Konuk Yazar: Yalçın ENGİN
Yazının ilk bölümünde bazı popüler filmlerden hareketle, Yeşilçam senaryolarındaki akılcılıktan uzak durum ve tiplemelere ilişkin örnekler sunmuştum. Benzeri zaaflar; salt ticari filmler için değil, sinemasal değere sahip, sinema tarihimizde iz bırakmış bazı filmler içinde geçerlidir.
Ayrıntılı örnek olarak Mine (1982 – Atıf Yılmaz) filmini büyüteç altına alalım. Küçük ve boğucu bir Anadolu kasabasında yaşayan Mine (Türkan Şoray), mutsuz ve kıstırılmış bir yaşamın cenderesinde, umarsızca çırpınan güzel bir kadındır. İstasyon şefi olan kaba ve alkolik kocası Cemil (Selçuk Uluergüven) ile isteği dışında evlenmiş, kocası tarafından bir gün olsun sevilmemiş, ilgi görmemiş, bir tatlı söz ile taltif edilmemiştir. Cemil, küçük ve sıradan bir memur olmasına rağmen, kasabanın ileri gelenlerinin icabet ettiği her yemekli toplantıya, eğlentiye davet edilir. Sebep, beraberinde getirdiği güzeller güzeli seksi karısı Mine’dir. Mine, kasabanın adeta “arzu nesnesi”dir. Nüfus cüzdanının cinsiyet hanesinde “erkek” yazılı bilumum vatandaş, Mine’ye karşı tarifi imkânsız bir cinsel iştah içerisindedir. Kasabanın ipsiz sapsız gençleri ciğerci kedisi gibi Mine’nin evinin önünde dolanıp durmakta, en üst düzey memurlar ve eşrafın zenginleri Mine’yi “yatağa atabilmek” için aportta beklemektedir.
Bu durum film boyunca hep böyle sürer. Gençler; Mine’yi gözle, sözle, telefonla arama yolu ile sürdürdükleri taciz harekâtını en nihayetinde ev basıp tecavüz etmeye kadar ileri boyuta taşırlar. Necati Cumalı’nın eserinden sinemalaştırılan Mine filmi; taşrada, kendi içine kapalı ve sınırlayıcı-gözetleyici- denetleyici ilişkiler sisteminin hüküm sürdüğü kasaba ortamını baz alarak Türk toplumunun cinsel açlığının, açmazlarının röntgenini çekme amacında bir yapıttır.
Ancak, başarılı olduğunu söylemek imkânsızdır. Zira filmdeki tüm tiplemeler ve olaylar gerçek dışıdır.
Mine filmi, bir seks filmi midir?
Bu soruyu neden sordum? Belirli bir tür dâhilinde değerlendirilen filmlerde, o türe ait unsurların film boyunca bolca kullanılmış olması gayet normaldir, zaten beklenen budur. Söz gelimi, bir film “komedi filmi” kategorisinde ise mizah unsuru filmin bütününe yayılmıştır. Macera filmi olarak adlandırılan bir filmde de çeşitli aksiyon sahnelerinin ardı ardına sıralanması gerekir. Bu bakış açısıyla soruyu cevaplayalım. Her ne kadar çok fazla açık seçik sahne içermese de, film boyunca hemen hemen herkes sadece ve sadece seks düşünmektedir. Sürekli bir cinsellik arayışı, tatminsizlik durumu hâkimdir. Erkeklerin tamamı, başta Mine olmak üzere bir kadınla çiftleşmeyi hayati mesele haline getirmiştir. Bunca rezillik içerisinde, “iyi insanlarda var” alternatifinin temsilcileri İlhan (Cihan Ünal) ve kız kardeşi Perihan (Hümeyra Akbay) ise mızmızlıkları ile sinir bozmaktan başka hiçbir işe yaramazlar. Film, ana hatları ile “cinsellik” temasına objektiflerini yöneltmiş olsa da, çizdiği kasaba evreni aşırı abartılıdır. Karakterler tek boyutlu ve karikatürizedir. Bir film, süresi boyunca yaşamı sadece bir pencereden görüyorsa o film bir “tür filmidir.”
Sorunun cevabı: Evet, Mine filmi bir seks filmidir.
Böyle bir kasaba ve insanları hayalidir. Sözde; gerçekçi ve cesur bir tutumla, toplumun ikiyüzlülüğünü ve namus kavramını “işine geldiği gibi yorumlayan” çarpık zihniyete sert eleştiriler getirme amacındaki Mine filmi, maalesef amacına ulaşamamıştır.
Yeşilçam’ın namus bekçiliği yaptığı diğer bazı filmlerinde de “şişirme” olaylar yaşanır. Senaristlerimize göre Türk insanı; ailesinin, sevdiklerinin vb. olduğu kadar üçüncü kişilerin iffetinden de kendini sorumlu hisseder. Hatasız Kul Olmaz (1977 – Osman F. Seden ), Yarınsız Adam (1987 – Ümit Efekan) gibi filmlerde, ahali; kasabanın namusunu iki paralık ettiğini düşündükleri kadınları kovmak için topluca harekete geçerler, taşlı sopalı linç girişiminde bulunurlar (Kambur, 1973- Atıf Yılmaz).
Bilinçaltında yatan “Vurun Kahpeye” ezberine istinaden filmlere eklenen ve sinemasal açıdan oldukça etki yaratan bu tür sahnelerdeki mevcut “namus timleri”, yalnızca beyaz perdede faaliyet gösterirler.
