Uzun zamandır sabırsızlıkla beklediğim bir filmdi “Hitchcock”. Sebebi tabii ki Hitchcock hayranlığından mütevellittir. İlk filmini yöneten Sacha Gervasi için zorlu bir ilk film olmuş diyebiliriz. Son yüzyılın en iyi yönetmenlerinden biri olarak kabul edilen Hitchcock’un biyografisinden bir kesit sunmuştur izleyenlere.
Film malumunuz Hitchcock’un “Psycho” filmini çekmeye karar vermesi ve akabinde çekim ve final olarak da galasıyla buluştuğu zaman diliminin anlatılmasını kapsar. Alfred Hitchcock rolü için Anthony Hopkins bu görevi üstlenmiş. Bir rol ancak bu kadar doğru tanımlanabilir diye düşünmeden edemiyorum. Hopkins adeta kendi kimliğinden sıyrılmış ve Hitchcock olmuş. Makyajlar son derece başarılı yapılmış. Hitchcock en ince ayrıntısına kadar gözlemlenerek aktarılmış izleyenlere. Konuşmasındaki aksan, dudak hareketleri, jest ve mimikler, aşırı yemek düşkünlüğü ile Hichcock yeniden canlanmış. Filmdeki diğer bir muhteşem oyunculukta Helen Mirren’e ait, Alfred Hitchcock’un karısı rolüyle göz dolduruyor adeta.
Filmde Hitchcock, bütün sevimliliği ve sempatisiyle verilmiş. Hitchcock’un, Psycho’nun galasında duş sahnesinin izlenmesindeki hazzı görülmeye değerdir. Böylesine bir ustanın Oscar’da görmezden gelinmesi nedeniyle akademiye hala sitemler devam etmektedir.
Oedipus konusunun da işlendiği Psycho’nun çekim sürecinden çıkılarak hazırlanan filmde, Hitchcock’un karısı Alma ile ilişkisi ve genel anlamda ilişkiler üzerine sorgulama yoluyla bir anlatıma gidilmiştir. Aile için kariyeri feda eden oyuncular, evliliğinin aslında atar damarı olduğunu sonradan anlayan bir adam… Alma, kendi için yaptığı tek bir şeyde bile kocası Hitchcock tarafından suçlanırken söyledikleriyle aslında pek çok kadının durumunu özetlemiştir. Her iki filmin de alt metinlerine bakıldığında “kadın” unsurunun öneminden bahsedilmiştir. Zaten filmde de Hitchcock’un “sarışın” takıntısının olduğuna ve kadınlara olan sempatisine değinilmiştir.
Alfred Hitchcock, aynı isimli kitaptan yola çıkarak oluşturmuştur Psycho’yu. Fakat hikayenin gelişimi ve çekimlerin güzelliği tamamen kendi yaşadıkları ile şekillenmiş. Beklide Psycho’nun başarısının altında yatan gerekçe budur. Film baştan sona bastırılmış duyguların dışa vurulmasında uygulanan farklılıklar üzerine gitmiş. Perkins’in çocukken annesine düşkünlüğü ile Norman’ın bağdaştırılması, Hitchcock’un karısını kıskanmasıyla ilgili duygularının filmdeki sahneleri tasarlarken patlak vermesi bunun örnekleri arasında gösterilebilir.
Hitchcock’un, filmde neden bu hikayeye bu kadar takıldığı konusu havada kalmış. Alma ile havuz başında konuşmalarında Alma’nın anlayışlı bir şekilde “neden” diye sorduğunda bile açıklama sadece eski günlerin hareketini yakalamak olarak belirtilir. Fakat hikayenin işlenmesi ve ilerlemesiyle kitabın ana karakteri olan ve Norman’a hayat veren Ed Gein’i içselleştirmiş ve onunla hayalleri yoluyla dertleşmeye başlamıştır. Bu durum aslında Hitchcock’un eski günlerin hareketliliğini anmasından çok Gein’de kendinden bir şeyler bulduğunu gösterir.
Norman Bates karakterinin ne kadar doğru bir isimden seçildiği filmde de verilmiş. Tamamen Alma’nın sezgileriyle yaşanmıştır bu seçim ve Alma’nın Hitchcock üzerindeki etkisi ve aslında arka planda olmasına rağmen ne kadar kurtarıcı ve zeki bir kadın olduğu vurgulanmıştır. Aslında Anthony Perkins’in belki de Norman’dan çok uzak bir karakter olmaması onu bu rolde bu kadar başarılı yapmıştır. Hitchcock da Perkins’in hikayesini oyuncu seçmeleri sırasındaki görüşmelerde dinleyerek Norman karakterini şekillendirmiş.
Filmde Hitchcock’a uygulanan sansürler ve baskılara da yer verilmiş. Psycho’yu çekmeyi kesinleştirdiğinde sansür kuruluna giderken karısı Alma’ya söylediği söz durumu özetlemiş: “Dişçiye gitmekten daha kötü bir şey varsa o da sansür kurulunun önüne çıkmaktır”. Nitekim sansür kurulunda beklediği gibi bir manzarayla karşılaşır. Ünlü duş sahnesinde Hitchcock bıçaklama anını izah ederken adeta filme karar verdiği andan itibaren ona sorun yaratanlardan bir nevi hayalinde canlandırarak hıncını alır.
Hitchcock, bir ustaya saygı duruşu. Hitchcock’un yıllarca beklide İngiliz olmasından kaynaklı olarak hakkını yiyen Akademi, hayatını konu alan filmde de aynı tutarlılığını sergilemiştir (ki bu sene Haneke’den de biliyoruz yabancıların çokta sevilmediğini). Her ne kadar hakkı yenilmiş olarak görülse de sinema dünyasına adını altın harflerle kazıyan, nev-i şahsına münhasır yönetmen olarak gönüllerde yerini her daim korur. Hitchcock, izlemeye değer bir film olarak izleyicisine sunulur.
Lise eğitimine başladığından beri Gazetecilik ve Radyo-Televizyon ve Sinema okumaktadır. Doktora eğitimini de bu alanda yapmaya devam etmeyi planlıyor. Çalışma hayatına gazetecilikle başlayıp sinemayı da beraberinde devam ettirmiştir. 8 yıl Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali’nde ve sinema filmlerinde reji asistanı olarak çalıştı. Çektiği kısa metraj filmler pek çok festivalin yarışma bölümünde yer alıp gösterimleri gerçekleştirildi. Bu festivallerden ödülleri de bulunmaktadır. Kendi blogunda yazdığı yazıların ardından kurulduğundan beri Cineritüel’de sinema üzerine yazmaya devam etmektedir. Uzmanlık alanı Türkiye Sineması olup, absürtlük ve komedi favori dallarıdır.