Klasik sinema anlatısının dışarısında seyir eden yapımların üreticisi tarafından fazlaca kişiselleştirilmesi, eleştirilerin genel itibari ile izleyicilerin film ile yaşadığı adaptasyon sorunu üzerinde yoğunlaşmasına sebep olur. Oysaki bu kişiselleştirmeyi iki tarafın sinemayı farklı olarak konumlandırması ile açıklamak gerekir. Seyircinin karakter/olay empatisi, gerçeklik benzeştirmesi, entegrasyon gibi konularda perdede yansıtılan ile özdeşlik kuramamasını yani izleyici temelinde oluşan anlamsızlığı anlatının zayıflığı ile açıklamak, sinemanın araç olarak tek bir perspektife göre değerlendirilmesinin eseridir. Unutulan ise sinemanın kimileri için de bir anlatı aracı olduğu gerçeği. Bu noktada var olan kişiselleştirmenin bir anlatı eksikliği (hiçbir şey anlatmaması eleştirisi) olarak ele alınmasını pek doğru bulmuyorum. Bu nedenle Nicolas Winding Refn’in “Only God Forgives” filminde hiçbir şey anlatmadığı eleştirilerine katılmadığımı baştan belirteyim.
Peki nedir bu kişiselleştirme? Tek kelime ile ekspresyonizm. Ekspresyonist (dışavurumcu) anlatı, bir iç dünya görüşünün anlatısı olarak ifade edilebilir. Sanatçının kendi zihnindeki gerçeklerin, çizdiği çağın insanının yalnızlığının, her türlü ilişkiden kopmuşluğun ve umutsuz bir varoluş korkusunun dışavurumu. Ekspresyonistler yeni bir insan (karakter) yaratmanın yollarını ararlar. Bu amaçlarını da eserlerinde rengi bağımsız kılarak, skalası üzerinde oynama yapmadan, katışıksız bir biçimde dışavurum olarak kullanarak ve ruhsal durumları belirli araçlar/duygular üzerinden anlatarak yaparlar. Filmde kırmızı rengin geniş bir şekilde yer alarak duygusal bir atmosferi dillendirmesini bu şekilde izah edebiliriz. Yine ruhsal yapının cinsellik ve şiddet üzerinden aktarılması da buna delalettir. Karakterler üzerinden oluşturulmuş bir anlatıda az önce belirttiklerim kendini karakterlerin özelliklerinde gösterir. Only God Forgives işte böyle bir film: anlatısını dolaylı bir şekilde cinsellik ve şiddet üzerinden kurgulayıp karakter tekelinde aktarır.
Filmde karakterlerin kendi içlerinde zıt özelliklere sahip olmalarının da bana göre bir sebebi var. Bu sebep: Julian karakterinin sahip olduğu Oidipus kompleksi. Oidipus kompleksi her ne kadar genel anlamda ensest ilişkiye meyil olarak görülse de temel de iki karşıtlık sistemi üzerine oturtulmuştur; nesil farkı ve cinsiyet farkı. Böylece kendi aralarında ikili karşıtlar oluşturan dört öğe ortaya çıkar; kadın-erkek ve erişkin-çocuk. Julian’ın bu özellikte bir karakter olmasının sadece karakterin psikolojisini anlamamız için verilmiş olması düşük bir olasılık. Çünkü Julian ile abisi karşıt iki özellik; Chang ve Crystal karşıt iki özellik gösterirler. İlk ikili nesil farkını, sonraki ikili cinsiyet farkını temsil eden dört öğe/karakter-dir. Abisi küçük kızlara cinsel ve şiddetsel olarak bir merak duyar, Julian ise annesi tarafından verilen emire karşı gelmek pahasına onlara koruyucu bir şekilde yaklaşır. Chang, tanrıyı; Crystal, şeytanı temsil eder. Bu dört öğenin tek bir ortak paydası vardır: şiddet. İntikam duygusu, öç alma, nefret, rekabet, kıskançlık, hınç hemen hemen bütün insanların sergilediği kimi davranışların temel güdülenmesidir; çünkü hiç kimse şiddetten muaf değildir.
Refn’in biçimi ön plana çekip anlatıyı yadsıdığı eleştirisi su götürmez bir doğru. Fakat bu yadsıma herkesin eleştirdiği gibi hiçbir şey anlatmaması değil anlatısındaki boşluklardan kaynaklı. Keza yönetmen, Julian karakteri ile varoluşsal bir sorgulamayı ve biat etmek istediği kutsallığın arayışını yapıyor. Çevresindeki herkesi kötülüğe yönlendiren, kendisine yönelik en ufak bir tehdit ile karşılaştığında korkup kaçan Crystal karakteri ile şeytanı motife ederken, adaleti sağlamak pahasına envai çeşit ceza uygulayan Chang karakteri ile de tanrıyı motife ederek iyiliğin ve kötülüğün çatışmasını gösterir. Olayın sadece intikam üzerine kurulu olduğu genel anlatıdan ziyade yukarıda bahsettiğim karakter üzerinden sürdürülen anlatıya dikkat ettiğimiz de yönetmen aslında çok şey anlatıyor. Eğer filmin herhangi bir şey anlatmadığı iddiası senaryodaki boşluklardan ibaret olsaydı bu eleştiriler bir nebze anlaşılabilirdi. Peki, nedir bu boşluklar? Filmde belirli noktalarda iyiyi temsil eden karakterlerin (Julian ve Chang), saflığı ve iyiliği temsil eden çocuklara herhangi bir şiddet uygulanmasından kaçınması tutarlı bir tutum gibi gözükürken şiddeti çocukların önünde gerçekleştirmesi bu tutarlılığı ortadan kaldırıyor. Şiddetin cinsellik gibi temel bir güdülenme olduğu ve haz duygusunun doruklarına ulaşmada temel iki araç olduğunu simgeleyen Mai karakterinden, Julian’ın çift gibi davranmasını istemesi ve annesi ile tanıştırma isteği başlı başlına Mai karakterine farklı bir rol biçiyor. En önemlisi de, yönetmenin genel anlatıyı oldukça fazla ön planda tutması karakter anlatısını geri planda bırakarak izleyiciye takibi zor bir sunum yapıyor.
Filmin sonlarında Julian’ın arayışının ve biat ettiğinin aslında bir şey değil yeryüzündeki her şey olduğunu düşünüyorum. Sonuçta kutsallık atfedilen olduğundan yeryüzünde kutsal olmayan herhangi bir şey olabilir mi?
Ve koşulsuz biat tanrı karşısında gerçekleşir.
Kimya Mühendisliği mezunu. İnovasyon, Girişimcilik ve Yönetim bölümünde başladığı yüksek lisans eğitimini bırakarak Marmara Üniversitesi’nde sinema yüksek lisansına başladı. Çeşitli film festivallerinde görev almasının yanı sıra İnönü Üniversitesi Kısa Film Festivali’nin yürütmesini yaptı. Cineritüel sitesinin kurucusu ve yazarı.