Beden ve Ruh / Teströl Es Lelekröl (2017) – Ildikó Enyedi (Macaristan)
Berlin’den İstanbul’a
Maria yeni başladığı iş yerinde diğer insanlara karşı soğuk ve utangaç davranan asosyal bir kadındır. Molalarda hava almak için bile dışarı çıkmaz, çıktığındaysa karanlık ve kuytu köşelerde durmayı tercih eder. İnsanlarla konuşurken her şeyi dosdoğru söylediği için insanlar Maria’dan pek hoşlanmazlar ve onu alay konusu yaparlar. Maria’ya yakınlık gösteren tek kişi ise Endre’dir. İş yerinde açılan bir soruşturma sırasında Endre ve Maria geceleri aynı rüyaları gördüklerini keşfedince birbirlerine daha da yakınlaşmaya ve böylelikle Maria için iletişim becerilerini geliştirmek zorunlu bir hal almaya başlar. Bu noktadan itibaren filme komedi ögesinin de dahil olmasıyla Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı ödülünü alan Beden ve Ruh iyice parlamaya başlar. Bolca yakın plan, kısıtlı alan derinliği, steril kompozisyonlar ve boş alan kullanımıyla Avrupa sinemasının minimal anlatı biçimine çok iyi bir örnek Beden ve Ruh. Sakin, başarılı sinematografisini ve kurgusunu ilgi çekici hikayesiyle birleştiren film, hiçbir şey için değilse bile kolay kolay unutulmayacak sıra dışı baş kahramanı Maria için seyredilmeyi hak ediyor.
Safari (2016) – Ulrich Seidl (Avusturya)
Avrupalı Bireyin İç Dünyası
Cennet üçlemesi ve Import/Export gibi beğenilen filmlerinde Avrupalı bireyi ameliyat masasına yatıran Ulrich Seidl, 2014 yılında yaptığı belgesel film In the Basement’ın ardından bir kez daha belgesel türünde bir filmle karşımıza çıkıyor. Avrupalı bireyin tüketim odaklı yaşam tarzını, her şeyi metalaştırmasını, yalnızlığını ve manevi dünyasını etkili biçimde sorunsallaştıran yönetmenlerden biri Seidl ve Safari’de bu yeteneklerini Afrika’ya av turizmi için gelen Avrupalıların iç dünyasını incelemek için kullanıyor. Bunu yaparken de kesinlikle bir hayvan hakları aktivisti gibi davranmıyor. Avusturyalı yönetmen, kendisinden bekleneceği üzere yine bir psikolog gibi Avrupalı bireye, hatta bir sosyolog gibi bütünüyle batı toplumuna odaklanıyor; çünkü konu avcılık olsa dahi Seidl’ın asıl derdi hayvanlar değil insanlardır. Avrupalı avcılar Afrika’ya gelip öylesine hayvan öldürmezler. Filmin önemli karakterlerinden biri olan Eva, “O atış benim için çok önemliydi. Öylesine atış yapmıyorum,” diyerek bunun ipucunu açıkça verir. Avrupalı bireyin bu davranış kalıbının altında yatan nedenler vardır. Kale aslında içeriden arızalıdır ve Seidl da bu arızaları masaya yatırmakta. Küçük zaferlere ihtiyaç duyan Avrupalı bireyin uygarlık ambalajı altındaki vahşi yanlarını ve kontrollü maceraperestliğini perdeye etkili bir biçimde taşıyor Safari.
