8. Documentarist İstanbul Belgesel Film Günleri – 3

8. Documentarist İstanbul Belgesel Film Günleri – 3

Share Button

Konuk Yazar: Besna Ağın

TAK’ta bugüne İstanbul Gençlik Platformu üyelerinin önümüzdeki dönem projelerini konuşmalarıyla başladık. 5 saat süren toplantıda gelecek dönemin projeleri ve geçmiş dönemin yansımaları konuşuldu. İstanbul Gençlik Platformu üyeleri, yoğun çalışmalarının ardından üretimlerini paylaşmış oldu.

Her gün farklı bir etkinliğin yapıldığı TAK’ta, saat 10.00’da da ‘Dans Eden Mekan’ı Yeldeğirmeni’nde kurgulamak için toplanıldı. Tasarımcıların toplanmasıyla, daha önce planlanan atölye çalışmasıyla ilgili görüşmeler ve tasarım güncellemeleri yapıldı. Yerinde uygulanacak tasarımlar kurgulanınca, bugün sahaya inilip yerleştirmeler sonlandırıldı; proje için kısaca kamusal mekânda kent mobilyası atölyesi diyebiliriz.

Festival kapsamında “Danimarka Ulusal Film Okulu Seçkisi”nden dört ayrı film gösterildi. İlk film 2011 yapımı, Mira Jargil’in yönettiği The Time We Have / Bize Kalan Zaman’dı. Michael Haneke’nin anti-Amour filmi olarak yorumlayabileceğimiz belgesel, Ruth ve Anne’in 67 yıllık aşk dolu evlilik hayatlarını ve birbirinin içine geçmiş, hayatlarını tam anlamıyla ortak yaşayan iki insanın portresi.

Babamla Tanışmak / Meeting My Father için yönetmen Lea Glob’un sözlerine kulak verelim: “Banka soyguncusu ve sihirbaz olan babam ile ilgili bir film ve onunla nasıl ‘tersten’ tanıştığımla. Babamla hiç tanışmadım. Onun kırmızı sakalı olan yakışıklı bir adam olduğunu ve göğsünde büyük bir gemi dövmesi olduğunu duymuştum. Bir gün öldüğünü duydum. Hapishanede 14 yıl geçirdikten sonra intihar etmişti. Bu, banka soyguncusu ve sihirbaz olan baba ve onunla nasıl ‘tersten’ tanıştığımla ilgili bir film.”

Danimarka Seçkisi’nin diğer iki filmi ise XY Bir Erkeğin Anatomisi / XY Anatomy of a Boy ve Kalpkırıklıkları / Heartbreaks. 2005 yapımı Mette Carla T. Alberchtsen’in yönettiği XY Bir Erkeğin Anatomisi, altı homoseksüel erkek çocuk hakkında bir çalışma. Soyunma odasında ve duşun altında her şeyin açıkça konuşulduğu, yeri geldiğinde Macbeth’e göndermeler yaptıkları, cinsellik, sevgi ve gençlik utançları üzerine bir film. Laudra Ludmilla Sorensen’ın yönettiği “Kalpkırıklıkları” ise Laura’nın kalbi kırık bir halde Fas’a gitmesiyle başlıyor. Orada kendisi gibi kalp kırıklıklarını atlatmaya çalışan ikisi kadın, biri erkek, üç Faslıyla tanışıyor ve her biri açık yüreklilikle aşklarının nasıl sona erdiğini anlatıyor

TAK’taki bir diğer film, festivalin onur konuğu Stefan Jarl’ın yönettiği Tehdit / Threat’di. Stefan Jarl’ın festival kapsamında gösterilen diğer filmlerini de göz önünde bulundurduğumuzda, başarılı yönetmenin çarpıcı ve etkili bir belgesel tarzı olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Documentarist katalogda neler yazdığına bakalım: “Çernobil nükleer felaketinden bir kaç hafta sonra Jarl, Avrupa’da, radyasyondan en çok etkilenen yerde, Lappland’da bu belgeseli çekti. “Tehdit”, burada yaşayan Sami halkının sularının, topraklarının, hayvanlarının zehirlenmiş olmasını değil, doğayla iç içe yaşamayı seçmiş bu halkın yaşam haklarına ve yaşam biçimlerine saldırıyı ifade ediyor. Ve daha uzun dönemde “dokunulmamış” olan her şeyi.” 26 Nisan 1986 Cumartesi günü İsveç’e bahar geldiği gün, Çernobil patlamıştı. Çernobil, Avrupa’daki birçok nükleer santralden sadece biriydi. Buradan bahar rüzgârları İskandinavya’ya doğru eserken, İsveç diğer ülkelerin tümünden daha fazla radyoaktif zehre maruz kaldı. O esnada bir film çekmek için Norrland’da olan Jarl planlarını değiştirdi. Kendi deyimiyle, onun yerine bu filmi yapmak zorunda kalacağı hiç aklına gelmezdi. Tüm yetiştirilişleri doğa ile yaşamayı öğrenmek olan Laponlar çocuklarına, oyun oynarken içinde çok şiddet varsa şöyle diyor: Daha sessiz ve yumuşak oynayın, yoksa taş olursunuz. Bu hassasiyette bir toplumu, kaç bekerel olduğu önemsiz olan sezyum miktarı ve vahşi kapitalizmin yarattığı felaket darma duman etmiş. Bir Avrupa nükleer santralinden gelen tek bir bulutun her şeyi değiştirmesiyle her yer kirlenmiş; nereye giderlerse gitsinler en küçük odacıkta bile her hücrede radyoaktif serpinti depolanıyor. Bakir yer ve vahşi doğanın kalmadığı an, bir toplumun yok olduğu an.