Evet, Türk insanı başkalarının “uçkur mesele”lerine pek meraklıdır, ancak “namus dışı” olarak niteledikleri davranışların sahiplerine karşı tepkilerinin bir sınırı vardır. Hele de kendisine zararı dokunmuyorsa bir süre sonra umursamaz bile gelebilir. Yani, falanca adam pavyon kadını ile evlenmiş diye, filanca kadın kötü yerlerde görülmüş diye insanlar bunu o kadar da kendi sorunu saymaz. Kadının evinin önünde toplanıp, “gitsin buradan, karılarımızın kızlarımızın ahlâkını bozuyor” şeklinde cereyan eden sahneler, Yeşilçam üfürmeleridir. Bu tarz vakalara karşı toplumun yaklaşımı, genel olarak şu atasözleri ile örtüşme gösterir: Her koyun kendi bacağından asılır, Su testisi suyolunda kırılır… Münferit olaylar, toplumun geneline mal edilemez. 2011 yapımı bir filmde (Ay Büyürken Uyuyamam – Şerif Gören), hâlâ bu bayat sahnelerle karşılaşmak üzücüdür.
Yeşilçam’da Senaryo Matematiği
Yeşilçam’da senaryo matematiği kolayca çözümlenecek kadar basittir, senarist tarafından önceden belirlenmiş şablon ve formüllere dayalı olarak üretilen senaryolar düz bir çizgiye sahiptir. Giriş-gelişme-sonuç şeklinde ilerleyen senaryolarda; olaylar dizisi, duygusal patlama anları, inişler-çıkışlar, zamanlamalar vb. hep birbirini andırır. 1960’lardan 1990’lı yılların başına kadar uzanan süreçte yazılan senaryolar sanki aynı elden çıkma hissi uyandırmaktadır ki sadece Safa Önal’ın 402 adet senaryosu olduğu göz önüne alınırsa, istatistikler de bu yargıyı doğrulamaktadır. Safa Önal’ın başarısı, Guinness Rekorlar Kitabı tarafından da tescillenmiştir.
Safa Önal ile beraber, sinemamızda “Üç Kalemşorlar” olarak adlandırılabilecek senaristlerimizden Bülent Oran 340 adet, Erdoğan Tünaş ise 331 adet senaryo yazmıştır.(*) Anılan senaristlerimizin en faal olduğu yıllar, Yeşilçam’ın 1960-1980 arasını kapsayan altın dönemidir. Kabataslak bir hesapla diyebiliriz ki, bu yıllarda çekilen her dört-beş filmden birisi bu üçlüden birine aittir. Safa Önal, anılarını anlatırken, talep üzerine bir gecede yazdığı senaryolardan bahseder. Hal böyle olunca, senaristlerimize o kadar da yüklenmemek gereklidir. Sürekli üretmek zorunda olan bir sanatçı, elbette ki belirli klişelere yaslanmak ve kendini tekrar etmek zorunda kalacaktır.
Yukarıda, “Yeşilçam senaryoları düz bir çizgiye sahiptir” demiştim. Bu bağlamda, senaryolar genellikle neden-sonuç ilişkileri bağlamında şekillenir. Karakterleri çeşitli durum ve davranışlara sürükleyen sebepler adeta madde madde sıralanarak seyirciye sunulur. Seyircinin kafasının karışması pek istenmeyen bir durumdur. Gizem ve merak unsuru, çoğu kez filmin sonuna dek sürdürülemez. Alışılmış çerçevenin dışına pek çıkılmaz. Seyirciye hayal kırıklığı yaşatılmak istenmez, beklenen neyse o sunulur, karmaşık kurgu sıçramaları ve şok edici sürprizler pek yoktur. Bu, oyuncu seçimi anlamında da böyledir.
İşte bu durağanlık yüzündendir ki, yazının ilk bölümünde bahsettiğim tesadüfler, mantık dışı olaylar, abartılar olumsuz da olsalar filmlerimizin tadı tuzudur. Bir filmde; tespit edilen, önerilen, resmedilen herhangi bir oluşumun, olayın veya fikrin, bu oluşumlara yol açan nedenler ortaya konarak altının doldurulması sinemanın temel kurallarından birisidir. Ancak, Yeşilçam olay örgüsünü, nedenleri, karakterleri kullanma kılavuzu gibi açıklar.
Söz gelimi Ah Nerede (1975 – Orhan Aksoy) filmi, İstanbul’a okumaya gönderilen üç erkek kardeşin maceraları üzerine kuruludur. Film, Ferit’in (Tarık Akan) çeşitli kızlarla gezme-tozma sahneleri ile açılır. Eve geldiğinde kumarbaz kardeş Murat (Halit Akçatepe), siyasetçi velet olan Ömer’in (Cengiz Nezir) polis tarafından jop oturtulmuş gözünü pansuman etmektedir. Manzarayı gören Ferit, kardeşlerini kumarbazlık ve sağ-sol kavgalarına karışmakla suçlar. Diğer iki kardeş de misilleme olarak Ferit’i çapkınlıkla itham eder. Bu aşamada, gerek görüntülü gerek sözlü olarak üç kardeşin de ne mal olduğu seyirci tarafından yeterince anlaşılmıştır. Ancak, senarist bunla yetinmez, anlamayanlar için bir kez de Ferit’in ağzından özet geçer: Patırtı etmeyin be… Açıkçası üçümüzde birbirimizden bokuz. Ben karıdan kızdan başımı alamıyor, sen iskambilden kumardan, bu da mitingten boykottan…
Canım Kardeşim (1973 – Ertem Eğilmez) filminde ise Murat’ın (Tarık Akan) babası Mustafa Efendi (Sıtkı Akçatepe), Ziya Efendi’ye (Kamer Sadık) bir meyhane gecesi dönüşü, gâvur zulmünden kaçarak anavatana sığındıklarını ve bütün malın mülkün orada kaldığından bahseder. Karısının ölümü ile de iki erkek çocuğunun başına kaldığından şikâyet eder. Ziya Efendi, Mustafa Efendi’nin en yakın arkadaşı olarak ailenin hikâyesini zaten bilmektedir. Amaç, olayların geçmişi ile ilgili olarak seyirciyi bilgilendirmektir.
