7-17 Nisan 2016’da düzenlenecek 35. İstanbul Film Festivali programında 200’den fazla film seyirci bekliyor. Seçim yapmanın hayli zor olduğu bu uzun film listesinden, biletlerin satışa çıktığı bugünlerde öneri bekleyen sinemaseverler için yazarımız Erol Demiray öne çıkan filmleri derledi.
Dünyanın farklı sinemalarından yeni örnekler için 25 film, sinema tarihinden ıskalanmaması gereken özel yapımlar ve farklı tatlar arayan sinefiller için 25 film olmak üzere, toplam 50 filmlik festival seçkisini ilginize sunar ve şimdiden iyi festivaller dileriz.
Dünya Sinemasının Yeni Örneklerinden 25 Öneri:
24 Wochen / 24 Weeks / 24 Hafta (2016) – Anne Zohra Berrached (Almanya)
Astrid işi gereği sürekli göz önünde bir kadındır. Ülkesindeki en popüler komedyenlerden birisidir ve stand up şovlarıyla her akşam sayısız insanı kahkahalara boğar. İkinci çocuğuna hamile kaldığında bunu kitlelerden gizlemeyi düşünmez, hatta siyaseten doğru olmayan esprilerle hamileliğini de mizah malzemesine dönüştürür. Fakat doktor kontrolüne gittiğinde zor günleri başlar. Dünyaya gelecek olan çocuğu, Down sendromludur. Durumu öğrenince bebeği doğurmak veya aldırmak hakkında erkek arkadaşı ve yakın çevresiyle tartışmaya başlar. 24 Hafta, kürtajla ilgili tartışmalara alışık olmadığımız bir yerden bakıyor ve süreci hem tıbbi hem de yasal boyutlarıyla âdeta bir belgesel gibi seyirciye aktarıyor.
Ana Yurdu (2015) – Senem Tüzen (Türkiye, Yunanistan)
Nesrin, kısa süre önce boşanmış ve halen kendisini tam anlamıyla toparlayamamış şehirli bir kadındır. İşinden istifa edip çocukluk hayalinin peşine düşmüş, roman yazmaya girişmiştir. Her şey, romanını bitirmek için yaşadığı şehri, İstanbul’u geride bırakıp anneannesinden kalan köy evine gitmesiyle başlar. Zira annesi Halise aniden çıkagelir ve Nesrin’in yanına yerleşir. İki kuşak, iki kadın, anne ve kız arasındaki gitgide derinleşen ve sertleşen çatışma Nesrin’in pastoral düşünü içinden çıkılması güç bir karabasana dönüştürecektir.
Bei Xi Mo Shou / Behemoth / Dev Canavar (2015) – Zhao Liang (Çin, Fransa)
Moğolistan’ın göz alıcı doğasını yok eden, kül ve kömürden oluşan siyah dağlar; madencilerin ifadesiz yüzleri ve ömürlerini tüketen akciğer hastalıkları… Bu üretimin sonucu ise kimsenin yaşamadığı, 1 milyon kişi kapasiteli bir hayalet şehir. Çin sinemasının yükselen bağımsız yönetmeni Zhao Liang, adını Eski Ahit’teki bir canavardan alan belgeseli Dev Canavar‘da ülkesinin aşırı üretiminin insan ve doğa üzerindeki yıkıcı etkisini nefes kesen bir estetikle gösteriyor. Venedik Film Festivali’nde Altın Aslan adayı Dev Canavar‘da, sadece Çin’i değil dünyanın halini resmediyor.
Belgica (2016) – Felix Van Groeningen (Belçika, Fransa)
İçkinin su gibi aktığı ve Belçika’nın en müthiş gruplarının çaldığı, Brüksel’in en havalı barıyla tanışın: Belgica! Jo, küçük ve hiçbir şeyin yolunda gitmediği ama çok sevdiği barı Belgica’yı işletmekten son derece memnundur. Bir gün taşrada yaşayan ağabeyinden bir telefon alır. Aile yaşantısından sıkılan Frank, kardeşinin barına ortak olmaya karar vermiştir. Paralar, zihinler ve fiziksel güç birleşince Belgica da büyür. Yenilenen Belgica bir anda Brüksel’in en gözde eğlence mekânına dönüşür. Ancak Jo ve Frank’ın kapıldığı hedonizmin bedeli çok geçmeden gelir. Altın Lale ödüllü Çölde Kutup Ayısı‘nın yönetmeni Felix Van Groeningen, zımba gibi bir soundtrack ve dinamik bir kurguyla, sakin sakin oturarak izlemenin imkânsız olduğu bir filme imza atmış.
Boi Neon / Neon Bull / Neon Boğa (2015) – Gabriel Mascaro (Brezilya, Uruguay, Hollanda)
Yılın en önemli keşiflerinden Neon Boğa, Brezilya kırsalında, at sırtında adamların kuyruğundan yakaladıkları boğayı düşürerek galibiyet aradıkları bir rodeoda geçiyor. Günümüzün hızla değişen Brezilya’sında, özellikle giyim endüstrisinde yaşanan hareketlilik bu rodeoculardan birini tutkularını izlemeye sevk eder; Iremar evinde dikiş dikmeye, patron çıkarmaya, kumaşlarla haşır neşir olmaya, kısaca seksi tasarımlarını bir araya getirmeye başlar. Iremar ve diğer karakterlerin tekdüze hayatları yönetmen Gabriel Mascaro‘nun elinde uzun zamandır örneğini görmediğimiz görsel ve işitsel bir yolculuğa, insani, aynı zamanda olabildiğince ayrıksı bir filme dönüşüyor.
Chaharshanbeh, 19 Ordibehesht / Wednesday, May 9 / Vicdanın Sesi (2015) – Vahid Jalilvand (İran)
Celal adında bir adam İran’da bir gazeteye alışılmadık bir reklam verir: İhtiyaç sahibi birine 10.000 dolarlık bir bağış yapacaktır. Bu haber kalabalık bir insan güruhunu bir araya getirir. Günün sonunda Celal, yüzlerce başvuru formuyla baş başa kalır ve aralarından birini rastgele seçmeye karar verir. Polis binanın önünde toplanan kalabalığı dağıtır. Ancak iki kişi vazgeçmemiştir: 19 yaşında hamile bir kadın olan Setareh ve Celal’in eski nişanlısı Leyla. Vahid Jalilvand, Vicdanın Sesi‘yle son dönemde İran’dan çıkmış en çarpıcı ilk filmlerden birine imza atarken ülkenin toplum yapısına ve toplumun yönetilme şekline dair pek çok şey söylüyor.
