“Darkness cannot drive out darkness; only light can do that”*
Martin Luther King
Özgürlükler ülkesi Amerika’yı ve özgürlüklerin kolay elde edilmediğini anlamamıza dayalı gerçek bir hikâyeden yola çıkan “The Butler”, girişte yaşattığı olayla izleyiciye bir mücadeleyi anlatacağının ipuçlarını veriyor. Gençlerin özgürlüklerini kazanmak uğruna canlarını dişlerini kattığı mücadeleleri birinci senesini devirirken Gezi Parkı mücadelesi ile benzer noktalara da temasları bulunduğunu söylemeliyim.
Lee Daniels’ın yönetmen koltuğunda oturduğu filmde, Cecil Gaines’in hikâyesini izliyoruz. Pamuk işçiliğinden Beyaz Saray’a giden yolda Amerika’da siyahî insanlara yapılan ırkçı saldırılarla birlikte özgürlüğe giden yolun dikenlerle örülü olduğunun altı çiziliyor. Cecil, başkan Eisenhower ile başlayan Beyaz Saray çalışma süresi boyunca 8 başkan değiştirir, Amerika’nın yakın tarihine tanık olur ve izleyicilere de bu yaşananlar verilir. Yaşanan olaylar daha çok Cecil’in ailesi üzerinden, oğluyla yaşadığı problemler, baba-oğul çekişmesi olarak verilir. Aslına bakılırsa mücadelenin gidişatında Cecil’in oğlu Louis’ın ırkçılık konusundaki mücadelesi filmin ana teması olarak görülebilir.
Cecil, siyah bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelir. Köle olarak pek çok insanın ve babasının gözleri önünde annesi cinsel sömürüye maruz kalırken babasının ona tek öğüdü “o adama karşı öfkene hâkim olmalısın” olur. Çünkü onlar köledir ve yaşamaları için hiç bir şeye ses çıkarmamaları lazım. Peki, bu insanlar yaşıyorlar mı? Zaman içerisinde bunu fark eden gençlerin pek çok siyahî ırkın özgürlüklerine kavuşmaları için yaptıkları mücadele şu an Amerika’nın da özgürlükler ülkesi olarak adlandırılmasının en önemli sebebidir.
Genç nesiller her ülkenin umut ışığı olduğu gibi yapılan yanlışların düzeltilmesi konusunda da önemli kitle hareketlerini başlatma cesaretini gösterenlerdir. Gezi Parkı sürecinin birinci yılında vizyona giren “The Butler” ile ortak özellikleri her iki ülkede de yaşayan insanların gençleri anlamaya başlamaları ve onları umut olarak addetmeleridir. Önceleri dikenli yollarla örülü mücadele serüveni sonra mevcut hakların kartopu misali artan destekle kendini göstermesine ve kazanılmasına şahit olmuştur. Ayrıca filmde de görüldüğü üzere özgürlüklere giden yol, sorunların çözümü; sokaklarda, eylemlerde, gösterilerde ve protestolarda aranıyor.
The Butler, Cecil ile “orada olduğu fark edilmemesi gereken insanlar”ın beyaz insanlarla aynı haklara sahip olması serüveninin yanı sıra Amerika’nın başkanları, suikastları, savaşlarını da anlatan bir film. “Hiç” olarak başladıkları süreçten zenci birinin başkan olmasına kadar geçen bir anlatım söz konusu. Filmin sonu her ne kadar “Obama Virali” şeklinde de olsa tüm film ele alındığında bu özgürlük mücadelesi takdir edilesi bir durum. Cecil her ne kadar ona denildiği gibi siyasi konulardan uzak bir adam olarak kendini bu düzende var etse de ayakları yere sağlam bastığı süreçte oğlunu anlayıp onun yanında olan bir babaya dönüşümü de verilmekte. Fakat daha öncesinde oğlunu anlamaya bile çalışma gayreti gözlenmemiştir. Kendini tam anlamıyla var etmesi ve senelerin geçmesi Cecil’e konuşma özgürlüğünü, itiraz etme özgürlüğünü kazandırmıştır.
Filmin her ne kadar ırkçılığa dair bir şeyler anlattığı gözlense de zaman zaman hikâye içerisinde birden fazla konuya yer verilmesinden dolayı dağılmalara uğradığı da görülüyor. Önceleri sert bir biçimde ırkçılığa dönük bir açılış yaparken, ardından baba-oğul çekişmesi ve en sonunda da Obama Virali ile sonlanan bir süreç söz konusu. Obama adeta filmin sonunda izleyicilere bir kahraman olarak empoze ediliyor; büyük kurtarıcı olarak. Süreç içerisinde her ne kadar bir eleştiri sunulsa da en nihayetinde bağlandığı yer her zaman “Amerikan Rüyası” oluyor ve sistemi kutsallaştıran bir Amerikan milliyetçiliği çıkıyor karşımıza.
*“Karanlık, karanlığı yok edemez; bunu sadece ışık yapabilir.”
Lise eğitimine başladığından beri Gazetecilik ve Radyo-Televizyon ve Sinema okumaktadır. Doktora eğitimini de bu alanda yapmaya devam etmeyi planlıyor. Çalışma hayatına gazetecilikle başlayıp sinemayı da beraberinde devam ettirmiştir. 8 yıl Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali’nde ve sinema filmlerinde reji asistanı olarak çalıştı. Çektiği kısa metraj filmler pek çok festivalin yarışma bölümünde yer alıp gösterimleri gerçekleştirildi. Bu festivallerden ödülleri de bulunmaktadır. Kendi blogunda yazdığı yazıların ardından kurulduğundan beri Cineritüel’de sinema üzerine yazmaya devam etmektedir. Uzmanlık alanı Türkiye Sineması olup, absürtlük ve komedi favori dallarıdır.