Bu tür açıklama içeren diyaloglara çok sık başvurulur. İlk on dakika genelde, çevre ve karakterlerin tanıtım broşürü gibidir. Ters yüz edilmiş senaryo tekniği çok az kullanılır. Eğitme-öğretme, ders verme Yeşilçam’ın vazgeçilmez ilkesidir. Yeşilçam, nasihat etmeyi adeta kendine bir görev addetmiştir.
Liseli Kızlar (1977 – Orhan Elmas) filminde, birbiriyle çok sıkı arkadaş olan üç liseli kızın yaşamı karşılaştırmalı olarak verilir. Birbirinden kalın çizgilerle ayrılı üç aile yapısı gözler önüne serilir. Ailenin, gençlerin gelişimi ve geleceği üzerindeki olumlu-olumsuz etkileri tartışmaya meydan vermeyecek bir kesinlikle ortaya konur. Film, bu haliyle sinema filminden çok ilgili bakanlık tarafından yaptırılmış bir eğitim filmi havasındadır.
Özellikle, 1980’li yıllarda çekilen uyuşturucu konulu filmlerde bu tavır çok baskındır. Çeşitli sosyal çevrelere mensup gençlerin, hangi sebeplerle batağa saplandığı ayrı ayrı açıklanır. Sonunda da hepsine cezası buldurulur.
Ya Ya Ya Şa Şa Şa (1985 – Ümit Efekan) filminde ise, istikbali çok parlak bir futbolcunun içki ve kadın tutkusu yüzünden yok olup gidişi konu edilir. Finalde, İlyas’ın (İlyas Salman) madden ve manen iflas etmiş bir halde sahanın orta yerine çöküp kalışı, ibretlik bir fotoğraftır.
Acı Dünya (1986 – Ümit Efekan) filmi de “bir suçlunun anatomisi”ni mercek altına alır. Son derece düzgün karakterli bir adam olan Yusuf (Tarık Akan), hayatın sillesini yiye yiye bir toplum canavarına dönüşür. Yaşadığı acıları artık kaldıramayacak hale gelen Yusuf, elinde bıçakla sokak ortasında önüne gelene saldırır. Mahkemede de, hâkime kendisini bu hale getiren olayları birer birer anlatır. Neden- sonuç ilişkisi tamamlanır.
Neden-sonuç ilişkisi çok bariz verildiği gibi, çoğu kez de abartılır.
Bir Yudum Sevgi (1984 – Atıf Yılmaz) filminde, Cemal (Kadir İnanır) ve Aygül’ü (Hale Soygazi) birbirine yaklaştıran sebepler neredeyse birbirinin aynıdır. Aygül’ün kocası Cuma (Macit Koper); işsiz güçsüz, pısırık, silik, cinsel yönden problemli bir erkektir. Aygül gibi güzel ve sağlıklı bir kadını cinsel ve duygusal açıdan tatmin edebilecek yeterliliği yoktur. Cemal’in karısı Nezaket (Meral Çetinkaya) de, Cuma’nın dişi versiyonudur. Cahil ve eziktir. Yatakta da “kazık gibi” gibi bir kadındır. Hal böyle olunca, Cemal-Aygül yakınlaşması kaçınılmaz kılınmıştır.
Namuslu (1984 – Ertem Eğilmez), Çıplak Vatandaş (1985 – Başar Sabuncu), Züğürt Ağa (1985 – Nesli Çölgeçen), Milyarder (1986 – Kartal Tibet), Kiracı (1987 – Orhan Aksoy), Öğretmen (1988 – Kartal Tibet) gibi filmlerde de kahramanımızı kişilik çözülmesinin, yıkımın ve cinnetin eşiğine getiren sosyal ve ekonomik sebepler kara komedi anlayışı ile teker teker belirtilir.
Çatışmalı öğeleri betimlemek adına da kalıp sahne ve replikler kullanılır. Söz gelimi, kenar mahalle kızı lüks bir moda evinde veya manikürcüde çalışmaktadır. İşini yaptığı sırada şu fiks konuşmalara kulak misafiri olur: “Ay şekerim geçen ay Paris’teydim, Ay Şekerim Paris’teki son model kürkler bir harika” gibi… Bir Paris’tir gider.
Zengin kadınlar; meymenetsiz suratları, sevimsiz ve zoraki kahkahaları ile adeta iticilik yarışı içerisindedirler. Üzerine üstlük çevresinde güzelliği ile nam salmış kızımız, bu koca parası yiyen kokanalardan kat be kat güzeldir. Zaten evde hasta babasından ve annesinin “güzelliğini kullan, benim gibi sürünme” konulu dırdırından bıkmış, kendisine ev diye kümes gibi yerleri öneren sevgilisine de içten içe bozulan genç kız, bu konuşmalardan fazlasıyla etkilenir.
Yeşilçam senaryoları ekonomiktir
Ayrıntı zenginliği yoktur, her şey sadece olması gerektiği için vardır. Böyle olunca, gündelik yaşamımızda fazlaca yeri olan sıradan objelerin, konu gereği senaryoda yer bulması, ön plana çıkarılması yapaylık oluşturmaktadır. Şöyle ki: Mesela, Yeşilçam’da araba ile seyahat eden bir oyuncu “şu radyoyu açayım da biraz müzik falan dinleyeyim” demez. Oyuncu; durup dururken radyoyu açıyorsa, Yeşilçam senaryolarının yavanlığına alışmış seyirci, bu olağan dışı durumun farkına varır. Belli ki, radyodan önemli bir haber alınacaktır.
İki Kızgın Adam (1976 – Ertem Göreç) filminde Leyla (Perihan Savaş), benzin istasyonuna telefon etmek için sapan Avukat Fahri’yi (Atilla Ergün) beklerken her ne hikmetse radyoyu açacağı tutar. İyi de yapar açmakla! Nitekim, aldığı haberle gerçekleri öğrenir.
