Afro-Amerikan sineması kavramının kesin olarak hangi dönemi ve hangi filmleri tanımladığını söylemek pek kolay değil. Farklı kaynaklar; farklı dönemler ve farklı filmler için Afro-Amerikan sineması tanımını kullansa da, genel yargı ABD’li siyahların 1960’lardan sonra yaptıkları filmlerin Afro-Amerikan sinemasını oluşturduğu yönündedir. Her ne kadar 20. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkmış olsa da, bu sinemayı anlayabilmek için genel olarak Afro-Amerikan sanatını ve 20. yüzyıl Afro-Amerikan tarihini bilmek gereklidir; ancak o zaman Afro-Amerikan sinemasının derinlerdeki köklerini aydınlatabilir ve onu tam olarak algılayabiliriz.
Harlem Rönesansı’na Giden Yol
Cary D. Wintz’in Black Culture and the Harlem Renaissance (1988) kitabı bize 20. yüzyılın başlarında ABD’deki siyahların durumu hakkında oldukça önemli bilgiler veriyor. Wintz’ten özetleyecek olursak, diyebiliriz ki siyahlar kırsal kesimde yaşamaktalardı, fakirlerdi, eğitimsizlerdi, beyaz toplumun şiddetine maruz kalmaktalardı ve hakları siyasi iktidar tarafından sistematik olarak ellerinden alınmaktaydı. Siyahların beyazlar ile aynı okullara gitmeleri, aynı trenlere binmeleri, aynı tuvaletleri kullanmaları, aynı parklara girmeleri ve aynı mahallelerde yaşamaları yasalarla engellenmekteydi. Aynı şekilde ayrımcılık iş koşullarında da kendini gösteriyordu. Beyaz burjuvazi siyah işçileri çalıştırmaya pek sıcak bakmıyorken, bir siyahın bulabileceği tek iş bir beyazın evinde hizmetçilik yapmak gibi kişisel hizmetlerden ibaretti.
Siyasi iktidarın siyahlara karşı uyguladığı bu ayrımcılığın sebebi midir, yoksa sonucu mudur bilinmez ama günlük yaşamlarında siyahlar mütemadiyen beyazlardan şiddet görmektelerdi. 20. yüzyılın ilk 10 yılında ABD’de ırkçı terör ve linç girişimleri fazlasıyla yaygındı. Bir yıl içinde 150 linç vakasına rastlandığı oluyordu ama bu linçlerin kaynağında henüz köktenci ırkçılık bulunmuyordu. Çoğu vaka, beyazların birkaç siyahın kendilerine saldırdığı bahanesiyle o siyahları linç etmek amacıyla siyahların mahallelerine baskın yapmaları üzerine gelişiyordu. Bu durumda bir siyahın, hiçbir suça karışmadığı takdirde, küçük bir ihtimalle de olsa beyazların terörüne maruz kalmama ihtimali mevcuttu. Fakat, 1910’lara gelindiğinde artık bu ihtimal de ortadan kalkmıştı. Linç girişimlerinin yerini 1910’larda ırkçı isyanlar almıştı. Siyahların oy haklarının kaldırılmasını savunan bu sistematik isyanların hedefinde, artık suç işleyip işlemediği fark etmeksizin tüm siyahlar bulunuyordu. Böylelikle ABD’deki tüm siyahlar, beyaz terörünün tehdidi altında yaşamak zorunda kalıyordu.
Sosyal ve siyasi yapı bu durumdayken, bilimsel arenada da pek farklılık yoktu. Beyazlar tarafından yapılan sözde-bilimsel çalışmaların sonuçları hiç değişmiyordu: Siyahlar yaradılışları itibarı ile zekâları, fizikleri ve ruhsal yapıları açısından beyazlara göre geri kalmıştır ve asla beyazlarla eşit olamazlar. Bu noktada, kilise de bu bilim adamlarını destekliyor ve hastalıklı siyah genlerinin sağlıklı beyaz genlerini bozmasının önüne geçmek için ırklar arası evliliği yasaklıyordu.
