Edebiyattan alınan bir konu olsa gerek, sinemada aydın temsili en önemli hikaye çatışmalarında hemen karşımıza çıkabilecek türden işlevsel bir konu. Yeşilçam’ın öğretmen prototipleri, Hakkari’de Bir Mevsim (1983), Yaban (1996) gibi örnekler, tartışmayı klasik aydınlatan-aydınlanan hiyerarşisinden hareketle kuran örneklerden sayılabilir. 2000 sonrası, daha sofistike aydın karakterleri çıkmaya başladı ki bence bu çok geç bir tarih, çünkü edebiyatımızda aydın tartışması çok yetkin bir şekilde yapılmıştı. Büyük Adam Küçük Aşk (2001), İklimler (2006), Kış Uykusu (2014), Bulantı (2015) gibi filmler daha çok aydının topluma yabancılaşması çerçevesinde tartışılabilecek filmler. Ben de daha çok bu yabancılaşma kavramı üzerinden konuyu tartışma niyetindeyim. Ama bu tartışmadan önce aydın, entelektüel, filozof gibi kavramlarla biraz haşir neşir olmakta fayda var.
“Toplumda filozofun rolü nedir?” sorusuyla başlar 1966 yılında Foucault ile yapılan bir söyleşi. Tahmin edileceği gibi Foucault soruya “filozofların toplumda rolü yoktur” diye cevap verir. Söz konusu aydın, filozof, entelektüel gibi konular olunca, Foucault’nunkine benzer cevaplar bulmak çok zor değildir. Hemen Platon’un filozof kral ve mağara alegorisi akla gelebilir. Ya da Sokrates’i idama mahkum eden Atina mahkemeleri de filozofların toplumda yeri yoktur tespitini güçlendirir. Velhasıl aydın mevzusu benim içinden çıkamayacağım kadar kadim bir tartışma konusu ama şunu söyleyebilirim ki, total toplumsal duruma baktığımızda en büyük sorumluluklardan birinin de aydın zümresinde olduğunun altını çizebilirim. Tabii bu belirtmeyi yaparken, moda olmuş aydın eleştirilerinin vardığı anti-entelektüel söylem içinde değerlendirilebilecek bir yorum yapmak istemem. Çünkü baştan söylemek gerekir ki zaten mumla aradığımız aydın, entelektüel, münevver gibi şahsiyetlerle ilgili bir de ileri geri konuşmak durumunda kalmayalım. Konuşmasak da bu noktada Cemil Meriç’in Mağaradakiler kitabıyla Kadir Cangızbay’ın Sosyolojik Praksis kitaplarını önermekle yetinelim. Bir de, Batı aydınına verdiği etkili cevaplarla, bakış açımı tamamen değiştirmiş bir düşünüre atıf yapmak isterim. Büyülenmiş gibi iki sevdiğim filozofun entelektüelin işleviyle ilgili söyleşisini okurken, Deleuze ve Foucault’dan bahsediyorum, merkezsiz iktidar bloklarının her yanımızı sarmış olması, entelektüelin toplumu aydınlatma işlevinin olmadığını, ancak toplumla birlikte vereceği mücadeleyle, yani hiyerarşik aydınlanan aydınlatan ilişkisini kırdığında faydalı olabileceğini öğrenip heyecana kapılmıştım. Tabii ki enfes ve çığır açan tespitlerdi bunlar. Sonra Hintli bir filozofun, Spivak’tan bahsediyorum, Madun Konuşabilir Mi? makalesini okuduğumda, önemli bir itirazla karşılaştım. Spivak, çok net bir biçimde Deleuze ve Foucault’ya cevap veriyor; tabiri caizse durun bir dakika, merkezsizlik, yerellik diyerek Batı’da cisimleşmiş sömürgeci bilgi iktidarını es geçemeyiz diyordu. Yani hem maduniyeti yaratıp hem de madun adına konuşamazdık. Marx’a atfen kurduğu önerme, parçalanmış modern öznenin kendi tekilliğinden bahsetmenin yersizliğiydi. Bence en önemli nokta öznenin nasıl, neden bölündüğüydü?
Bu noktada karşımıza yabancılaşma kavramı çıkar. Marx yabancılaşmayı insanların dünyasının değersizleşmesine karşılık nesneler dünyasının değerlileşmesi olarak tanımlar. Tabii ki bu değerlendirme insan emeğinin üretimiyle alakalıdır. Yani kapitalist toplumlarda emeğiyle meta üreten insan, bir süre sonra kendi kendini de meta gibi üretir. İşçi de artık meta olarak üretilir, kaldı ki nüfus politikalarının ekonomik bir planlamayla belirlenmesinin nedeni budur. Böylece işçi ürettiği nesneyle birlikte düşünülür, işçiden başlayarak diğer toplumsal sınıflara artık nesne sahipliği üzerinden yaklaşılır. İşte yabancılaşma, bir çeşit meta fetişizminin insanda cisimleşmiş hali olarak açığa çıkar. Aydın yabancılaşması nerede başlar?