Ya Benimsin Ya Toprağın (1987 – Ferdi Tayfur) filminde ise bu kez Ferdi, hayatının akışını değiştirecek kan anonsunu duyabilmek için radyoyla haşır neşir olur. (Gereksiz bilgi: Kan aranıyor anonsu, Ferdi Tayfur tarafından seslendirilmiştir.)
Fakir Milyoner (1985 – Orhan Elmas) filminde de İlyas (İlyas Salman) aşk acısı ile yanıp kavrulurken, halden anlayan meyhaneci Baba “Açın şu sinemayı, İlyas oyalanır belki” komutuyla televizyonu açtırır. Televizyon elbette boşuna açılmaz; İlyas’ın, kimsesiz bir kız sandığı sevgilisinin aslında gazeteci olduğunu öğrenmesi için açılır. Futbol deyimiyle söylenecek olursa, İlyas’a “al da at dercesine bir pas atılmıştır.”
Bu tür sahneler, fazlasıyla sırıtır. Seyirci biraz sonra radyodan, gazeteden, televizyondan alınacak haberi önceden bilmekte olduğu için bu tür sahneler merak ve endişe duygusundan yoksundur, dolgu malzemesi niteliğindedir.
Benzeri bir diğer obje, gazetedir. Hizmetçi, elinde gazetelerle salına salına geliyor ve okusun diye evin hanımına, beyine sunuyorsa seyirci yine bu gelişi hayra yormaz. Alınan haber genellikle kötüdür, gazete önce hışımla buruşturulur, sonra yere çalınır.
Aşıksın (1988 – İbrahim Tatlıses) filminde, Deniz (Hülya Avşar) elindeki gazeteleri seyircinin kafasına vurur gibi İbrahim’in göğsüne atar. Gazetede, İbrahim’in can yoldaşı Şevket’in (Osman Cavcı) öldürüldüğü haberi vardır.
Birtakım mekânların kullanımı açısından da amaç aynıdır. Erkek karakterin cinsel ihtiyaçlarını giderme amacı olarak genelevleri kullanması, bir ayrıntı olarak verilmez. Geneleve veya pavyona gidiyorsa, mutlaka hayatının kadınına rastlayacaktır. Yeşilçam tarihinde, pavyona dadanıp da bir kadına tutulmadan yiyip, içip, eğlenmeyi başarabilen bir tek jön yoktur.
Yeşilçam’da, geçici hastalık yoktur. Yeşilçam tiplemeleri, kendilerini öldürmeyecek hastalığa yakalanmaya tenezzül etmezler. Kahramanımızın başı döndüğü veya bayıldığı an, seyirci o karakterin öleceğini anlayıp baştan daha üzülmeye başlar.
Yeşilçam’da zamanlamalar harikadır(!)
Yukarıda bahsettiğim senaryo gereği radyo dinleme veya televizyon izleme sahnelerinde, radyonun veya televizyonun açılması ile haberin verilmesi arasında sadece saniyeler oynar. Kahramanımızın, alakasız yer ve durumlarda müzik dinleme isteği ile bizi şaşırttığı yetmezmiş gibi, zamanlaması da hayranlık uyandırıcıdır.
Dolap Beygiri (1982 – Atıf Yılmaz) filminde, Ali (İlyas Salman) hamile eşi Ayşe (Yaprak Özdemiroğlu) ile beraber anne adayları için yazılmış bir kitabı beraberce okumaktadır. Kitaba göre, “gebe bir kadın çok iyi beslenmesi gerekiyor, gebe bir kadın süt, yumurta, et ve balıkla beslenmek zorundadır.” (Filmdeki cümleler aynı bu şekildedir. Konu dışına çıkıyor olsam da yazmadan edemeyeceğim. Böyle basit ve sığ bir kitap cümlesi olabilir mi? Olamaz, çünkü bu cümleler, kitaba değil senariste aittir. Benzeri basit diyaloglara tonla filmde rastlamak mümkündür. Hasta vaziyette yatan Sezercik için eve çağrılan fakir dostu pratisyen mahalle hekimleri de “çocuk gıdasız kalmış, iyi beslenmesi gerekecek” diyerek et, süt, muz vb. önerirler. Hızını alamayıp pirzola yesin diyenleri dahi vardır. Duruşma sonucu okunan bir iki cümlelik, hukukta yeri olmayan toparlak hesap mahkeme kararları da bu tür cümlelere örnek gösterilebilir.)
Ekonomik durumu et, süt alacak kadar parlak olmayan Ali’nin morali bozulur. Eşine moral aşılamak isteyen Ayşe’nin eli hemen yanı başındaki radyonun düğmesini çevirir. Şansa bakın ki radyoda o sırada oyun havası benzeri bir müzik çalmaktadır. Beraberce oynamaya başlarlar. Moralleri düzelir. Ayşe, radyonun düğmesini çevirirken neşeli bir müzik çıkacağından o kadar emindir ki…
Sürtük (1970 – Ertem Eğilmez) filminde de, müzik hocası Ferdi (Göksel Arsoy) öğrencisi Naciye’yi (Hülya Koçyiğit) sınayabilsin diye, radyo onlar beraberken sürekli Türk Sanat Musikisinin en müstesna eserlerini çalar durur.
Sultan (1978 – Kartal Tibet) filminin çeşme başı sahnesinde de zamanlama rahatsız edicidir. Kemal, Sultan’a (Türkan Şoray) hava basmak için pratik zekâsını kullanarak mizansenle birebir örtüşen Ferdi Tayfur’un “Çeşme” şarkısını teybe koyar. Şarkı; önceden hesaplandığı biçimde, en manidar, en uygun yerinden başlar: Çeşmenin başına bir güzel inmiş…
Senaristlerimiz, aynı zamanda birer “zamanlama mühendisi”dir.
