Güney Koreli yönetmen Bora Kim’in House of Hummingbird (Sinek Kuşu, 2018) adlı ilk uzun metrajlı filmi, 38. İstanbul Film Festivali’nde uluslararası yarışmada Altın Lale ödülünü kazandı. On dört yaşındaki Eunhee’nin sevginin ve ilginin peşindeki yolculuğunu odağına alan film, paralel olarak Güney Kore’nin tarihinde iz bırakmış önemli olay ve meseleleri, Seongsu Köprüsü’nün yıkılmasını, arkadaşlık, aşk, eğitim, aile gibi büyük başlıkları da konuşma fırsatı veriyor. Bora Kim ile Berlin, Busan ve Seul festivallerinde en iyi film ödülünü alan filmi House of Hummingbird’e, Güney Kore sinemasına ve erkek egemen bir endüstride kadın sinemacı olmanın zorluklarına ilişkin kapsamlı bir söyleşi gerçekleştirdik.
Filmin isminde de kendisine yer bulan “sinek kuşu” küçük, kanatlarını çok hızlı çırpan bir kuş türü. Filmin ana karakteri Eunhee özelinde düşündüğümüzde, seyirci bu isimden mücadeleci ve kırılgan bir karakter anlamını mı çıkarmalı?
Sinek kuşu dünyanın en küçük kuşu. Saniyede ortalama seksen defa kanat çırpıyor ve bal bulmak için uzun bir yol kat ediyor. Bu yolculuk umudun, aşkın ve başarmanın yolculuğuna da dönüşüyor. Bu nedenle sinek kuşu, karakterim Eunhee’nin uzun yolculuğunun sembolü. Eunhee küçük bir kız ve aşkı bulmaya çalışıyor. Ama yolculuğunun sonunda anlıyor ki aradığı aşk aslında kendi içinde.
Filmin ana karakterine hayat veren genç aktris Ji-hu Park’ı seçme sürecinizden bahseder misiniz? Bir söyleşinizde Ji-hu Park’ın kendisini “bolmae” (çekici, alımlı) olarak tanımladığını söylemiştiniz.
“Bolmae” Korecede birinin gördüğümüzden daha alımlı olduğunu ifade etmek için kullanılıyor. Ji-hu Park ilk auditiondan sonra yanıma gelip “Yönetmen, ben bolmae’yim!” dedi ve sonraki audition için kendisini aramamı söyledi. Çok tatlıydı. Birileri seni alımlı, cazibeli bulabilir ama senin kendini, kendi ifadenle “bolmae” olarak tanımlaman kararlığını gösteriyor demektir. Aktrisim gibi hayat verdiği karakter de kararlı biri; erkek arkadaşını öpmeye karar vermesi, ilk adımı atması, başka bir kızla ilişki kurmaktan çekinmemesi…
Eunhee ayrıca öğretmeni Yongji’yi (Sae-byeok Kim) de merak ediyor. Çince kursundaki müdür Yongji’nin tuhaf biri olduğunu söylüyor, toplum onu bu şekilde görüyor. Eunhee de bu kişinin normal olup olmadığını merak ediyor. Burada “normal olmak” ne demek, onu da masaya yatırmaya çalıştım. Yongji iyi eğitimli, çevresine iyi davranan bir kadın ama isyankâr ve aslında bu tutumu da aktivizmi temsil ediyor. Kore’nin tarihine bakıldığında bu aktivizm hareketinin benzer karşılıklarını görmek mümkün. Yongji’nin Çince kursunda şarkı söyleme yolu, sendikaların, fabrika çalışanlarının şarkı söylemek için kullandıkları yol gibi. Yongji bir aktivist, farklı biri. Eunhee de onu çekici (bolmae) buluyor.
Korecede genç ve yaşlı insanlar birbirlerine hitap ederken farklı sözcükler kullanırlar. Bu nedenle tanıştıklarında birbirlerine nasıl hitap edeceklerini anlamak için önce yaşlarını sorarlar. Birçok öğretmen öğrencilerine hitap ederken emir verme kalıbını karşılayan kelimeyi kullanır (Bu hitap şekillerinin Korece karşılıklarını söylüyor). Ama Yongji bunu yapmıyor. Ben bu tercihle karşısındakine yalnızca yaşı küçük diye saygısızlık yapmak istemediğini göstermek istedim. Uluslararası izleyicilerin bunu anlamadığını biliyorum ama Koreliler farklı anlayıp Yongji’nin farklı davrandığını anlayabilirler. Yani Yongji ve Eunhee, iki asi karakter, aralarında bir bağ söz konusu ve aynı seviyedeler.
