Cannes Film Festivali’nden Jüri Büyük Ödülü ile dönen Jean-Luc Godard imzalı Dile Veda (Adieu au langage), düşünme ve seçme özgürlüğünden muzdarip beşerlerin bedensel eşitliği üzerinden hareket ederken, şartlandırılmış birey eylemlerinin dikte ettirilen öğretilerden başka hiçbir şey olmadığını hiçbir yönlendirmeye maruz kalmadan yapılan iki eylem ile gösteriyor: Bir bebeğin ağlayışı ve bir havlama. Henry David Thoreau’nun giyim ve saygı arasında kurduğu bağdan hareketle şartlandırılmış birey eylemlerini örneklendirebilir ve Godard’ın filmdeki çıplaklık vurgusunun amacını daha iyi kavrayabiliriz. Thoreau doğal dünyada en temel ihtiyaçların dikkate alınması gerektiğini savunurken kişilerin saygınlığının kılık, kıyafetlere indirgenmesinin şartlı bir yönlendirilmeden ileri geldiğini öne sürer. Ve doğadaki her şeyin saf halinden uzaklaştırılmasının bir saygınlık perspektifine dönüştürülmesinin asıl nedeninin, en temel ihtiyaçların pazarlama ürünlerine dönüştürülüp beğeni kriteri haline getirilmesinde görür. Godard’ın Dile Veda filmindeki çıplaklık ve kadın-erkek karakterlerin dışkılama eylemlerinde bedensel eşitliğin vurgulanmasının yanı sıra bu tarz natüralist bir yaklaşımın da bulunduğunu düşünüyorum. Kadın ve erkek karakter arasındaki tartışmaların temelinde de farklı yaklaşımlardan ziyade şartlandırılmış olanın tez olarak sunulmasının yer alıyor olması ve bu eylemin eleştirisinin ilk olana dönmeyi ve çıplaklık vurgusunu öne çıkarması beni bu düşünceye iten en güçlü sebep.
Filmin içeriksel olarak bu tarz okumalara açık olması ve birçok alıntı ile süslenmesi (Darwin, Faulkner, Sartre vs.), 3D teknolojisi ile çekilip, görüntünün en rahatsız edici şekilde kullanılması ise; görüntünün intihar ettirilebileceğini ama asıl olanın söylenenlerin işitilmesi olduğunu gösteriyor. Fakat burada her ne kadar 3D teknolojisinin kullanılmasında yenilikçi bir yaklaşım olsa da asıl konuşulması gereken bunun sinema olup olmadığı. İçeriğin bir şeyler söyleyip görüntünün intihar ettirilmesi sinema olabilir mi? Yedinci sanatın görsel sanatlardan biri olduğunu unutmadan bu sorunun cevabını aramalıyız.
Sundance, Rotterdam gibi festivallerden ödül almış Bir İnsanı Öldürmek (Matar a un hombre), yasaların kişi özlük haklarını korumaktan ziyade bürokrasinin dayattığı kâğıt israfı olduğunu gözler önüne sererken, bu hakka sahip çıkmak ve çevresindeki tehlikelerden korunmak adına bireyin benliğindeki değişimin en uç noktada gerçekleşebileceğini söylüyor. Film boyunca düşündüğüm tek şey Kafka’nın “yasanın ne olduğunu asla öğrenemedim” söylemiydi. Beni bu düşünceye iten sebep ise, rahatlıkla kötülüğün ancak kötülükle yok edilebileceği savını desteklemeye düşecek bir yaklaşım sergileyen filmin bundan uzaklaşmak adına tekrar yasaya dönmesiydi. Kişinin yaşam ve özlük haklarını korumaktan aciz yasanın, aynı zamanda bir gereklilik ve yanlış bir söyleme düşmemek adına kurtuluş noktası olduğunu söyleyen film iyi bir tezatlık örneği sunuyor. Festival boyunca izlediğim iyi filmlerden biri olan Bir İnsanı Öldürmek hakkında söylenecek çok şey var, fakat bu bir günce yazısı ve yerimiz çok dar.
Ulusal yarışma filmlerinden biri olan Firak adına ne kadar kötü şey söylesek az kalacak. Çünkü kötü bir film diyerek geçiştirilemeyecek kadar zihniyet sorunu olan bir yapım. Diyaloglarının komik oluşu, dramatik yapıyı bir türlü kuramaması, minimalizmi ufka düşünceli düşünceli bakan karakterlerden ibaret sanması gibi teknik eksikliklerinden bahsetmek yerine bu filmin, bu toprağın insanlarına, ananelerine, büyük bir çoğunluğun benimsediği dini inancına bir hakaret olduğunu söylemek gerekiyor. İşin ilginç tarafı ise filmin aslında hakaret ettiği şeyleri destelemek adına yola çıkmış olması. Kadının konumlandırılışındaki problemden bahsetmek, abi Orhan’ın kardeşi Ali’nin eşi Bahar’a duyduğu sevginin aslında baba ve amcalarından kalma bir irsîlik olduğunu öne sürme sapkınlığının yanında inanın hafif kalır. Ben filmi izlerken utanç mı duymalıyım yoksa nefret mi kusmalıyım bilemedim.
Festivalin ulusal yarışma filmleri içerisinde nefes aldıran yapım Toz Ruhu, oluşturduğu karakter ile yerli sinemadaki erkek algısının karşısında duran nefis bir eleştiri. Arabesk müzik seven bir erkek karakterin cinselliğe, toplumca benimsenmiş kadın-erkek işleri ayrımına bakışı sabit değildir ve olmamalı diyen Toz Ruhu, batı-doğu yaklaşımlarını Tanpınar’dan, Pamuk’tan alarak devam ettiriyor. Mahmut Fazıl Coşkun’un Yozgat Blues filmi ile paralellik gösteren filmi Onur Ünlü’nün desteğinin bulunması yüzünden Ünlü filmleri ile benzeştirmek, her iki yönetmenin erkek karakterleri arasındaki farktan ve filmlerindeki erkek dünyası ideolojisi yüzünden mümkün değildir. Karakterin geleneksel erkek algısından farklı bir erkek profili çizmesi aklınıza feminen bir karakter çizdiği yanılgısına düştüğünü getirmesin. Zira yönetmen Nesimi Yetik bu algıyı kıracak anlatıyı da filmin tümüne sirayet etmiş naiflik üzerinden naif bir dokunuş ile kırıyor.

Kimya Mühendisliği mezunu. İnovasyon, Girişimcilik ve Yönetim bölümünde başladığı yüksek lisans eğitimini bırakarak Marmara Üniversitesi’nde sinema yüksek lisansına başladı. Çeşitli film festivallerinde görev almasının yanı sıra İnönü Üniversitesi Kısa Film Festivali’nin yürütmesini yaptı. Cineritüel sitesinin kurucusu ve yazarı.