Yeşilçam’da, ölümlerin zamanlaması da planlı programlıdır
Zamanlama kriterine göre üç çeşit ölüm vardır:
1-Huzur dolu ölümler
Başrol oyuncularının ölümü bu kategori dâhilindedir. En yaygın ölüm şeklidir. Oyuncu; yaralı bir halde can çekişirken bir yandan da geçmişin muhasebesini yapar, sevgilisine duyduğu aşkın temizliğinden bahseder, kısadan gidelim bolca “edebiyat parçalar.” Ne söyleyecekse söyler, sevgisini anlatabilmiş olabilmenin manevi rahatlığı içerisinde, sevdiceğinin kucağında ruhunu teslim eder. (Bu sırada sevdicek, “kurtulacaksın, ölmeyeceksin” falan der ama abukça yaralı adamı dinlemeye devam eder. Ambulans çağırmak, yardım istemek aklına bile gelmez.)
2-Düğüm çözücü ölümler
İtiraflara endeksli ölümlerdir. Film boyunca, iftiraları ile sevenleri ayıran kötülerin bir kısmı son dakikada imana gelirler. Örneğin, Sekreter (1985 – Temel Gürsu) filminin meşhur tacizci şişmanı Faik (Yüksel Gözen), ölüm döşeğinde Hülya’yı (Hülya Avşar) lekelemek için çevirdikleri kumpası bir bir anlatarak hem Hülya’yı ibra eder, hem vicdanını rahatlatır. İtiraf biter bitmez de, ahrete göçer.
3-“Ayıkla pirincin taşını” tipi ölümler
En az rastlanan ama en milimetrik, orijinal ölüm şeklidir. Ölmek üzere olan şahıs, polise kendisini kimin vurduğunu söylemek ister ama en kritik noktada ölerek suçsuz kişinin başını yakar. Kara Gurbet (1981 – Natuk Baytan) filminde, Tahir (Cevdet Arıkan) Davut (Sümer Tilmaç) tarafından vurulur. Yaralıyı hastaneye yetiştirmek isteyen Ferdi, yolda polis tarafından çevrilir. Polisi gören Tahir, aslında kendisini Ferdi’nin vurmadığını söylemek istemektedir ancak “Polis Bey, beni bu vur… vur…” diye cümleyi tamamlayamadan ölür. Cümlenin “vurmadı” kelimesi ile bitme ihtimali; “vurdu” kelimesi ile bitmesi ihtimaline eşit olsa da, cinayet Ferdi’nin üzerine kalır.
Yeşilçam senaryolarında “olmaz” diye bir mefhum yoktur, her türlü kolaylık mevcuttur
Yeşilçam, bir kolaylıklar dünyasıdır. Senaryonun her aşamasında olayların akışına uygun biçimde kolaylaştırıcı, yardımcı öğelere rastlamak mümkündür. Her şeyden önce bütün başoyuncular (özellikle de erkekler) süpersonik yaratıklardır. Bir başka ifade ile, İsviçre çakısı gibidirler. Çok sağlam ve sarsılmaz karakter özellikleri ile beraber üstün becerilerle donatılmışlardır. Çok güçlüdürler, zekidirler, iyi at binerler, iyi kılıç kuşanırlar, balık gibi yüzerler, kelebek gibi uçarlar, arı gibi sokarlar, kedi gibi tırmanırlar, harika sevişir ve dövüşürler. Her nevi kara, deniz, hava taşıtı, iş makinesi, silah, alet ve edevatı profesyonelce kullanırlar. Tekne motorundan tutun da elektrik kontağına kadar bozulan her düzeneği tamir edebilirler. Yılan ve böcek sokmaları, kol bacak kırık ve çıkıklarında atel yapımı, suni teneffüs, kızdırılmış bıçak vasıtası ile mikrop kaptırmadan kurşun çıkarma, denizde vurgun yeme gibi vakalarda, ilk yardım teknikleri konusundaki bilgi ve pratikleri parmak ısırtır. Bütün bu ve benzeri kabiliyetleri filmlerde tıkanmalara yol açmaz.
Türlü maharetlere sahip olma hususunda Hababam Sınıfı bir ekoldür. Derslerde gösteremedikleri başarıları çeşitli müzik aletlerini çalma, telsiz veya çadır tertibatı kurma vb. konularında gösterirler. Hababam Sınıfı Uyanıyor (1976 – Ertem Eğilmez) filminin sonunda, okul inşaatına bile girişirler.
Damga (1984 – Osman F. Seden) filminde Cengiz’in (Tarık Akan), tecavüz mağduru nişanlısının (Yaprak Özdemiroğlu) anlatımı üzerine çizdiği robot resim, resmi çizilen Okşan’a (Berrin Tuncel) fotoğrafı kadar benzemektedir. Yeşilçam’da her şey mümkündür, yeter ki senarist kafaya koysun… Vaziyet ne kadar müşkül ve içinden çıkılmaz, imkânsız derecede zor olsa da “oldurtulur, “öldürtülür.”
Çoğu kez olduğu gibi oldubittiye getirilir. Senaryo gereği hapisten kaçılacaksa hasta numarasına yatılarak revirden veya hapishanenin çamaşır, çöp kamyonu kullanılarak tereyağından kıl çeker gibi göz göre göre kaçılır. Bir yere, söz gelimi fabrikaya gizlice girilmesi gerekiyorsa, bekçi niyetine konan şahıslar genellikle içleri geçmiş, uyuklayıp duran tiplerdir.
Candan Sevmeli (1895 – Zafer Par) filminde Gökhan Güney, eşinden dolayı çocuk sahibi olamamaktadır. Çözüm olarak taşıyıcı anne fikrinde uzlaşılır. Gökhan, çocuğunun biyolojik annesi olacak kadının resmini görebilmek için usta bir hırsız gibi doktorun odasına girmeyi becerir, evrakı da eliyle koymuş gibi bir iki arayışta bulur.