İşte siyah toplum ABD’de böyle bir dönemden geçmekteyken, 1. Dünya Savaşı başladı. Savaş, siyahlarda büyük bir umut uyandırmıştı. Beyazlarla birlikte vatanlarını düşmana karşı savunup beyaz topluma kardeş olduklarını gösterebilme ve bu ırkçılığı sona erdirme umudu taşıyarak cepheye giden siyahlar, bir kez daha hayal kırıklığına uğradılar. Savaşta beyazların emri altında olan siyahlar, en düşük rütbeli askerlerdi ve temizliğe varıncaya kadar en alt seviye hizmetleri görmekteydiler. Bu durumda, siyahların beyazlarla kardeş olduklarını gösterme şansları hiç olmadı. Yine de savaş, siyahlar arasında büyük bir değişimi tetikledi. Ordu Fransa’dayken, Fransızlar ABD’li askerlere siyah-beyaz diye ayırt etmeksizin, eşit davranmıştı ve siyahlar hayatlarında ilk kez beyazlarla aynı seviyeye çıkmışlardı. Hatta Fransız kadınlarının siyah askerlere karşı fazladan ilgi gösterdikleri de oluyordu. Böylece, savaşın şiddetini ve beyazlarla eşit konumlandırılma deneyimini yaşayan siyahlar, ülkelerine geri döndüklerinde farklı bir psikolojiye sahiplerdi; artık kendilerine saygıları vardı, kendilerine güveniyorlardı ve siyah birlikteliğine inanıyorlardı. Bu yeni psikoloji, siyahlara, beyazların şiddetine aynı şekilde şiddetle karşılık vermeyi öğretmişti. Haliyle, savaşın ertesinde ABD’de ırkçılık daha da güçlenmiş, terör eylemleri daha da artmıştı.
Bu dönemde yaşanan ekonomik kriz ise, Afro-Amerikan tarihinin belki de en önemli kırılma noktasını yaratacaktı. Ülke ekonomisindeki sıkıntılar nedeniyle ABD’de büyük bir göç hareketi yaşanmaya başladı. Ekonomik sıkıntıyı en çok hisseden siyahlar ise bu hareketin başta gelen aktörleri olarak topluca New York’un Harlem bölgesine göç ettiler. Harlem ucuz ve lüks evleriyle siyahlar için bir cazibe merkeziydi ve ülkenin her yerinden siyahların buraya gelmesiyle, tam bir siyah metropolü görünümüne kavuşmuştu. Beyazların bulunmadığı bu mahalle, siyahlarda yeni bir fırsat umudu yaratmıştı. Harlem’de sosyal ve ekonomik açıdan özgür olan siyahlar, organize olarak ırkçılığa karşı mücadele edebileceklerini düşünüyorlardı. Diğer yandan, nüfusun çok artması ve orta sınıfın oluşturulamaması nedeniyle Harlem’de önce fakirlik, sonra sağlık sorunları ve kriminalleşme baş gösterdi. Metrekareye düşen siyah sayısında dünya birincisi olan Harlem, aynı zamanda ABD’de çocuk ölümleri oranının da en yüksek olduğu yerdi. Bu bakımdan, hem umudu hem de umutsuzluğu simgeliyordu Harlem ve yarattığı bu ikililik, tüm siyahlar için orayı bir kez daha cazip kılıyordu.
Siyah toplumun saygın liderlerinden W.E.B. Du Bois’nın önerdiği yolda ilerleyen ve iyi eğitim alarak toplumu dönüştürmeyi ve ırkçılığa karşı eğitim yoluyla mücadele etmeyi amaçlayan siyah entelektüellerin de Harlem’de toplanması, önemli bir sanat akımını başlatıyordu bu yıllarda. Özellikle şiirde ve öyküde ortaya çıkan bu akım Harlem Rönesansı’ydı. Harlem’in siyahların toplumsal yapısında yarattığı dönüşümden etkilenen sanatçılar, Harlem’deki hayatı şiirler ve öyküler aracılığıyla insanlara aktararak bu mahalleye olan hayranlıklarını gösterdiler. Bu bakımdan, Harlem Rönesansı’nda aslolan Harlem’deki günlük yaşamı olduğu gibi, tüm gerçekliğiyle yansıtmaktı ve ilerleyen yıllarda akımın sinemaya etkisi de bu yönde gelişecekti.