Closet Monster / Dolaptaki Canavar (2015) – Stephen Dunn (Kanada)
Dolaptaki Canavar, bizleri genç bir eşcinsel erkeğin hayal dünyasına davet ediyor. Çocuk yaşta anne ve babasının ayrılmasıyla içine kapanan Oscar, kendisini fantastik kıyafetler ve maketler tasarlamaya verir. Yıllar sonra, sinema okuma hayaliyle üniversiteye girmeye hazırlanırken, en yakın arkadaşı ve tek sırdaşı çocukluğundan beri yanında olan hemstırı Buffy’dir. Bir gün işte tanıştığı Wilder dengeleri değiştirir; Oscar ilk kez âşık olur. Stilize bir görselliğe ve dinamik bir soundtrack’e sahip olan bu gençlik filmi, umut vaat eden bir yönetmeni müjdeliyor. Hamster Buffy’yi ünlü oyuncu Isabella Rossellini seslendiriyor.
Departure / Ayrılış (2015) – Andrew Steggall (İngiltere, Fransa)
Prömiyeri Londra Film Festivali’nde gerçekleşen ve olumlu eleştiriler toplayan bu ilk film, dokunaklı ve nostaljik bir büyüme öyküsü. 15 yaşındaki edebiyat tutkunu Elliot, annesi Beatrice ile Fransa’nın güneyindeki yazlık evlerine gelir. Evi boşaltmak için yapılan bu yolculuk delikanlının hayatında bir dönüm noktası olur. Elliot hem ailesindeki sorunlara tanıklık eder hem de ilk kez âşık olup eşcinselliğini keşfeder. Geçtiğimiz yıl Enigma‘da Alan Turing´in çocukluğunu canlandıran İngiltere’nin yükselen genç oyuncularından Alex Lawther, ilk başrolünde iddialı bir çıkış yapıyor.
El Abrazo De La Serpiente / Embrace Of The Serpent / Yılanın Kucağında (2015) – Ciro Guerra (Kolombiya, Venezüella, Arjantin)
Karamakate… Amazonlu bir şaman ve ait olduğu topluluğun hayatta kalan son üyesi… Kolombiya’nın ilk Oscar adayı Yılanın Kucağında, Karamakate’nin ve kırk yılı aşkın bir süre onun topraklarında yetişen kutsal bir şifa bitkisini arayan iki bilim insanının hikâyesini anlatıyor. Sömürgeciliğin insanlığın karanlık tarihi üzerinde yarattığı derin tahribat üzerine siyah-beyaz görselliğiyle ve şiirsel sinema diliyle ağıt yakan film, bilimin tuttuğu günlüklerle bir tür “anlam” arayışına çıkıyor, yerel kültürleri yerle yeksan eden beyaz adamın günahlarını tavizsiz bir sinemayla çapraz ateşte bırakıyor.
El Clan / The Clan / Çete (2015) – Pablo Trapero (Arjantin, İspanya)
Festivalin Uluslararası Yarışma bölümünün bu yılki jüri başkanı Pablo Trapero‘nun son filmi Çete, Puccio ailesinin kanla lekeli gerçek öyküsünü konu alıyor. Arjantin istihbarat servisi için çalışan Arquímedes Puccio, 1982 yılında cunta hükümeti dağılınca işsiz kalır; fakat hiçbir şey değişmemiş gibi hayatına devam eder. Kendi kafasına göre birtakım insanları kaçırıp evinin bodrumunda saklar, işkenceye maruz bırakır ve ailelerinden fidye ister. Bu planlara çocuklarını ortak etmekten de kaçınmaz. Dinamik bir kurgu ve dönemin rock şarkılarıyla bezeli müzikleri sayesinde nefes nefese izlenen Çete, festivallerdeki başarısına ilaveten ülkesi Arjantin’de hasılat rekorları kırdı.
Évolution / Evolution / Evrim (2015) – Lucile Hadzihalilovic (Fransa, Belçika, İspanya)
Lucile Hadzihalilovic‘in yeni filmi büyüleyici bir rüya ile kan donduran bir kâbus arasında gidip geliyor. Aynı yaştaki erkek çocuklar ve onlara bakan genç kadınlarla dolu bir sahil kasabasındayız. Küçük Nicolas sahilde yüzerken bir cesetle karşılaşıyor ve hayatının gerçekliğini sorgulamaya başlıyor. Hadzihalilovic, 10 yıl önce festivalin Uluslararası Yarışma bölümünde FIPRESCI Ödülü’nü kazanan filmi Innocence / Masumiyet‘in ardından Evrim‘le nihayet geri dönüyor. İlk gösterimi Toronto’da yapılan film, zamanında Masumiyet‘in çarpıcı görselliğine hayran kalanların beklentilerini boşa çıkartmayacak.
Hail, Caesar! / Yüce Sezar! (2016) – Ethan Coen, Joel Coen (İngiltere, ABD, Japonya)
Coen Kardeşler‘in son harikası, bu yıl Berlin Film Festivali’nin açılışını yapan Yüce Sezar!, sinema tarihinin en eğlenceli Hollywood taşlamalarından biri. Filmin kahramanı Eddie Mannix, bir Hollywood stüdyosunda üst düzey yöneticidir ama zamanı idari kararlar almaktan çok, kendisiyle anlaşmalı yıldız oyuncuları karıştıkları skandallardan kurtarmakla geçer. Stüdyonun o ana kadarki en iddialı projesi olan tarihi epik Yüce Sezar!’ın çekimleri sırasında, filmin başrol oyuncusu Baird Whitlock kaçırılınca işler iyice sarpa sarar… Hemen her sahnesine Coen Kardeşler’e özgü kara mizahın damgasını vurduğu Yüce Sezar, yıldız isimlerin cirit attığı oyuncu kadrosuyla da dikkat çekiyor.
High-Rise / Gökdelen (2015) – Ben Wheatley (İngiltere)
İngiliz sinemasının harika çocuğu Ben Wheatley‘nin yeni filmi Gökdelen, kült yazar J.G. Ballard‘ın aynı adlı romanından uyarlama. Başrollerinde Tom Hiddleston, Jeremy Irons ve Sienna Miller’ın bulunduğu film, hikâyenin geçtiği 70’lerin distopya havasını yansıtan bir bilimkurgu; dünyadan soyutlanmış bir gökdelende lüks bir yaşam süren genç bir doktor hakkında. Doktorun başta memnuniyetle uyum sağladığı bu düzen, eşitsizliği göstermeye çalışan bir belgeselci tarafından bozulur. Film, yapım tasarımı, oyunculukları, Wheatley’in kontrollü yönetmenliği ve Ballard’ın uyarlanması zor dünyasını yansıtma başarısıyla övgü topladı.
Ich Und Kaminski / Me And Kaminski / Ben Ve Kaminski (2015) – Wolfgang Becker (Belçika, Almanya)
On iki yıl önce çektiği son kurmacası Elveda Lenin! dünya çapında bir hite dönüşen Wolfgang Becker‘in uzun zamandır yolu gözlenen yeni filmi Ben ve Kaminski, Almanya’nın en parlak genç yazarlarından Daniel Kehlmann‘ın romanından beyazperdeye uyarlandı. Filmin başkarakteri Sebastian Zöllner, ressam Manuel Kaminski hakkında bir makale yazmakta olan genç bir gazetecidir. Bir yandan işini tamamlamaya çalışırken, diğer yandan makalesini doğrudan paraya çevirebilmek için Kaminski’nin bir an önce ölmesini dilemektedir. Daniel Brühl ile Jesper Christensen’in karşılıklı döktürdükleri Ben ve Kaminski, alabildiğine oyuncaklı bir dram.
Interruption / Ara (2015) – Yorgos Zois (Yunanistan, Fransa, Hırvatistan, İtalya, Bosna-Hersek)
Antik Yunan tragedyası Orestes’in postmodern bir adaptasyonu, sahneye çıkan genç bir adamın mikrofonu devralmasıyla kesilir. Genç adam, kendini koronun bir üyesi olarak tanıtır ve sahnelemekte olan oyunu interaktif bir deneyime çevirir. Sahneye davet edilen bir grup seyirci çabucak oyuna dahil edilir. Sahne ise “Orestes bugün yaşasa ne yapardı?” sorusunun cevabının arandığı bir foruma dönüşür. Ancak eğlenceli başlayan bu oyun giderek kontrolden çıkmaya başlar ve korkutucu bir hal alır. Ara‘nın gerçek bir “rehinelerin rehin alındıklarını fark etmedikleri bir adam kaçırma olayı”ndan esinlendiğini söyleyen yönetmen Yorgos Zois, tek mekânda geçen gerçek zamanlı bu gerilimi, baştan sona ilginçliğini koruyan bir metin ve etkileyici bir görüntü yönetiminin etkisiyle soluksuz izletiyor.
Ji-Geum-Eun-Mat-Go-Geu-Ddae-Neun-Teul-Li-Da / Right Now, Wrong Then / Doğru Zaman (2015) – Hong Sang-Soo (Güney Kore)
Bir soruya verilen dürüst bir yanıt veya samimi bir jest, iki insanın ilişkisini tamamen değiştirebilir. Martin Scorsese’nin Güney Kore’nin Woody Allen’ı olarak tanımladığı Hong Sang-soo, Doğru Zaman‘da bunu gösteriyor. Film, bir yönetmen ve tanıştığı ressam bir genç kadının geçirdikleri birkaç saatin iki farklı versiyonunu izleyiciye sunuyor. İki karakterin iletişiminin nüanslarla birbirinden ayrıldığı bu iki versiyonda, işlerin nasıl yolunda gidebileceği veya gitmeyeceği, müthiş oyuncu performansları eşliğinde gözler önüne seriliyor. Hong Sang-soo bu dokunaklı, mizah dolu filminde inceliklere zaman ayırıyor.
Kalo Pothi / The Black Hen / Kara Tavuk (2015) – Min Bahadur Bham (Nepal, Fransa, Almanya, İsviçre)
Nepal İç Savaşı, 2001… Farklı kastlardan olmalarına rağmen 12 yaşındaki ayrılmaz ikili Prakash ve Kiran’ın para biriktirip istediklerini alma hayalleri vardır. Yetiştirdikleri tavuğun yumurtasını satarak para kazanmayı planlarlar, ama işleri tavuğun kaybolmasıyla zorlaşır. İki çocuğun tavuğun kaybolması üzerine çıktığı yolculuk, izleyiciyi Nepal’in o dönemde içinde bulunduğu politik ve sosyal durumun tanıkları haline getiriyor. Nepal sineması için önemli bir adım olan Kara Tavuk, başarılı kısa filmleriyle tanınan Min Bahadur Bham‘ın ilk uzun metrajı. Yönetmen filmini Nepal’in kuzeyinde büyüdüğü köyünde çekmiş.
Kor (2016) – Zeki Demirkubuz (Türkiye, Almanya)
Kocası Cemal yaşadığı çöküşün ardından, bir iş için gittiği Romanya’da tutuklanınca, acilen ameliyat olması gereken hasta çocuğuyla bir başına kalan Emine, elişi aldığı atölyede kocasının eski patronu Ziya ile karşılaşır. Ziya bir zamanlar çok hoşlandığı kadının ve çocuğunun durumunu öğrenince kayıtsız kalmaz. Cemal aylar sonra İstanbul’a döndüğünde, Emine konfeksiyon atölyesinde çalışmaktadır ve çocuğu sağlıklıdır. Ancak, tesadüfen bulduğu hastane faturası, Ziya’nın çocuğunu ameliyat ettirdiğini öğrenmesine ve Emine’nin bunu gizlediğinin ortaya çıkmasına neden olur. Başına gelenlerden zaten Ziya’yı sorumlu tutan ve Emine’yi deli gibi kıskanan Cemal, altında başka korkular taşıdığı bu durumla yüzleşmeyi mi yoksa görmezden gelmeyi mi seçecektir?
La Calle De La Amargura / Bleak Street / Acı Sokağı (2015) – Arturo Ripstein (Meksika, İspanya)
Meksika sinemasının 1960’lardan bu yana üretken bir şekilde film yapan, en büyük yönetmenlerinden Arturo Ripstein yeni siyah-beyaz filmi Acı Sokağı‘ndan bahsederken “Gerçeklik fani bir durumdur” diyor, “Hakikate mahkûm olmaktansa bir şeyler uydurmayı tercih ederim”. Yönetmenin bu seferki kahramanları, yaşlıca iki hayat kadını. Hiç hesapta yokken ağır bir suça bulaşıyor ve tutuklanıyorlar. Ripstein’ın dünyası ve görüntü yönetmeni Alejandro Cantu’nun kamerası, hayal kırıklıklarıyla dolu bu hayatların hikâyesinde buruk bir büyülenme hissini beraberinde getiriyor.
La Tierra Y La Sombra / Land And Shade / Toprağın Gölgesinde (2015) – César Augusto Acevedo (Kolombiya, Fransa, Hollanda, Şili, Brezilya)
César Augusto Acevedo‘nun Cannes’da en iyi ilk filme verilen Altın Kamera dahil dört ödül alan filmi Toprağın Gölgesinde, ciddi bir hastalığa yakalanan oğluna bakmak üzere evine dönen bir adamı merkezine alıyor. Alfonso, 17 yıllık yokluğunun ardından eskiden yaşadığı yere döndüğünde eski hayatına dair her şey parçalanmıştır. Bu topraklarda tekrar kök salmak isteyen Alfonso ailesini içinde yaşadığı yokluğun pençesinden kurtarmaya çabalayacaktır. Acevedo’nun bir ressam gibi sınırlarını çizdiği görsel kompozisyonuyla gösterildiği festivallerde seyircinin içine işleyen filmi Toprağın Gölgesinde, dingin bir Latin Amerika alegorisi.
Midnight Special (2016) – Jeff Nichols (ABD)
Sığınak ile tanıdığımız Jeff Nichols‘ın Berlin’de Altın Ayı için yarışan yeni filmi Midnight Special, 80’li yılların fantastik filmlerine bir saygı duruşu adeta. Roy, oğlu Alton’ı bir zamanlar üyesi olduğu dini tarikata kaptırmıştır. Özel güçlere sahip olan Alton’ın sadece bu tarikat değil, devlet de peşindedir. Bunun üzerine Roy arkadaşı Lucas’ın yardımıyla oğlunu kaçırır. Bir süre sonra onlara eşi Sarah da katılır. Böylece devlet ajanlarından kaçarken, Alton’ın güçlerinin de keşfedileceği bir yolculuk başlar. Baştan sona nefes nefese izlenen bu fantastik gerilimle Nichols, Spielberg, Carpenter veya Shyamalan gibi yönetmenlere göndermeler yapıyor ama kendi tarzını korumayı da başarıyor.
Songs My Brothers Taught Me / Ağabeylerimin Bana Öğrettiği Şarkılar (2015) – Chloé Zhao (ABD)
Yapımcıları arasında Amerikalı ünlü oyuncu Forest Whitaker’ın da yer aldığı Chloé Zhao‘nun bu ilk filmi, Amerika bağımsız sinemasına kaybettiği ruhu getirdiği için alkış topladı. Güney Dakota’daki Amerika yerlilerine tahsis edilen yerleşim bölgesinde geçen film, 17 yaşında bir ağabey ile 13 yaşındaki kız kardeşi arasındaki bağı işlerken, yuvayı terk edip edememek sorusu üzerinde duruyor. Filmin geçtiği bölgede dört yıl yaşayan yönetmen Zhao, melankolik bir aile hikâyesini güzel görüntüler eşliğinde şiirsel bir dille anlatıyor. Film, ayrıca bu özel bölgedeki Amerika yerlileri topluluğunun dinamikleri ve sosyal ilişkilerini de gözler önüne seriyor.
Un Monstruo De Mil Cabezas / A Monster With A Thousand Heads / Bin Başlı Canavar (2015) – Rodrigo Plá (Meksika)
İlk uzun metrajlı filmi La zona / Yasak Bölge ile tüm dünyada ilgi çeken, dört yıl önce La demora / Gecikme ile Altın Lale için yarışan Rodrigo Plá, yeni filmi Bin Başlı Canavar ile yeniden festivalin Uluslararası Yarışma bölümünde. İlk gösterimi Venedik Film Festivali’nde yapılan film, çaresiz bir kadının sisteme karşı verdiği mücadeleyi konu alıyor. Sonia, kocasının kanser tedavisinin masraflarını karşılamayı reddeden sigorta şirketiyle sonuna kadar mücadeleye kararlıdır. Ancak bürokrasi ellerini kollarını bağlarken, devlet çalışanları da ilgisizlikleriyle kadını çileden çıkartır. Filmi baştan sona sürükleyen Jana Raluy’un performansıyla da beğeni toplayan Bin Başlı Canavar heyecanla izlenen bir toplumsal taşlama.
Underground Fragrance / Yer Altı Kokusu (2015) – Song Peng Fei (Fransa, Çin)
Pekin’in kentsel dönüşüm alanları… Yong Le yeraltında bir sığınakta yaşayan, ikinci el mobilya toplayarak geçinen bir adam. Xiao Yon da aynı sığınaktan. Bir yandan gece kulüplerinde dans ederek para kazanmaya çalışan, diğer yandan daha iyi bir hayatın hayalini kuran genç bir kadın. Lao Jin ise bir diğer hayalperest. Varını yoğunu satarak, yeni yapılacak sitelerden bir daire alabilmeyi umuyor. Bu üç kişinin hayatları ortak mekânlar aracılığıyla kesişiyor. Song Peng Fei, ilk gösterimi Venedik Günleri’nde gerçekleşen bu ödüllü filminde özellikle mekânı başarıyla kullanarak, etkileyici ve klostrofobik bir Pekin resmi çiziyor.
Zjednoczone Stany Milosci / United States Of Love / Aşk Birleşik Devletleri (2016) – Tomasz Wasilewski (Polonya, İsveç)
90’lar Polonya’sında dört kadının mutsuzluklarından kaçmaya çalışma ve hayatlarında tutku ve sevgi arama hikâyesi. Polonya sinemasının yeni neslinin öne çıkan yönetmenlerinden Tomasz Wasilewski, üçüncü uzun metrajlı filmi Aşk Birleşik Devletleri‘nde eski yerel güzellik kraliçesi, bir okul müdürü, uzun bir evliliğin sıkıntılarını yaşayan bir kadın ve yaşlı bir okul öğretmeni üzerinden güçlü kadın portreleri sunuyor. Melankolik, renklerin solduğu atmosferi içinde hem mesafeli hem dokunaklı olan öykü, dönemin Polonya’sının siyasal ve toplumsal değişimini arka plana alıyor. Filmin görüntü yönetmenliğini ise 4 Ay, 3 Hafta, 2 Gün; Tepelerin Ardında, Sislerin İçinde gibi başarılı filmlerle tanınan Romanyalı Oleg Mutu üstleniyor.
Sinema Tarihine Meraklılar ve Farklı Tatlar Arayanlar İçin 25 Öneri:
Advise & Consent / Washington’da Fırtına (1962) – Otto Preminger (ABD)
Siyaset oyunları ve ödenen ağır bedeller çok az filmde Washington’da Fırtına‘daki kadar katmanlı işlendi. Allen Drury‘nin aynı adlı Pulitzer ödüllü romanından uyarlanan film, ABD başkanının seçtiği Dışişleri Bakanı’nın senatodan onay alma sürecine odaklanıyor. Komünist olduğu iddia edilen bakan adayı için toplanan komiteler ve burada dönen dolaplar bu sürükleyici ve çok yönlü politik dramın merkezinde. Film, birçok Otto Preminger filmi gibi dönemin tabularından birine yer veriyor ve eşcinselliğin şantaj malzemesine dönüşmesinin gayri-insani boyutunu işliyor. Siyah ve beyazın değil, gri tonların hâkimiyeti bu ciddi ve güncelliğini koruyan başyapıtta göze çarpıyor.
Anatomy Of A Murder / Bir Cinayetin Anatomisi (1959) – Otto Preminger (ABD)
Babası ve kendisi avukat olan Otto Preminger‘in gelmiş geçmiş en başarılı dramlarından Bir Cinayetin Anatomisi hukuk, suç, bakış açısı, kelimelerin gücü gibi birçok konuya eğilen bir başyapıt. Konu aldığı gerçek davada avukatlık yapan John D. Voelker‘ın aynı adlı romanından uyarlanan film, 7 dalda Oscar adayı olmasının yanı sıra Duke Ellington’ın Grammy kazanan film müzikleri ve Saul Bass’in açılış jeneriğiyle de takdir topladı. Eşine tecavüz eden bir adamı öldüren genç bir askerin davasını takip eden Bir Cinayetin Anatomisi, çekildiği dönemde dürüst ve gerçekçi dil kullanımıyla da dönemin sansür mekanizmalarının karşısında durdu ve tartışma yarattı.
As Mil E Uma Noites: Volume 1, O Inquieto / Arabian Nights: Volume 1 – The Restless One / Binbir Gece: Bölüm 1, Huzursuz Adam (2015) – Miguel Gomes (Portekiz, Fransa, Almanya, İsviçre)
İki efsane sinema dergisi, hem Sight & Sound hem de Cahiers du Cinéma, geçtiğimiz yılın en iyi 10 filmi arasında Miguel Gomes‘in üç bölümden oluşan bu büyüleyici ve epik filmini andı. Daha önce festivalde kısa filmlerini izlediğimiz Gomes, bu iddialı projesinde Binbir Gece Masalları‘nın bir öyküden diğerine geçen serbest anlatı yapısını ödünç alıyor ve ülkesi Portekiz’deki ekonomik krizin etkilerini araştırmaya koyuluyor. Üçlemenin ilk bölümü Huzursuz Adam belgesel ile kurmacayı, geçmiş ile bugünü, gerçek ile fanteziyi birleştiren tarzı ve hınzır hikâyeleriyle hem Portekiz’e çok ilginç bir noktadan bakmayı başarıyor hem de takipçisi filmlere bizi hazırlıyor.
As Mil E Uma Noites: Volume 2, O Desolado / Arabian Nights: Volume 2 – The Desolate One / Binbir Gece: Bölüm 2, Kasvetli Adam (2015) – Miguel Gomes (Portekiz, Fransa, Almanya, İsviçre)
Miguel Gomes‘in ilk gösterimi Cannes’da gerçekleşen üçlemesinin ikinci halkası, aynı zamanda bu yıl Oscar yarışında Portekiz’i temsil etmişti. Yönetmen ikinci filmdeki öykülerle mizahın dozunu artırarak bu benzersiz deneyime biraz daha ısınmamızı sağlıyor. Bu filmdeki öykülerin konuları, kanundan kaçan ve halk tarafından kahramanlaştırılan bir katil, kimin suçlu kimin suçsuz olduğunun giderek bulanıklaştığı bir açık mahkeme ve farklı insanları birbirine bağlayan bir köpek. Kasvetli Adam, üçlemenin sadece en eğlenceli filmi değil, aynı zamanda biçimsel olarak da en şaşırtıcı ve yaratıcı olanı.
As Mil E Uma Noites: Volume 3, O Encantado / Arabian Nights: Volume 3 – The Enchanted One / Binbir Gece: Bölüm 3, Büyülenmiş Adam (2015) – Miguel Gomes (Portekiz, Fransa, Almanya, İsviçre)
Üçlemenin son halkası Büyülenmiş Adam ile Miguel Gomes‘in anlattığı hikâyeler belirgin bir istikamete doğru ilerliyor. Bu kez bir öyküde Şehrazat’ın saraydan kaçışını, bir diğerinde ise Portekiz’de 2013 yılında gerçekleşen hükümet karşıtı protestoları izliyoruz. Gomes, filminin final bölümüyle ekonomik kriz karşısında alınan önlemlerin Portekizliler için yol açtığı sorunlara dikkat çekiyor ve huzursuz bir toplumun fotoğrafını çekiyor. Binbir Gece üçlemesi geçtiğimiz yıl boyunca pek çok festivali dolaştı ve yönetmenin yaratıcı anlatımı kadar, ses ve görüntü yönetimi başta olmak üzere teknik özellikleriyle de övgü topladı.
Born To Be Blue / Doğuştan Kederli (2015) – Robert Budreau (İngiltere, Kanada, ABD)
Doğuştan Kederli, merkeze aldığı efsane trompetçi Chet Baker‘ın müziğine yakışan yaratıcı bir yapım. Kanadalı sinemacı Robert Budreau, caz müziğin James Dean’i olarak tanımlanan Baker’ı biyografik öğeler içeren kurmaca bir öykünün içine yerleştiriyor. Baker, uyuşturucu bağımlılığıyla geçen yılların ardından kendiyle ilgili bir filmde rol alır. İşler beklendiği gibi gitmese de pes etmez. Onu caz dünyasında hak ettiği yere taşıyacak bir dönüş planlar. Baker rolünde ünlü aktör Ethan Hawke’ı izlediğimiz film 1950 ve 1960’ların caz dünyasına da yer veriyor.