Emanet (1988 – Orhan Elmas) filminde ise Davut (Kenan Pars), kardeşinin öcünü almak için, tecavüz maksadı ile Bahar’ın (Tanya Arslan) odasına Tarzan gibi tırmanır. (Nasıl tırmandığı değil, sadece balkon kapısından girişi gösterilir. Balkon kapısı kilitli değildir.) Yaş yetmiş iş bitmiş derler ama filmin çekim yılı itibarı ile 68 yaşında olan Kenan Pars, hala benim diyen genci cebinden çıkaracak kadar kudretlidir. Uyduruk bir vuruşla kızı bayıltır ve tecavüzü ifa eder.
İmparator (1984 – Melih Gülgen) filminde de, Kadir’den (Kadir İnanır) Allah gibi korkan İzzet (Erol Taş) ve avenesi, nasıl ne ara kime yaptırmayı başarır bilinmez, Kadir’in arabasına bomba yerleştirmeyi başarırlar. Bu işlerin nasıl kotarıldığı hiç gösterilmez.
Rehin alınma durumu varsa da kolay… Sezercik, Yumurcak gibi bacaksızların “şu ellerimi çöz de çişimi yapayım, yoksa altıma edicem” zokasını yutacak kadar avanak fedailerden (Süheyl Eğriboz, Cevdet Balıkçı vb.) birisi tuvalet kapısında bir süre bekler. Aklı başına geldiğinde atı alan Üsküdar’ı geçmiştir. Kapıyı açtıklarında karşılaştıkları manzara, açık halde duran tuvalet penceresidir.
Kurban (1983 – Melih Gülgen) filminde, Şahin Kara’nın (Kadir İnanır) hasımları tarafından, sevgilisi Bahar (Ahu Tuğba) kaçırılır. Karşılık olarak Keş Tahir (Coşkun Göğen) istenir. Şahin Kara, bir sedye üzerine konarak üstü örtülür. Sözde, Şahin Kara, Keş Tahir’in yerine geçer. Görüntüde Tahir teslim edilecek, örtü açılınca da Şahin ortaya çıkacaktır. Sedye, takas mahalline yerine getirildiğinde bizim kadrolu avanaklar yine görevdedir. Acaba örtünün altındaki gerçekten de Tahir mi diye merak edip de örtüyü kaldırmazlar bile… Şahin kahramanlık yapıp sevgilisini kurtarabilsin diye bizim sevgili Cevdet ve Süheyl yine senaryo gereği aptalları oynamak zorunda bırakılır.
Kaba saba köylü kadınından mükemmel bir salon hanımefendisi yaratma temalı filmlerde de (Güllü, Analar Ölmez, Merhamet gibi) emrivakilerle hareket edilir. Bir, bilemedin iki aylık süreçte bir insanın aksanı, konuşması, yürüyüşü vb. ve en önemlisi de genel kültürü bu kadar olumlu bir değişim gösteremez.
Yeşilçam’da taksi bulma sorunu yaşanmaz. Vakit gece yarısı veya sabahın körü; mekân bir mahalle arası olsa da yan tarafta bekleyen bir taksi yönetmenin komutu ile kadraja giriverir. “Taksi” deyip el kaldırmak yeterlidir. En olmadık yerde bitiveren bu taksiler, bazen de hiç bulunmazlar. Ne Olacak Şimdi (1979 – Atıf Yılmaz) filminde Levent Kırca’nın canlandırdığı avukat Orhan, nispeten işlek ve merkezi olduğu izlenimi uyandıran (adliye civarı olsa gerek) bir durakta, “Taksi, taksi, taksi, taksi” diye çırpınmasına rağmen bir tanesini bile çeviremez. Çünkü senaryo gereği Özden (Nevra Serezli) tesadüfen oradan geçecek ve Orhan’ı arabasına alacaktır. (Özden, Orhan’ı arabasına almak için “vasıta bulamazsınız bu saatte” gerekçesini öne sürer. Vakit, henüz gündüzdür. İstanbul’da saat kaç olursa olsun taksi bulamamak mümkün mü?)
Yeşilçam’da hesap ödendikten sonra para üstü talep edilmez. Ödemeyi tahsil eden şahıs da para üstü ödemez. Çünkü jönlerimiz hesabın tutarını önceden tahmin edip kuruşu kuruşuna ödeme yaparlar. Zaten, Yeşilçam muaşeret adâbı gereği hesap pusulasına bakılmaz. Hesap ödeyecek para bulunmaması durumunda (ki, bu baştan bellidir) kahramanlarımız lokantaya, gazinoya dayak yemeyi, bulaşık yıkamayı göze alarak girerler. Bir dümen çevirerek yüklü hesabı ödemeden sıvışma girişimi, hüsranla sonuçlanır. Gruptan birisi, kendini kurban ederek diğerlerini kurtarır (Canım Kardeşim (1973 – Ertem Eğilmez), Devlet Kuşu (1980 – Memduh Ün)).
Yeşilçam’da “kurşun adres sorar.” Başrol oyuncuları filmin ortalarında silahlı saldırıya düşürülürse ölmezler. Çünkü ölürlerse film biter. (Bu dünya sinemasında da böyledir.) Dolayısı ile final harici ateşli silahlarla yaralanma durumlarında “kurşun neyse ki sıyırır geçer.” Yeşilçam’da, jön tabancalarının şarjörü asla boşalmaz. Allah tarafından bittikçe doldurulur. Ancak, senaryo icabı bazı durumlarda kahramanımız akıllılık edip atılan mermi sayısını sayar. Satılmış Adam (1977 – Remzi A. Jöntürk) filminde Halil (Cüneyt Arkın) ve Sezercik Aslan Parçası (1972 – Memduh Ün) filminde Nedim (Nihat Ziyalan), cin fikirlilik edip karşı tarafı tongaya düşürür.