Gece Sahilde Tek Başına / Bamui Haebyun-Eoseo Honja (2017) – Hong Sang-soo (Güney Kore)
Minimalizm Hikaye Anlatmamak Değildir
Bu yıl Berlin’den en iyi kadın oyuncu (Kim Min-hee) ödülüyle dönen ve 36. İstanbul Film Festivali’nde de Türkiye’de seyirciyle buluşan Gece Sahilde Tek Başına filmi Güney Koreli Hong Sang-soo’nun ikinci uzun metrajlı filmi. Film, evli bir yönetmenle ilişkisi olan bir oyuncunun yalnız geçirdiği günlerde içsel sorgulamalarını konu ediniyor. Fakat sorgulama deyince ahlaki tutumların farklı açılardan ele alındığı, insani açmazların bir bir masaya yatırıldığı bir tartışma gelmesin akıllara. Filmdeki sorgulama oyuncu buhranları, arkadaş buluşmalarında ardı arkası gelmeyen muhabbetler ve yalnız geçirilen zamanlarda tekrarlanan monologlar biçiminde tezahür ediyor. Yani karşımızda festival biçiminin ete kemiğe bürünmüş bir minimalizmi var. Bu minimalizm artık hikaye üretemeyen yönetmenlerin sığınacağı bir liman haline geldi. Yani bir oyuncunun yalnızlık üzerine sayıklamalarını tartışmak için uzun çekimler, bohem güzellemelerine teşne mekan düzenlemesi ve karşılaştığı her arkadaşında büyüleyici etki bırakan bir karakter gibi araçlarla anlatı kurunca ortaya minimalist fragmanlar silsilesi çıkıyor, evet; ama bu fragmanlar kendi içinde tutarlı bir örgütlenmeyle bir film anlatısı oluşturmada yetersiz kalıyor. (Fatih Değirmen)
Saygın Vatandaş / El Ciudadano Ilustre (2016) – Gaston Duprat, Mariano Cohn (İspanya, Arjantin)
Her Vatandaş Bir Gün Saygınlığı Tadacaktır
Daniel Mantovani Avrupa’da yaşayan Arjantinli bir edebiyatçıdır ve Nobel ödülü aldıktan sonra hayatında büyük bir değişim olur. Nobel ödülü almayı bir açıdan aşağılık bir şey kabul eden Daniel, içine kapanık bir hayat yaşamaya, röportaj vermemeye ve aldığı davetlere katılmamaya başlar; ta ki Arjantin’de doğduğu kasaba olan Salas’tan davet edilinceye kadar. Sürpriz bir şekilde Daniel bu daveti kabul eder ve 30 yıl sonra ilk kez Salas’a geri döner, fakat Arjantinli yazar anavatanına ayak bastığı andan itibaren kendisini Avrupa’dakinden çok farklı bir hayatın içinde bulur. Kasabada günlük hayatın normal akışı içinde, Daniel ilginç kasabalıların aşırı ilgisiyle karşılaşır. Durmadan fotoğraf çekenler, evine davet edenler, sohbet etmeye zorlayanlar, para isteyenler… İlk yarısı bu tür komik karşılaşmalarla geçen filmin ikinci yarısında ise Daniel gençlik aşkı olan Irene’yle karşılaştığı andan itibaren kasabalıyla ilişkisi bozulmaya başlar. Aldığı davetleri reddetmesi, resim yarışması jüriliği sırasındaki tutumu ve Irene’nin ailesiyle ilişkisi Salas’taki oturmuş dengeleri değiştirmiş ve onu kasabada bir sorun haline getirmiştir. Bu gelişmeler, bir yandan Daniel’in geçmişiyle, yazar kimliğiyle, aidiyetleriyle yüzleşmesini de sağlar. Aktüel kameranın pek etkin kullanılamadığı sinematografisi, sıradan kurgusu, oyunculukları veya senaryosuyla göz alıcı bir film değil Saygın Vatandaş; ama eğlenceli tonu, yola çıkış fikrinin orjinalliği ve Daniel’in terk ettiği memleketiyle 30 yıl sonra kurduğu ilişkisindeki belirsizliklerle seyretmesi oldukça keyifli bir film.
Sosyoloji bölümü mezunu. Birkaç sinema filminin prodüksiyon aşamasında yer aldıktan sonra 2013 yılında Sinema Kafası’nı kurdu. Yazılarına Cineritüel’de devam etmekte, sinema doktorası yapmakta ve çevirmen olarak çalışmaktadır.