Konuk Yazar: Burç Karabulut
Aydın Orak’ın yönettiği Asasız Musa’da 20 Eylül 1992’de devlet tarafından öldürülen Musa Anter’in hayatına sürreal bir bakış atılıyor. Türkiye’nin faili meçhullerinin bolca yaşandığı 90’lardan Onat Kutlar, Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı gibi isimlere oranla daha az bilinen Kürt yazar Musa Anter’in hikâyesi ister istemez bir sürü acıya tuz basmış oluyor; ancak faili meçhuller ve acı gerçekler ile toplumu yüzleştirebilmesi bakımından sinemanın gerekliliği ve ayrıcalığı Asasız Musa gibi biyografi ve tarihsel filmlerde daha da ön plana çıkıyor. Sinemayı toplumun hafızası olarak yorumlarsak; bu girişimler, bir sürü faili meçhul hikâyeden belki birinin failini belli hale getirmek için ışık tutacak ya da en azından belleklerden yitip gitmesine mani olacaktır.
Asasız Musa’da yönetmen Aydın Orak ilginç bir anlatım deniyor. Filmin her sahnesinde Musa Anter’i başka bir oyuncuyla canlandıran Orak, sanki onunla özdeşleşmemizi değil, Anter’in birçok yüzde var olan ve kişiden kişiye geçen bir karakter olduğunu anlatmak istiyor. Fötr şapkası, pardösüsü ve tahta bavulu ile Anter’i simgeleştiren Orak, bir insandan çok, bir fikir adamını yansıtmanın hesabını yapıyor. Kürtçe ıslık çalma sahnesi ve Anter’in askerle arasında geçen diyalogu içeren sahneler, Türkiye’nin kronik kendi anadilinde konuşamama sorununu anlatmasıyla güçlü duruyor. Başka bir sahnede taşlarla anlatılmak istenen ve kurgusal bağ taşımayan bir diğer sahnede ise üç adamın başları görünmeyecek şekilde kadraja yansımaları seyirciyi rahatsız edecek şekilde sunuluyor.
Her sahnede yüzü başka ama ismi, davası aynı olan Musa Anter’in yüzü önemli olmasa da ne giydiği, neyin içinde olduğu önemli. O atmosferi seyirciye de yaşatmak için ekstra bir çaba harcamamış Orak; elbette bütçe yetersizliğinin de bunda etkisi vardır. Yine de bir barış adamı olan Anter, bin bir yüzlü bir kahramana benzetiliyor. Onunki bir kahramanın yolculuğu; kendi ülkesinin içinde bir sürülmüşlük yolculuğu ve bir türlü muvaffak olamaması. Aldığı nefes bile Kürtçe olunca yasakçı anlayış da yanında geliyor. Ülkenin başka bir kronik yarası da bu aslında; Musa Anter, ülkedeki tüm kanayan yaraların metaforik bir göndermesi olarak sunulabilir.
Berfo Ana’nın belgeselinde geçen bir söz vardı; hem Kürtçe konuşacaksın hem de devrimci olacaksın ve devlet seni yaşatacak. Bu kelime öbeği Musa Anter’de de kemikleşmiş sanki. Hem Kürtçe konuşuyor hem aydın bir insan, yani Kürt devrimcisi. Devletin Musa Anter’i yaşatmaması için belli ki sebepler bunlar. Orak, metaforik anlatımı kurarken Musa Anter’i görünmez adam kılığına sokmuyor, tam tersine onu farklı farklı yüzlerde görünür kılıyor. Biraz ikon pozlara kayan bir anlatım ile hareket ediyor olsa da Anter’in varlığı/ağırlığı çöküyor beyazperdeye. Onun her sahnede “offf!” çekmesini de böyle yorumlamak mümkün. Peşinde asker, önünde bir dava, içinde bir barış ihtimali… Sinemanın gücü Anter’i bize görünür kılıyor, hatta onu bizden üstün kılıyor; oturduğumuz yerde öylece kalıveriyoruz. Seyirciye de yüklenen bir misyon var; Musa Anter’in rahatsızlığı… O rahatsız oldukça seyirci de oluyor. Mesele net olarak devlet, Kürtçe, asker ve demokrasiye kilitleniyor. Öyle bir denklem ki; dört bilinmeyenli, içinden çıkılması imkânsız. Asasız Musa bir peygamber veya ilah değil; vurdu mu sopasını yere, denizi ayıramıyor.
Cineritüel’e yazıları ile katkıda bulunan konuk yazarlarımızın ortak hesabıdır.