Kolaylaştırıcı unsurlardan bir diğeri de, genelde avantür filmlerde rastladığımız “istihbarat kaynakları”dır. Görünüşte meyhaneci, hancı, kahvehane işletmecisi olan bu gizemli şahıslar, yer altı piyasasındaki tüm gelişmelerden haberdardırlar. Çiçek Pavyon’daki Necla an itibarı ile hangi bitirim tarafından kapatılmıştır, Kara Haydar’ın adamı Bekir en son nerede görülmüştür gibi soruların cevabı ve daha fazlası bu adamlardan öğrenilebilir. Tabii ki, bu bilgileri öğrenebilmek için Cüneyt Arkın veya Kadir İnanır olmak gereklidir. Bu samimiyet nereden gelir, bu dostluğun evveliyatı nedir, bilinmez. Özellikle Cüneyt Arkın, bu tiplerden çok faydalanır. Usulce bara sokulur. Bu gelişin boşuna olmadığına anlayan “haber ajansı abimiz”, bir kadeh viski içimi süresinde gerekli bilgileri okur. Cüneyt Arkın’ın bir teşekkür bile etmeden ve sadaka verircesine hesabı ödeyerek çekip gitmesine de alınmaz. (Para, cepten çıkarılır ve saygısızca adamın önüne atılır.)
Yeşilçam’da bir başka bilgi edinme kaynağı “hafif kadınlar”dır. Karşı konulamaz bir seksi cazibeye sahip jönlerimiz, karşısında “güneş yemiş asfalt gibi” eriyip biten bu kadınların ağzından lafı kolaylıkla söker alır.
Damga filminde, robot resim çizme konusundaki maharetine hayran kaldığımız Cengiz; nişanlısına tecavüz eden adamların izini bulabilmek için Okşan’la yatar. Cengiz’e karşı zaaf içerisindeki Okşan, boş bulunup kendisini de ateşe atacak bilgileri ağzından kaçırıverir. Alın Yazısı (1972 – Orhan Aksoy) filminde de Şehmus’un (İstemi Betil) peşindeki Haydar (Cüneyt Arkın), seksapeli sayesinde pavyon kadını Aynur’u (Ülkü Ülker) bülbül gibi konuşturur.
Yeşilçam’da kostüm, aksesuar vb. anlamında da sıkıntı yaşanmaz. Herkes dilediği kılığa, dilediği anda hemen bürünüverir. Kahramanlarımız ne kadar yoksul olursa olsun; nereden bulurlarsa bulup buluştururlar, duruma göre arap, kovboy, kızılderili, yamyam, polis, subay, turist vb. kılığı ile karşımıza çıkıverirler. (Niyazi Er’in kostüm deposundan seç, beğen, al…) Kılık değiştirmelerde de (özellikle karşı cinsin kılığına girme) sorun yaşanmaz. Oyuncu uyduruk bir bıyık ve sakal takarak, biraz da sesini değiştirerek tamamen bir başka insana dönüşebilir. Komedi filmlerinde bu durum hoş karşılanabilir ancak, Tele Kızlar (1985 – Osman F. Seden) filminde, Nuri Alço gibi iki yüz metreden tanınacak bir adama bonus peruk ve keçisakalı ile kılık değiştirtmeye çalışmak, komik olmaktan öteye gidememiştir.
En ilginci ise, bazı nesnelerin elverişsiz hatta imkânsız durumlarda, mucizevî biçimde ortaya çıkmaları veya yardıma koşmalarıdır. Kara Murat, Battal Gazi gibi tarihi filmlerde, Cüneyt Arkın Bizans kalesine sızabilmek için, kaleye misafir olarak gelen rahip veya prenslerin yolunu keser. Arkadaşı ile beraber, rahip veya prenslerin kıyafetlerini giyerek onların yerine geçer. Buraya kadar her şey normaldir de; dağ başında, kırda, bayırda takma sakalı bıyığı nereden bulurlar, burası tam bir muammadır.
Yukarıda bahsettiğim Dolap Beygiri filmindeki anne adayları için yazılmış kitap da, çok zorlama koşullarda karşımıza çıkar. Ali ile Ayşe, Ali’nin eniştesinin bulduğu dayalı döşeli bir eve gelirler. Eşyaların üzeri örtülüdür. Ayşe, televizyon dolabının örtüsünü kaldırır. Ve evet; Ayşe kızımız hamiledir ya, orada bir adet “anneler için kitap” durmaktadır. (Kul sıkışmayınca Hızır yetişmezmiş.)
Taşı Toprağı Altın Şehir (1978 – Orhan Aksoy) filminde, İstanbul’a göç eden Ökkeş Uyanık ailesi, temsili İstanbul nüfus tabelasının önünde şehre hayran hayran bakınırlar. Ökkeş Uyanık (Levent Kırca), nüfus tabelasına dört kişi daha eklesin diye oğlunu kucağına alır ve tabelanın önüne getirir. Ve, inanılmaz ama gerçek!.. Çocuk, heybesinden tebeşir çıkarır ve tabelaya dört kişi daha ekler. (Çocuk, soyadı gibi gerçekten de uyanıktır. “Ulan, babam bizi İstanbul’da nüfus tabelasının önüne götürür de yaz bakalım derse ne yaparım, ne olur ne olmaz” diyerek köydeki okuldan bir adet tebeşir yürütmüştür.)