“ Kasabada yaşamanın zevklerini konuşuyorlar,
Şimdi çözüm merkezileşmekte
Şimdi ufuktaki model bu, ama ben her gece şarkı söylüyorum
Neon ışıklarını yanan Kuzey ışıklarına değişirdim memnuniyetle
Kasabada bir çatı katını memnuniyetle kıyıdaki bir kulübeye değişirdim
Kırda yapayalnız bir yere
İnsanlar kasabaya gidiyor ve topraktan kaçıyor
Çok çalışırlarsa belki bir gün
Alabilirler kırda bir yer bir gün
O yüzden böyle şarkı söyleyeceğim” *
*Bir Lapon Halk Şarkısı

Stefan Jarl’ı ve filmlerini daha yakından tanımak için: http://www.stefanjarl.se/

Bir başka Stefan Jarl filmi olan Dünyaya Karşı Bir Yürek / The Soul is Greater Than the World; İsveçli disk atma şampiyonu Ricky Bruch’un 38 yaşında olduğu sırada 1984 Olimpiyatlarına hazırlanırkenki sürecini anlatıyor. Bruch, hayatı herkesin yatakları değiştirmeyi saplantı haline getirdiği bir hastane olarak gördüğünü söylüyor belgeselin başında; “pencere kenarında yatan adamın kalorifer sayesinde iyileşeceğini, kalorifer tarafındaki adamın da pencere sayesinde iyileşeceğini düşünür.” Nitekim Bruch’un da hep başka bir yerde mutlu olacağına dair içindeki o his, ruhunda durmadan üzerinde düşündüğü hareket etmekle bir araya geliyor ve birlikte gidebilecekleri bir ülke arıyorlar.

40 yaşına yaklaşmasına rağmen 68 m uzaklığa disk fırlattığı 24 yaşına dönmek için günde 428 ayrı mineral ve vitamin hapı alan Bruch, kazanmak için her şeyi yapmaya hazır olduğunu fiziksel olarak net bir şekilde ortaya koyuyor. Peki ya aklı? Ruhu ona ne söylüyor?

Ricky Bruch’u hatırlamak için: “Remembering Ricky Bruch” https://www.youtube.com/watch?v=0-WLH8iTI4I

Günün son filmi, Nikolaus Geyrhalter’in yönettiği Pripyat ise en doğru ifadeyle çarpıcı bir belgesel. Pripyat, Çernobil nükleer santralinde çalışan işçilerin yaşadığı şehrin adı. Kazadan önceki nüfusu 40.000 olan Pripyat, nükleer santrali çevreleyen 30 km çapındaki bölgenin merkezinde bulunuyor. Pripyat, aynı zamanda nükleer santralin ve kirlenmiş bölgenin ve yanından akan nehrin de adı. Bölge çok sıkı korunuyor ve hala boşaltılmamış durumda. Önümüzdeki en az 100 yıl daha insan yerleşiminin mümkün olmayacağı bu hayalet şehirde nükleer santralin hala işliyor olması ise bir insanlık trajedi-komedisi. Olan biten bunca felakete rağmen gözü dönmüş devletlerin politikaları, insanlık ve bilinç dışı olarak adlandırılabilir en hafif haliyle. Gerçek akıl sağlığını yitirenlerin bizleri yönettiği bir dünyada yaşıyor olduğumuzu tekrar bir tokat gibi çarpan Pripyat’ı es geçmeyin.

Pripyat’ta 10 dakika geçirmek için (1 dakika bile geçirmemiz gerekmemesi dileğiyle): https://www.youtube.com/watch?v=r8-ziyw_yl8

Ve patlamadan 25 yıl sonrası: https://www.youtube.com/watch?v=JVf6nclRTXw

twitter.com/Bsngn

, , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir