: “Sıkıyorsa sen atla”. Theumer sakin sakin dama çıkıp, karşı dama atlamaz mı? Yapacak bir şey kalmamıştı. Turan, Alman milletinin tümüne sövüp sayarak, dama çıkıyor ve karşı dama atlıyor.
Alman prodüktörün temsilcisi Roberts’de bir eşek merakıdır başladı. Neredeyse her çerçeveden bir eşek geçsin istiyor. Dinlemeyince de bozuluyor. Baktım olacak gibi değil, o günden sonra setin 50 metre ötesinde durmasını, bir adım yaklaşır ya da ağzını açarsa işi bırakacağımı söyledim. Roberts’ın setin dışına atılması benden çok Theumer’i memnun etmişti.
Theumer Çolpan’a evlenme teklif ediyor. Filmde oynayan Bilge Zobu’yu Çolpan’ın hamisi tayin edip Theumer’e, kız isteme usulü erkanını öğretiyoruz. Batılılar egzotik film istiyorlar ya, olanı yetmiyormuş gibi, bir sürü evlenme adeti icat ediyoruz. Bütün Batılılara bu yöntem uygulansa, sanırım en kısa zamanda egzotik film istemekten vazgeçerlerdi. Tehumer, bütün iyi niyetiyle her söyleneni yapmaya çalışıyor ama yine de başarılı olamıyor. Belki de Çolpan’ın hiç öyle bir niyeti olmadığının farkında.
Değişmez bir adetimiz vardır: Karşılaştığımız her dostu yanaklarından öpmek… Turan, senaryo gereği hapisten çıkmış, mahallesine, mahalle kahvesine geliyor. Doğal olarak, karşılaştığı her arkadaşıyla sarılıp öpüşüyor. Roberts panik içinde, yanıma koşup: “Aman bunları öpüştürüp durma, Almanya’da hepsini ibne zannedecekler” demez mi? Al başına belayı. “Bir yandan, bu bir Doğu selamlaşması” diye kendimizi savunup öte yandan öpüşmeleri azaltmaya girişiyorum. Koskoca Türk milletinin adını gavuristanda kötüye çıkarmanın alemi var mı?
“Yaşamak Hakkımdır”, o sıralarda pek yakından tanımadığım Halit’in (Halit Refiğ) bazı özelliklerini keşfetmeme de neden oldu. Şimdi ağzına içki koymayan Halit, o sırlarda epey içerdi. İçince de hala süregelen kedi sevgisi aşırı biçimde depreşir, diyelim yolda konuşarak gidiyoruz, bir şey söylemek için, yanımda yürüdüğünü sandığım Halit’e dönüyorum. “Aaa Halit yok.” Sesini takip eder, yazsa tozun toprağın, kışsa çamurların içinde, mesela park edilmiş bir otomobilin altında, onu uyuz bir sokak kedisiyle hasbıhale tutuşmuş bulurdum. Halit’in önemli özelliklerinden biri de etoburluğuydu. Maazallah o gün yemekte et yoksa Halit için kıyamet günü yaklaştı demekti. Morali bozulur, anında yaşanmaz hale gelirdi hayat. Halit’le uzunca bir süre, yönetmenliğe başlayıncaya kadar, birlikte çalışacağız.
“Yaşamak Hakkımdır” yılın iyi filmlerinden biri olmuştu sanırım. Ernest von Theumer’in olağanüstü siyah beyaz fotoğraflarının da katkısıyla…
[*] Bu yazı Atıf Yılmaz’ın Hayallerim, Aşkım ve Ben kitabından derlenmiştir. (Simavi Yayınları, 1991)
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi mezunu. Marmara Üniversitesi iletişim Fakültesi’nde Sinema yüksek lisansını tamamladı. Sinema Kafası’nda başladığı film eleştirilerine Cineritüel sitesinin yanı sıra Dipnot Dergisi’nde film eleştirileri ve makalelerini yayınlayarak devam ediyor.