Yongji’den konu açılmışken oradan devam edelim. Öğretmen Yongji oldukça gizemli bir karakter. Bir anda ortaya çıkıyor, adeta sihirli bir değnekle Eunhee’nin hayatına dokunuyor, bir farkındalık yaratıyor. Sonra ansızın, talihsiz bir köprü kazasında ölüyor, yok oluyor. Onu gerçek biri olarak mı yoksa masallardaki gibi yol gösterici bir melek olarak mı konumlandırıyorsunuz?
Yongji, Seongsu Köprüsü’nün yıkılması sonucu ölüyor. 1994 yılında Güney Kore’de gerçekten bu köprü yıkıldı ve birçok insan hayatını kaybetti. Köprünün yıkılmasını bir özne olarak filmime yerleştirmek istedim çünkü bu olay ülkem için çok önemli. Yalnızca trajik bir olay olduğu için değil, ayrıca ülkemin gelişmiş, daha iyi bir ülke olmak için verdiği mücadeleyi de sembolize ediyor. İnsanlık her şeyi çok hızlı inşa ediyor. 1994 ve 1995 yıllarında birçok ikonik binamız çöktü, politik ve toplumsal değişimler oldu. Bu köprünün, insan eliyle yapılmış bir mimari yapının yıkılması durmamızı, uyanmamızı ve insanlık adına düşünmemizi sağladı. Bu olay Eunhee’nin ilişkilerinde de bir yıkılmayı ve dönüm noktasını temsil ediyor. Gerçek bir olayla insanlar arasında bağ kurmaya çalıştım. Çünkü insanlar her zaman politiktir ve uluslararası politik meselelerle birlikte yaşarlar.
Yongji’nin köprünün yıkılması sonucu ölmesine gelirsek, çok doğru okumuşsunuz orayı. Yongji bir koruyucu melek gibi ve aslında kalpte yaşıyor. Bu yıkım hem trajediyi hem sürreal, beklenmedik bir ölümü hem de bunlar doğrultusunda iki kadının arasındaki sembolik ilişkiyi gösteriyor. Yongji her zaman koruyucu, kollayıcı, anne figüründe bir melek olamazdı. Yongji Eunhee’ye “Biri sana vurduğunda mutlaka karşılık ver” diyerek, Eunhee’nin kendi kendine savaşabileceğini, kendisini koruması gerektiğini ona gösteriyor. Yongji ölse bile Eunhee bu ölümle birçok şeyin farkına varıyor.
Aile ve eğitim filminizin ana başlıklarından ve bu kurumlara baktığımızda yetersiz olduklarını görüyoruz. Aileler çocuklarına karşı ilgisizler. Bu Güney Kore’de genel bir toplumsal sorun mu?
1990’larda öyleydi. Çünkü biliyorsunuz Güney Kore her şeyi çok hızlı inşa etmeye çalıştı ve insanlar yapabildiklerinden de fazlasını yapmak durumundaydı. Ülkeyi iyi bir hale getirmek için çok fazla çalıştılar. Bizim ailelerimiz de o yıllarda sadece çok çalışıyordu ve çocuklar bundan etkileniyordu. Aslında onlar bizim ve ülkemiz için çalışıyordu ama bu durum ilişkilere, duygusal bağlara da yansıyordu. Bu filmi izleyen Koreli insanların kendi aileleri ve yaşadıklarıyla bağlantı kurmalarını istedim.
Peki bugün?