De Palma (2015) – Noah Baumbach, Jake Paltrow (ABD)
Carrie, Dressed to Kill, Blow Out, Scarface, Body Double, The Untouchables, Carlito’s Way, Femme Fatale…Yaşarken efsaneleşen yönetmen Brian De Palma‘nın şahsına münhasır sinemasına heyecan verici bir bakış… Sıra dışı kariyeriyle kendi kuşağındaki birçok isimden ayrılan Brian De Palma, Noah Baumbach ile Jake Paltrow‘un karşısına geçiyor ve 29 uzun metrajlı filmini, kısalarını ve gerçekleşemeyen projelerini açık sözlülükle tartışıyor. De Palma’nın akıl almaz mizansenlerinin sırlarından, film teorisine ve set anılarına uzanan sohbete, eşsiz filmlerinden sahneler eşlik ediyor. De Palma, yönetmenin hayranları ve sinefiller dışında kendisine yabancı olan seyircileri de içine alabilecek kadar sürükleyici bir belgesel.
Francofonia (2015) – Aleksandr Sokurov (Fransa, Almanya, Hollanda)
Louvre… İnsanlık tarihinin en nadide sanat eserlerinin sergilendiği uçsuz bucaksız, efsanevi müze… Sokurov, Louvre’a ve sanata bir aşk mektubu yazarken bu müzeyi insanın sanatın tam aksinde mevzilenmiş yıkıcı icadından, savaştan korumanın hikâyesini anlatıyor. Francofonia, müzenin felsefi varlığı üzerine bir zihin egzersizi olduğu kadar Paris’in Avrupa tarihindeki konumu üzerine de bir tez sayılabilir. Sokurov, görkemli salonların ve galerilerin içinde kıvrıla kıvrıla dolaşarak zamanda yaptığı gezintiyle, St. Petersburg’un ünlü müzesi Hermitage’i anlattığı Russkiy kovcheg / Rus Hazine Sandığı‘ndan sonra yine kendine has bir müze tasviriyle karşımızda.
Grey Gardens (1975) – Ellen Hovde, Albert Maysles, David Maysles, Muffie Meyer (ABD)
Dekadans, sinemada çok az filmde Grey Gardens‘daki kadar dolaysız, sade ve etkileyici işlenir. Belgesel türündeki film, Jacqueline Kennedy Onassis’nin birinci dereceden akrabası olan Büyük Eddie ve Küçük Eddie Beale adlarındaki sosyetik anne-kıza odaklanıyor; onların çürüyen bir malikânede kediler ve rakunlar arasında, çerçöp içinde yaşamasını, kaybettikleri hayallere bağlılıklarını belgeliyor. Dolaysız sinemanın öncülerinden ünlü belgeselci kardeşler Albert ve David Maysles, Beale’ları bu benzersiz film aracılığıyla sinemanın en akılda kalıcı kişilikleri arasında ölümsüzleştiriyor. Bu klasik belgesel, Albert Maysles anısına 2015’te 2K dijital restorasyonla yenilenmiş kopyasıyla gösteriliyor.
Heart Of A Dog / Köpeğin Kalbi (2015) – Laurie Anderson (Fransa, ABD)
New York sanat çevrelerinin ünlü avangart sanatçısı Laurie Anderson, 29 yıllık aranın ardından sinemaya kişisel, samimi ve sıcak bir filmle dönüyor; kendi dış sesiyle anlattığı, Venedik Film Festivali’nde Altın Aslan için yarışan Köpeğin Kalbi‘nde canlandırma, ev videoları, bozulan imajlar gibi değişik film tekniklerini, özgürce ilerleyen metinle hiçbir kan uyuşmazlığı yaşamadan bağlıyor. Film, yönetmenin çok sevdiği teriyer köpeği Lolabelle’den, 11 Eylül sonrası yükselen devlet paranoyalarına, gökyüzüne, Wittgenstein’a, ölüme uzanıyor. Anderson’ın 2013´te kaybettiği hayat arkadaşı Amerikalı efsane müzisyen Lou Reed’in ruhu ise deneysel sinema zirvesinin her saniyesinde hissediliyor.
Hele Sa Hiwagang Hapis / A Lullaby To The Sorrowful Mystery / Hüzünlü Gizem Ninnisi (2016) – Lav Diaz (Filipinler, Singapur)
Sinemanın başına buyruk yaratıcı yönetmenlerinden Lav Diaz, Hüzünlü Gizem Ninnisi‘nde 1896 Filipin devrimine eğiliyor. Siyah-beyaz film, Filipinlerin 300 yıllık İspanyol sömürgesinden kurtulma mücadelesini tarih, felsefe, mit, şiir, folklor ve politikanın iç içe geçtiği bir anlatımla veriyor. Bir kısmı üst sınıftan bir kısmı kadınlardan oluşan karakterleri takip eden filmde, İspanyol sömürüsüne karşı isyan güç mücadelesine dönüşüyor. Sekiz saat uzunluğundaki bu epik filmiyle Diaz, tarihe baktığında sadece kahramanlık ve dayanışma değil, ihanet ve korkaklık da görüyor.
Hiso Hiso Boshi / The Whispering Star / Fısıldayan Yıldız (2015) – Sion Sono (Japonya)
Yoko, gezegenin dört bir yanındaki insanlara teslimat yapan bir “humanoid”. Basit bir görevi olsa da gezegenler arasında paket teslimi uzun yıllar sürdüğü için arada bolca zamanı var. Gel zaman git zaman, taşıdığı paketlerin içerisinde ne olabileceğini merak etmeye ve kendi kendine sorular sormaya başlar. Yoko, insan olmanın nasıl bir şey olduğunu anlamaya çalışır. Minimalist bilim-kurgu filmi Fısıldayan Yıldız, insanlığın yok olduğu bir gelecekte geçiyor. Mekânlar, Fukushima Nükleer Felaketi sonrası insanların oturduğu yerlere gönderme yapıyor. Filmin kudreti, yönetmenin büyük hayal gücünden ve yalınlığından geliyor.