Beyaz Hollywood’da Siyah Temsilleri ve 60’ların Afro-Amerikan Sineması
Siyahların sinemadaki temsilleri Afro-Amerikan sineması haricinde 4 farklı başlık altında incelenebilir; İkinci Dünya Savaşı öncesi Hollywood’da, savaş sonrası Hollywood’da, savaş öncesinde siyahlar tarafından yapılan filmlerde ve 60’ların sonlarında ortaya çıkan, getto şiddetini öven, uyuşturucu satıcıları, hırsızlar, katiller ve fahişeler üzerinden olumlu bir siyah imgesi yaratmayı amaçlayan “blaxploitation” filmlerinde farklı siyah temsillerine rastlamak mümkündür (Taylor, 1996: 232).
D.W. Griffith’in The Birth of a Nation filminden başlayarak beyaz Hollywood’da siyahların temsili mütemadiyen ötekileştirmeye dayanmaktaydı (Hyatt ve Sanders, 1984: 162). Siyahları kriminalize eden, dini geleneklerini küçümseyen ve beyazların emrindeki hizmetçiler olarak konumlandıran filmlere Hollywood’da sıklıkla rastlanıyordu. Donald Bogle’a göre siyahlar, beyazlar tarafında beş ana stereotiple temsil edilirdi: iyi zenciler (Tom’lar), eğlendirici zenciler (Coon’lar), karışık ırklı/melez kadın zenciler (Mulatto’lar), ev hizmetçileri olan zenci kadınlar (Mammy’ler) ve vahşi ve çok seksi zenci erkekler (Bad Buck’lar) (Kırel, 2010: 373).
Siyahların yaptıkları filmlerde de kimi zaman bu sorunlu temsillere rastlanmasına rağmen, beyazlardan ayrıştırıldıkları sinema salonlarında Tom’ları, Coon’ları, Mulatto’ları, Mammy’leri ve Bad Buck’ları seyretmekten fazlasıyla sıkılmış siyahlar için filmler yapan bağımsız siyah yönetmenler de mevcuttu (Klotman, 1978: 124). Yine de, teknik kapasite ve anlatı yapısı başta olmak üzere siyahların yaptığı bu filmlerin önemli eksikleri vardı ve kitleselleşmekte sorun yaşıyorlardı. 1960’lara gelindiğinde ise, üniversitelerde siyah çalışmalarının kurumsallaşmaya başlamasıyla akademisyenler arasında siyah sinemasına ilgi arttı ve egemen film endüstrisinin sorunlu temsillerinin ve marjinalize edişinin mağduru olan siyahların sesi olma kaygısı taşıyan bu akademisyenler, Afro-Amerikan sinemasına görünürlük ve itibar kazandırmayı amaçladılar (Stewart, 2009: 147). James Murray’e göre, özellikle bütçe, dağıtım ve reklam dâhil olmak üzere tüm aşamaların siyahlar tarafından kontrol edildiği bir sinema yaratılmalıydı ve ancak o zaman Afro-Amerikan sinemasının varlığından söz edilebilirdi (Klotman, 1978: 125). Bunlara ek olarak, Clyde Taylor ise Hollywood’un uzun yıllardır uyguladığı zihinsel kolonileştirmeden kurtulmayı da Afro-Amerikan sinemasının var olabilmesinin şartı olarak sunar ve Afro-Amerikan sinemasını tüm bu koşulların ortaya çıktığı dönem olan 1960’lı yıllardan başlatır (1996: 232).