Bugün de ülkem hala tutucu. Erkekler duygusal yanlarını çocuklarına nasıl göstereceklerini bilemiyor. Kadınlar ise bu eşitsizlikten dolayı acı çekiyor. Şimdilerde feminizmin dinamikleriyle birlikte bu tutum değişmeye başladı. Ama 1990’larda böyle değildi. Yalnızca eğitime ve büyümeye odaklanılıyor, birtakım normların dışına çıkılmıyordu. Bizim her zaman Seoul Üniversitesi’ne gitmemiz için beynimiz yıkandı, bu yüzden başarılı olmak zorundaydık. Filmde de çocukların yumruklarını havaya savurarak üniversitenin adını haykırdıkları bir sahne var. Bu komik değil, tuhaf aslında. Askeri bir sistem gibi. Ben okula giderken arkadaşım A sınıfındaydı. Bizde her zaman A ve B olmak üzere, biri diğerinden daha iyi olan iki sınıf vardır. Arkadaşım A sınıfında olduğundan klimaları vardı ama B sınıfında yazın sıcağına rağmen oldukça zayıf bir fan çalışıyordu çünkü onlar klimaya değer değildi. Ben de filmimle toplumda ve ailede neye öncelik verildiğini göstermeye çalıştım. Aşk ya da iyi bir insan olmak önceliğimiz değil. İyi de kötü de olsan o üniversiteye gidiyorsun. Bu oldukça saçma. Şimdi yine başarılı olma konseptine sahibiz ama bahsettiğim öncelikler değişmeye başladı. Geliştik, daha iyi bağlar kurabiliyoruz birbirimizle. Ben toplumumu kötü göstermeye değil, olduğu gibi göstermeye çalıştım.
Güney Kore’de kadın yönetmen olmak desem? Bildiğim kadarıyla sektöre yön vermiş, öne çıkan bir kadın yönetmen yok.
Kadın yönetmen olmak dünyanın her yerinde olduğu gibi Güney Kore’de de çok zor. Çünkü bir rol modele sahip değiliz. Sinema tarihine baktığımızda “çok iyi” yönetmenlerin çoğunun erkek olduğunu görüyoruz. Kaç tane kadın yönetmen tanıyoruz? Erkek yönetmenler daha çok tanınıyor çünkü kadınların film yapmak için eşit şansları yoktu. Benim için de zor dolayısıyla. Güney Kore’de sinema eğitimi alırken dört ya da beş tane uzun metraj film çeken kadın yönetmen gördüm. Birkaç kişi hariç ikinci filmlerini yapamamışlar bile. Bu yüzden kariyerim için gerçekten iyi rol modeller bulmaya çalıştım. Masterımı Kolombiya’da yaptım, benim için oldukça iyiydi. Güney Kore’de benim sınıfımda ilk uzun metraj filmini yapan ilk kadın yönetmenim. Ama Kolombiya’da uzun metrajlı film çeken birçok kadın yönetmen var ve gerçekten iham vericiler. Lynne Ramsay’i yarışmanın jürisinde görünce çok sevindim çünkü bizler, kadın yönetmenler olarak kadın film yapımcılarına rol model olmalıyız.
Güney Kore’de sinema endüstrisinde kadınlar baskı altında. Çok duygusal oldukları düşünülüyor, çalışırken bütün gözler onlara çevriliyor. Çok duygusal olmanın neresi yanlış? Kadın yönetmenlerin ekibi toplarken adeta bir anne gibi davranmaları gerekiyor, daha fazla sorumluluğumuz var yani. İşin aslı kadınların yalnızca sinemada değil her çalışma alanında baskı altında olduğunu düşünüyorum. Bu da kariyerimizi sekteye uğratıyor. Erkek yönetmenler yalnızca filmleriyle meşgul olurlarken bizim bir sürü başka şey için de endişelenmemiz gerekiyor.
Favori “erkek” yönetmeniniz kim?
Tayvanlı yönetmen Edward Yang’ın A One and A Two (Yi Yi, 2000) filmi gerçekten kalbime dokunmuştu. Jenerasyonunun ötesinde bir anlatıma sahip.
Kim Ki-duk benim favori Koreli yönetmenlerimden. Geçtiğimiz sene hakkında çıkan taciz ve tecavüz haberlerinin kariyerine herhangi bir etkide bulunacağını düşünüyor musunuz?