Hitchcock/Truffaut (2015) – Kent Jones (Fransa, ABD)
Bir sanat dalının yöneldiği istikamete azami derecede etki eden iki yönetmen, Alfred Hitchcock ve François Truffaut. İkisi arasında kurulmuş bir köprü var: Truffaut’nun Hitchcock’la 3 gün boyunca yaptığı söyleşiden derlediği, 1966 yılında yayımlanan kitabı Hitchcock’a Göre Sinema. Kent Jones‘un belgeseli Hitchcock/Truffaut, bir soru soruyor sinemanın halihazırdaki büyük yönetmenlerine: “Bu kitap sinemaya bakışınızı nasıl etkiledi?” Fincher, Schrader, Scorsese, Assayas, Bogdanovich ve pek çok isim, yılın heyecanla beklenen belgeselinde iki büyük yönetmene saygı duruşunda bulunuyor.
Jag Är Ingrid / Ingrid Bergman In Her Own Words / Ben, Ingrid (2015) – Stig Björkman (İsveç)
Sinemanın gelmiş geçmiş en büyülü yıldızlarından Ingrid Bergman‘ın özel hayatına odaklanan Ben, Ingrid, eleştirmen ve yönetmen Stig Björkman‘ın imzasını taşıyor. Bergman’ın kızı Isabella Rossellini’nin isteğiyle hayata geçirilen proje, günlükleri, mektupları, aile fotoğrafları ve evde çekilmiş videolardan yararlanarak yıldız oyuncuyla izleyici arasında yakın bir ilişki kuruyor. Büyük övgü toplayan belgesel, izleyicisine sinemanın bu karizmatik yıldızının gizemini çözme, onu sadece oyunculuk yetenekleriyle değil, modern, güçlü ve bağımsız bir kadın olarak takdir etme imkânı sunuyor.
Kanashimi No Beradonna / Belladonna Of Sadness / Hüzünlü Belladonna (1973) – Eiichi Yamamoto (Japonya)
Sinema tarihinin en sıradışı, cüretkâr ve psikedelik animasyonlarından biri. Fransız tarihçi Jules Michelet‘in La Sorcière isimli kitabından uyarlanan film, köyün baronu tarafından tecavüze uğradıktan sonra şeytanla anlaşma yapan Jeanne’ın hikâyesini anlatıyor. 14. yüzyılda geçen bu Japon animasyonu, cinsellik üzerine adeta bir metafor bombardımanı, tabu yıkıcı ve kafası dumanlı bir film; tarot kartlarının imge dünyası ile Gustav Klimt ilhamlı bir görsel şölen. Son yılların en önemli keşiflerinden biri olarak gösterilen Hüzünlü Belladonna, ilk çıktığı yıllardan bu yana uzun süre ulaşılamayan bir filmdi. 2015’te restore edildi ve Amerika dahil dünyanın pek çok ülkesinde ilk kez 2016’da gösteriliyor.
Killer Of Sheep / Koyun Katili (1978) – Charles Burnett (ABD)
Amerikalı dâhi sinemacı Charles Burnett‘ın hem ilk filmi hem ilk başyapıtı. Düşük bütçeli ve amatör oyuncuların rol aldığı Koyun Katili, Los Angeles’ta geçiyor. Afrika kökenli Amerikalıların yaşadığı mahallelerin kültürünü ve karakterlerin gündelik hayatlarını İtalyan Yeni Gerçekçiliği’nin izinden giden bir anlatımla gösteren film, bir mezbahada çalışan Stan’in işinin aile hayatına etkisini hümanist dokunuşlarla aktarıyor. Burnett’ın filmini Afro-Amerikan müzik tarihinden harika parçalarıyla güçlendirmesi anlatımı benzersiz kılıyor. Koyun Katili, müzik parçalarının telif sorunu nedeniyle, hak ettiği görünürlüğe, çekildikten ancak 30 yıl sonra kavuşabilen gizli bir mücevher.
La Montagne Magique / The Magic Mountain / Sihirli Dağ (2015) – Anca Damian (Romanya, Fransa, Polonya)
Dört yıl önce festivalin FACE Sinemada İnsan Hakları Yarışması’nda Jüri Özel Ödülü kazanan canlandırma belgesel Crulic / Öteki Tarafa Yolculuk ile hatırlayabileceğiniz Anca Damian, yeni filminde Polonyalı dağcı ve fotoğrafçı Adam Jacek Winkler‘in hayatını ele alıyor. Crulic ile başlayan kahramanlık temalı üçlemenin bu muhteşem ikinci halkası, 80’li yıllarda Afgan mücahitlerle Sovyetler Birliği’ne karşı savaşmış Winkler’in hayatını anlatırken, gerçek mektuplar ve ses kayıtları gibi arşiv malzemeleriyle beraber canlandırmaya da başvuruyor. Damian’ın senaryoyu Winkler’in kızı Anna ile beraber yazmış olmasıysa Sihirli Dağ‘ı daha da ilginç kılıyor. Çok farklı animasyon tarzlarını deneyen bu renkli film, festivalin en büyülü yapımlarından.
Laura / Kanlı Gölge (1944) – Otto Preminger (ABD)
Kazandığı başarıyla Otto Preminger‘in Hollywood kariyerini başlatan Kanlı Gölge, kara film başyapıtlarından biri. Başrol oyuncuları Gene Tierney ve Dana Andrews’u üne taşıyan film, Vera Caspary‘nin aynı adlı romanının uyarlaması. İnsanları kendisine hayran bırakan başarılı reklamcı Laura’nın öldürülmesini araştıran dedektifin Laura’ya saplantılı bir aşk beslemesi etrafında dönen öykü, bir yandan bir kadını üç erkeğin gözünden tarif ediyor, diğer yandan esrarengiz bir suç öyküsü sunuyor. Filmin 1945’te 5 dalda aldığı Oscar adaylıkları arasında yönetmen ve senaryo da bulunuyordu.
Le Bal / Balo (1983) – Ettore Scola (İtalya, Fransa, Cezayir)
Ocak ayında hayata veda eden, daha önce festivalde adına iki kez toplu gösteri düzenlenmiş ve festivale konuk da olmuş Ettore Scola‘yı 1983 tarihli başyapıtı Balo ile anıyoruz. Her ne kadar Yabancı Dilde En İyi Film dalında Oscar’a aday gösterilmiş olsa da aslında Balo diyalogsuz bir film; 1920’lerde başlıyor ve Paris’teki bir balo salonunun 50 yıllık hikâyesini anlatıyor. Film boyunca oyuncular farklı dönemlere ait kostümler giyerek salonda dans ediyor. Tıpkı kıyafetler ve danslar gibi, müzikler de döneme göre değişiyor. Büyük usta Scola tek bir mekân, kostümler, dans ve müzik aracılığıyla izleyicilere 20. yüzyıl Fransa tarihinin bir özetini sunuyor.