Kaptan (1984 – Zeki Alaysa) filmindeki “şampanyalı sepet” hadisesi de, tebeşir olayı kadar hayret vericidir. Orhan (Orhan Gencebay), gemisine haciz koyduran zengin adamın kızı Melike’yi (Hülya Avşar) kaçırır. Amacı, Melike’nin babasını bulmak, borcu ödemektir. Bunun için de Melike’nin yardımı gereklidir. Boyacı arkadaşının kamyonetini 15 dakika için ödünç alan Orhan ve rehinesi Melike, kendilerini türlü maceralar içinde bulurlar. Filmin bir sahnesinde, Melike’yi konuşturmak için Orhan, kamyonetin arkasından aldığı piknik sepetini şantaj aracı olarak kullanır. Çünkü Melike’nin karnı acıkmış ve alkol gereksinimi baş göstermiştir. Fakat gerçekten de, boyacı kamyonetinin arkasında bir adet yemek sepeti bulunmaktadır. Peki, içerisinden kızarmış tavuk, bir şişe şampanya, ayaklı şampanya kadehi, tertemiz örtü ve peçete çıkan bu sepet neyin nesidir, kim oraya koymuştur? Orhan, orada bir sepet olduğunu nereden bilmektedir de gayet kendinden emin bir yürüyüşle almak için kamyonetin arkasına yönelir? Eğer bu sepet, boyacıya ait ise, kendisi öğlen yemeklerinde ayaklı kadehten şampanya mı içmektedir? Bu ne aristokrat ruhlu, ehlikeyf bir abidir böyle…
Düzen (1978 – Nazmi Özer) filminde Adanalı Kemal (Kadir İnanır), Ökkeş’i (Zeki Tüney) konuşturmak için izbe bir mekâna adamları ile beraber baskın verir. Mekâna girildiği esnada kimsenin elinde gaz bidonu yoktur. İhsan Gedik, Kemal’in emriyle bir kenarda duran gaz bidonunu, daha önce kendi eliyle koymuş gibi alarak Ökkeş’in üzerine boca eder. İhsan Gedik kenarda gaz bidonu olduğunu nereden bilmektedir? Kemal, talimat verirken nasıl bu kadar emindir orada bir adet gaz bidonu olduğundan? (Ayrıca, bidonun üzerinde “gaz” yazmaktadır. Bu duyarlılık sayesinde, dökülen sıvının gerçekten de gaz olduğu yazılı olarak da teyit edilmiş ve izleyicinin kuşkuları giderilmiş olur. Filmi sinemada izlemiş biri olarak, bu sahnede salondan kahkahalar yükseldiğini hatırlıyorum. Gaz bidonunun üzerinde “gaz” yazması aslında gayet normal olduğu halde, nedense seyirciye komik gelmiştir.)
Yeşilçam’ın bu “nereden bulmuşsa bulmuş” mantığı, günümüz filmlerinde de gözlenebilir. G.O.R.A. (2003 – Ömer Faruk Sorak) filminde, uzayda olmasına rağmen Arif’in (Cem Yılmaz) sigarası hiç bitmez. Sigarayı, uzaydaki hangi Tekel bayiinden aldığı hususunda hayal gücümüzü biraz zorlamamız gerekmektedir. (Aslında olay şudur: Sigara şirketleri, filmlere gizli sponsorluk etmektedir. Cem Yılmaz’ın, Issız Adam’ın, Yavuz Bingöl’ün filmlerde pofur pofur sigara tüttürmesi, çirkin birer reklamdan başka bir şey değildir.)
Neşeli Hayat (2009 – Yılmaz Erdoğan) filminde de Yusuf (Ersin Korkut), açlıktan nefesi koktuğu halde cep telefonu ile sürekli konuşur. Hat faturalı ise nasıl ödemektedir? Hazır kartlı ise nasıl yükleme yapmaktadır? Hazır Kart seçeneğinden hareketle bu noktada şu tespit yapılabilir: Yeşilçam’ın boşalmayan şarjörleri artık yerini, kontörü bitmeyen cep telefonlarına bırakmıştır.
Yeşilçam, prodüksiyon anlamında da, kendi içerisinde kolaycılığa kaçar. Vazgeç Gönlüm (1980 – Osman F. Seden) filminde Orhan, tam dokuz mermi yemesine rağmen (mermilerin tamamının isabet aldığını varsayıyoruz ki Orhan, her seferinde şekilden şekle girer) bir tek damla kan bile dökülmez. Sahne; ağır çekimlerle destekli, dramatik ve etkileyicidir. (Orhan’ın kanlar içinde kalması hiç şüphesiz sahneyi çok daha görkemli kılacaktı.)
Ancak, kimi öldürülme sahneleri vardır ki paradan, masraftan, emekten kaçılmamıştır. Oldukça özenli çekilen bu sahnelerde fünye düzeneği kurulur, mermilerin saplanması ile beraber çıkan dumana ve fışkıran kanlara şahit oluruz. Bu sahneye ne kadar önem verildiği anlaşılsın, bunca emek boşa gitmesin diye bu sahnelerde öldürülen şahsa beyaz gömlek giydirilir (Ölüm Yolu (1985 – Halit Refiğ), Haram (1983 – Osman F.Seden)).
Prodüksiyon maliyetlerinin minimum tutulması gereği, bazen film içinde çelişkilere yol açar. O Kadın (1982 – Halit Refiğ) filminde Cihat Giray (Cihan Ünal) hem bir profesördür, hem de son derece zengin bir eşe sahiptir. Buna rağmen, Cihat Bey çok eski model bir araba kullanmaktadır. Çünkü filmin finalindeki kaza sahnesinde arabanın sulara gömülmesi gerekecektir. Bu film için bir araba feda edilecektir. Bundan dolayı, Cihat Bey’e, sosyal ve ekonomik konumu ile bağdaşmayacak derecede eski model bir araba layık görülmüştür. (Erler Film de bunu yapıyorsa gerisini düşünün artık…)
(*) Senaryo rakamları sinematurk.com’dan alınmıştır.
Bir Sonraki Bölüm İçin: Ah Şu Yeşilçam – 3
Cineritüel’e yazıları ile katkıda bulunan konuk yazarlarımızın ortak hesabıdır.