Murray için bu sinemanın üç temel amacı vardı: Beyazların sorunlu temsillerle yarattıkları algıyı düzeltmek, siyahların gerçek dünyasını yansıtmak ve bir propaganda aracı olarak olumlu bir siyah imgesi yaratmak (Klotman, 1978: 126). Oscar Micheaux’den ilham alan bu dönemin önde gelen yönetmenleri Melvin van Peebles ve Gordon Parks bu anlayışla filmler yaparak Afro-Amerikan sinemasının ilk örneklerini verdiler.
Bu filmlerin Harlem Rönesansı kadar etkilendikleri bir diğer akım ise İtalyan Yeni Gerçekçiliği’ydi. Bu bakımdan, Afro-Amerikan sinemasının ana temalarından ilki gerçekçiliktir. Harlem Rönesansı’nda olduğu gibi günlük hayatı tüm gerçekliğiyle yansıtmayı amaçlayan bu filmlerde, çekimler Harlem’in gerçek mekânlarında yapılırdı ve belgesel görüntülere de yer verilirdi. Amaç siyahların yaşamını olduğu gibi yansıtmak olduğundan, dış müdahalelerden mümkün olduğunca kaçınılırdı ve bu uğurda kimi zaman senaryoda yer almayan, sette kendiliğinden gelişen beklenmedik kayıtların da filmlerde kullanıldığı olurdu. Bu özellikleriyle Afro-Amerikan sineması, Afro hissiyatı ile İtalyan Yeni Gerçekçiliği’nin birleştiği, doğaçlamalara dayanan dokü-dramalar olarak da değerlendirilebilir (Taylor, 1996: 232-237).
Afro-Amerikan sinemasının bir diğer ana teması ise siyah müziğidir. Afro sanatlarının hemen hemen her dalında müzik etkili olsa da, sinemada müziğin referans noktası olarak kabul edilmesi çok daha güçlüdür. Filmlerde caz, blues ve funk müzik sıklıkla siyah kimliğinin ayrılmaz bir parçası olarak sunulurlar. Buna ek olarak, filmin biçimsel yapısının da müzikten etkilendiğine Afro-Amerikan sinemasında sıkça rastlanır. Müziğin temposuna uyumlu yapılan kurgunun ötesinde, sette kendiliğinden gelişen, senaryo dışı çekimlerin filmlerde kullanılması, doğaçlama tekniğinin kalifiye örneklerini veren caz müziğe yapılan belirgin referanslardır (Taylor, 1996: 241-244).
Her şeye rağmen, ilk dönem Afro-Amerikan sinemasının önemli eksikleri de mevcuttu. Filmlerin prodüksiyon teknikleri çok zayıf olduğu için, estetik açıdan oldukça yetersizlerdi. Ayrıca sinemacıların entelektüel seviyeleri ile seyircinin entelektüel seviyesi arasındaki büyük dengesizlikten dolayı, filmler seyirciler tarafından anlaşılamıyordu. Bu durumda Afro-Amerikan sineması yerel olmaya çabalarken, topluma git gide yabancılaşıyordu. Bunu fark eden akademisyenler ve genç sinemacılar arasındaki genel yargı, Afro-Amerikan kültürünü yansıtacak ama teknik yanıyla da Hollywood’la yarışabilecek filmler yapılması yönündeydi (Francis, 2007: 20). Burada dikkat edilmesi gereken nokta, filmlerin tekniğini Hollywood seviyesine yükseltirken, Hollywood’un klasik anlatılarından uzak durabilmek ve Afro-Amerikan kimliğine özgü olgular üzerinden bütüncül bir Afro-Amerikan deneyimi yaratmaktı (Merritt, 2008: 111); bunu başaracak ilk yönetmen ise Spike Lee olacaktı.
Sosyoloji bölümü mezunu. Birkaç sinema filminin prodüksiyon aşamasında yer aldıktan sonra 2013 yılında Sinema Kafası’nı kurdu. Yazılarına Cineritüel’de devam etmekte, sinema doktorası yapmakta ve çevirmen olarak çalışmaktadır.