Na Ri Xia Wu / Afternoon / Öğleden Sonra (2015) – Tsai Ming-Liang (Tayvan)
Tsai Ming-liang‘ı nasıl bilirsiniz? Hareketsiz kadrajların içerisinde hareketsiz duran, hayat bedenlerine bir rüzgâr gibi çarpıp geçerken bir resme bakıp umut besleyebilen karakterleriyle mi? Zenginlik tarafından kuşatılmış, kendi yoksulluklarından ziyade başkalarının zenginlikleri tarafından ezilmiş “sokak köpekleri”yle mi? Bu yeni film için başka türlüsünü sormak gerekir belki de: Tsai Ming-liang kendisini nasıl bilir? Öğleden Sonra aslında bu soruyu soruyor ve izleyenine yönetmenin akıl odasına girmek için bir anahtar veriyor. The Hollywood Reporter’a göre yönetmen bu filmde ilham perisine bir aşk mektubu yazıyor.
Out 1: Spectre (1972) – Jacques Rivette (Fransa)
Yeni Dalga’nın fikir babalarından Jacques Rivette, Paris’teki bir grup tiyatrocu üzerinden 1968 ruhuna, sanata ve siyasete dair bir meditasyon olarak nitelendirilebilecek Out 1‘i tamamladığında son kurgusu 750 dakikanın üzerindeydi. Fransa’da bu episodik film yayınlanamadı ve bir özel gösterimin ardından kayıplara karıştı. Rivette, bir yıl sonra Out 1: Spectre adı altında 250 dakikalık yeni bir kurgu yarattı. Bu film de birkaç festival gösteriminin ardından yok oldu. Yıllar içinde filmi tek kopyasından veya 16mm’den aktarma kötü kaliteli VHS kopyasından izleme şansına erişenler benzersiz bir film, katıksız bir başyapıt olduğunu doğruladı. Çok değil daha düne kadar bir türlü ulaşılamayan bu kayıp hazine, şimdi restore edilmiş kopyasıyla sinemaseverlerin karşısına ilk kez çıkıyor!
Sanatorium Pod Klepsydra / The Hourglass Sanatorium / Kum Saati Sanatoryumu (1973) – Wojciech Has (Polonya)
Hayranları arasında David Lynch, Francis Ford Coppola ve Quay kardeşler gibi isimler bulunan Polonyalı yönetmen Wojciech Has, hâlâ şiddetle keşfedilmeyi bekleyen usta bir yönetmen. 1965 tarihli kült klasiği Zaragoza’da Bulunmuş Elyazması dışındaki filmleri izleyici karşısına nadiren çıkabilmişti. Zamanında Polonya tarafından yurtdışına çıkarılması yasaklanan Kum Saati Sanatoryumu, gizlice gönderilen kopyasıyla Cannes’da gösterilmiş ve Jüri Özel Ödülü kazanmıştı. 2000’lerde, kopyası Martin Scorsese sayesinde restore edilen film, hikâyeden çok biçim ve atmosferle ilgilenen, görüntü yönetimiyle büyüleyen fantastik, sürreel bir düş. Ya da Derek Elley’nin deyişiyle “Akıllara durgunluk veren bir çalışma, Mahler’in bütün senfonilerinin bir araya toplanmasının sinematografik muadili.”
The Wicker Man / Gizemli Ada (1973) – Robin Hardy (İngiltere)
Geçtiğimiz yıl hayata veda eden kült oyuncu Christopher Lee’yi, tüm zamanların en iyi korku filmlerinden biri kabul edilen Gizemli Ada ile anıyoruz. Robin Hardy‘nin yönettiği film, Howie isimli polis dedektifinin bir genç kızın ortadan kaybolmasıyla ilgili aldığı ihbar üzerine İskoç adası Summerisle’a gelmesiyle başlar. Ada sakinlerinin genç kızın varlığını inkâr etmesini şüpheli bulan dedektif, bir süre burada kalmaya karar verir ve araştırmaya devam ettikçe Christopher Lee’nin canlandırdığı, adanın lideri Lord Summerisle ile tanışır. Bu arada adalıların pagan ritüellerini keşfeder. Yenilenmiş son kurgu versiyonuyla izleyeceğimiz Gizemli Ada‘yı Lee de bir röportajında en iyi filmi olarak nitelendirmişti.
Where The Sidewalk Ends / Kaldırımlar Bitince (1950) – Otto Preminger (ABD)
Otto Preminger filmografisindeki gizli hazinelerden biri olan Kaldırımlar Bitince, William L. Stuart‘ın Night Cry adlı romanından uyarlama. Başrollerini Preminger’in Kanlı Gölge‘de de birlikte çalıştığı Gene Tierney ve Dana Andrews’un paylaştığı film, babasının suçla dolu geçmişinden kaçmaya çalışan sert bir dedektifin yanlışlıkla bir adam öldürmesi ve bu suçu örtme çabalarına odaklanıyor. Kaldırımlar Bitince, 2. Dünya Savaşı sonrası toplum psikolojisini, New York suç dünyasının acımasız kurallarını ve dedektif karakterinin yanı sıra yan karakterlerin bile ikilemlerini göstermesiyle dikkat çeken bir kara film klasiği.
Zengin Mutfağı (1988) – Başar Sabuncu (Türkiye)
1985-1994 yılları arasında yönettiği altı filmle kendine has bir dünya yaratmayı başaran Başar Sabuncu‘yu Zengin Mutfağı filmiyle anıyoruz. Tiyatrodan gelen Sabuncu, Vasıf Öngören‘in yazdığı oyundan uyarladığı bu filminde de daha önceki işlerinde olduğu gibi toplumsal eleştiriyi hikâyenin merkezine koyuyor. (1977 yılında oyunu sahneleyen de yine yönetmenin kendisiydi.) Bir işadamının yanında aşçılık yapan eski pehlivan Lütfi Usta ile mutfağa giren kişi ve seslerin üzerinden dönemin politik meselelerini masaya yatırıyor. Arka plana işçi eylemlerini koyan ve sınıfsal çatışmaları güçlü bir şekilde ele alan film, tek mekânda geçen cesur senaryosuyla Sabuncu’nun ve dönemin özel işlerinden biri.
Not: Film açıklamaları film.iksv.org/tr adresinden alınmıştır.
Cineritüel editörlerinin ortak hesabıdır.