Şu an Moskova Uluslararası Film Festivali’nin ana yarışma jüri üyesi. O skandal bizim için yeni değildi. Kore’de film endüstrisinde olan herkes bunu yaptığını bilir. Neredeyse yirmi yıldır, başlangıcından beri bunu biliyorum. Dediğim gibi herkes bilir, birçok aktris de bundan bahsetmiştir. Kim Ki-duk Güney Kore için favori yönetmenlerden biri değil. Chan-wook Park, Hong-sang soo’nun işlerini seviyorum ben. İyi yönetmenler. Kim Ki-duk uluslararası izleyiciler için iyi filmler yapıyor gibi görünüyor, Güney Kore halkı için değil. Oryantalizmi satıyor. Bu çok gülünç. Öte yandan Avrupalı izleyiciler onun filmlerini izlerken hoşlarına giden bir baskı hissediyorlar. Kendilerinin yapamadığı ama Kim Ki-duk’ın anlatabildiği meseleleri, seksizmi görüyorlar ve bu onlara farklı geliyor. Onlar için merak uyandıran bir yönetmen olabilir ama ben aktrisine nasıl davrandığını biliyorum. Bir insanın tecavüzcü olduğunu biliyorken filmlerini nasıl takdir edersiniz? Takdir etmek oldukça zor.
Türk sinemasına aşina mısınız?
Bildiğim çok ünlü bir Türk yönetmen var. Adı…
Nuri Bilge Ceylan?
Evet (gülüşmeler). Herkes onu tanıyor. Üzgünüm ama Türk filmlerine aşina değilim. Festival kapsamında bazı Türk filmlerini göreceğim.
House of Hummingbird’ü izlerken aklıma Poetry (2010) geldi. İzlemiş miydiniz?
Şu an gerçekten daha çok utandım Türk filmleri hakkında fazla bilgim olmadığı için. Çünkü siz Güney Kore filmlerini biliyorsunuz. Poetry gerçekten ama gerçekten bana dokunan, beni etkileyen filmlerinden biri. Keşke Poetry, Burning’den (2018) daha çok dikkat çekseydi. Birçok insan Poetry’nin Burning’den daha iyi olduğunu düşünüyor ama bence Lee Chang-dong Burning’le dünyada daha çok fark edildi. Oysa Poetry daha önemli bir film.
İkinci Dünya Savaşı’ndan Kore sinemasının da etkilendiğini biliyoruz. Güney Kore sineması 1953 yılından sonra doğuyor. 1962 tarihli Kore Sinema Filmi Yasası, film yapımcılarına bir özgürlük tanıyor. Ama öte yandan kısıtlarla mücadele eden bir İran sineması da var. Bu anlamda yaygın bir tartışmayı size de sormak istiyorum, yaratıcılık özgürlükten mi engellerden mi beslenir?
Normalde sanatçıların özgür bir ortamda daha yaratıcı olduklarını düşünürüz. Bu doğru, buna katılıyorum ama aynı zamanda sanat acıdan, çatışmadan da beslenir. Acı ve çatışma yoksa bazen bir eser yaratamayız. Gerek Kore Savaşı sonrası dönem gerek hükûmet baskıları yaratmayı tetiklemiştir. Yasadan sonra insanların yaratıcı olmalarına izin verildi ama belki de bu önemli değildi. Belki de sinemanın kendisi bizim için daha önemlidir. Güney Koreli insanlar sinemayı sadece seviyor. Bence Güney Kore, filmleri en çok tüketilen ülkelerden biri. Ulusal sinemamız her zaman Box Office’te en üstte yer alır. Bu dünya genelinde de böyle bana kalırsa. Bunun neden böyle olduğunu merak ederdim. Bence Güney Kore toplumu bir baskı altında ve bundan film izleyerek ya da bir şeyler çekerek çıkmaya çalışıyor. Bu anlamda insanlar özgürse yaratıcılar, ama diğer yandan acıdan yola çıkarak, sanat yoluyla bir çeşit barış da kurguluyorlar.

1994 yılında İstanbul’da doğdu. Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sinema Bölümü’nde lisansını tamamladıktan sonra İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde yeni medya ve çocuk alanında yüksek lisansına devam etti. Fil’m Hafızası, Sinema Terspektif, Berfin Bahar, Hayal Perdesi gibi farklı basılı ve online mecralarda sinema üzerine yazıları yayınlandı. art-his.com’da sanat üzerine üretim yaparken, Mayıs 2019’dan bu yana Arter’in Öğrenme Programı’nı oluşturan ekiple birlikte çalışıyor.