Günümüzde Diyojen gibi gerçek bir filozof bulmak zor olduğu için bu noktada MIT’den bir örnekle devam edelim. Günümüzün teknoloji üretiminin yapıldığı en gözde kapitalist üniversitelerinden biridir. MIT’in simge isimlerinden biri de yine günümüz Marksist yazarların en önde gelenlerinden biri olan Chomsky’dir. İşte yabancılaşma buradan başlar. Bu kapitalist toplumsallığın bir paradoksudur bana göre. Chomsky, kapitalist olduğu için MIT’de değildir, aksine kapitalizmin çarpıtılmış toplumsal kültürel nosyonunun doğurduğu bir etken olarak oradadır.
Camdan Kalp (1990)
Çarpıtılmış kültürel yapı, ülkemiz aydınları için de paradoksal durumlar doğurmuştur. Bu paradoksların sinemaya yansıyan kısmını en iyi anlatan filmlerden biri Fehmi Yaşar’ın Camdan Kalp (1990) filmidir. Topluma karışmaya hevesli aydın karakterimiz, evine gelen temizlikçinin aile meselelerine burnunu sokar, tüm ilişkileri içinden çıkılmaz bir hale getirir. Yaşadığı toplumdan o kadar habersizdir ki, naif duyarlılıkları, ayağına takılan prangalara dönüşür. Çünkü nesne dünyasına ait olarak sınıflandırabileceğimiz filmler, dergiler ve gazeteler dünyasında yaşar. Peki aydınınki yabancılaşma da toplumun içinde bulunduğu durum nedir? İşte bu soru çok zor bir soru ve ben de filmin yaptığı gibi sadece olayları kısaca özetleyip çözüm reçetesi sunmaktan kaçınacağım. Temizlikçinin kocası eve kuma getirir. Zaten gözündeki morluklardan temizlikçinin kocasından dayak yediğini anlayan aydın karakterimiz Kirpi, kuma sorununu çözmek için adamın peşinden sürüklenir ve bu sürükleniş kendi sonunu hazırlar. Eril tahakküm biçiminden tutun da geleneksel iktidar hegemonyasına, birçok konunun iç içe girdiği bir tartışma vardır filmin gösterdiği toplumsallıkta. Yani başta koyduğum anti-entelektüel bir söyleme düşmeme rezervi işte buradan kaynaklanıyor. Çünkü ülkemizde bir de böyle bir sorun var: Aydın konusunu tartışmaktan asıl önemlisi, egemen toplumsal ilişkiler ağını tartışmaya vakit bile bulamıyoruz. Bu nedenle dikkatli olmak zorundayız diye düşünüyorum.
Akademisyen Aydın Figürü
İklimler ve Bulantı filminde aydın figürü sadece mesleği açısından çizilmiş karakterler olarak karşımıza çıkar. İkisi de akademisyendir. Bu filmlere Kış Uykusu’nu da dahil edebiliriz. Yabancılaşma bu filmlerde bir üst aşamaya çıkmıştır artık. Topluma acemice de olsa temas etmeye çalışan aydın figürü, libidonun benlikle yek vücut olduğu bir bencilliğe savrulmuştur bu örneklerde. Özellikle İklimler’in İsa’sıyla, Bulantı’nın Ahmet’i aynı pasif nihilist izlekten hareket eder. Kısaca umursamazlık ve ıssızlık diyebileceğimiz bu nihilistlik kendi çıkarından başka bir şey düşünmeyen, okuduklarıyla yaşadıkları arasında bir ilişki olmayan, hatta okuduklarını egosunu tatmin etmek için kullanan bildik yabancılaşmış aydın figürleri olarak karşımızdadırlar. Kış Uykusu’nun baş kahramanı Aydın ise aradığı ego tatminini şehirde bulamamış, bu nedenle aileden kalma mirasla bu tatmini bir taşra kasabasında yaşamaya çalışır. Aslında bahsettiğim filmler içindeki en trajik karakter Aydın’dır. En aciz ve iktidarsız olanıdır. Çünkü ortada yabancılaşma yaşayacağı bir emek bile yoktur. Libidosu diline vurmuş bir gevezelikten başka varlık ortaya koyamaz.
Toplumun her sınıfsal katmanının yaşadığı yabancılaşma, aydında daha kuşatıcı bir role sahip. Çünkü aydın, karşılığı niceliksel olarak tam hesaplanmayan bir emek sürecinin içindedir. Bu niceliği maksimum faydaya dönüştürmek için ise değer odaklı bir yaşamı terk etmeye zorlanır. Çünkü üniversitelerde, kurumlarda ve toplumda kanaat oluşturacak demagoglara ihtiyaç vardır. Günümüz aydınının işlevi de bu demagogluk işini üstlenmektir. Bu nedenle yanına toplumsal bir süreçten kaynaklanmayan tartışmayı almayan aydın eleştirileri, yeni demagoji sahaları açmaktan başka bir işe yaramaz.
Not: Bu yazı ilk kez Rabarba Şenlik dergisinin 1. sayısında yayınlanmıştır.
Matematik öğretmenliği mezunu. Marmara Üniversitesi’nde sinema yüksek lisansı yaptı. Aynı üniversitede doktora eğitimine devam etmekte. Aylık sinema dergisi Rabarba Şenlik’in editörlüğünü yaptı. Sinema Kafası’nda başladığı sinema yazarlığını Cineritüel’de sürdürüyor. Mail: fatih_degirmen@hotmail.com