1) Un Monstruo De Mil Cabezas / Bin Başlı Canavar (2015) – Rodrigo Plá (Meksika)
Sonia Bonet, primleri 16 yıl boyunca yatırılmış olmasına rağmen kanser hastası eşinin tedavi masrafının sigorta şirketi tarafından karşılanmaması üzerine harekete geçer ve hakkı olanı alma konusunda engel tanımaz. Büyük bölümü 24 saatlik süre zarfında geçen Meksika yapımı filmin, bireyden alabildiği her şeyi alan ve karşılığında hiçbir şey vermeyen bir kapitalist sistem eleştirisi getirirken simetrik ve steril sinematografisi, yaratıcı ses kurgusu ve başroldeki Jana Raluy’un performansıyla festivalin bu yılki temasına uygun olarak seyircide iz bıraktığını söyleyebiliriz. Altın Lale Uluslararası Yarışma ödülünü kazanarak vizyonda gösterilme şansını artıran filmi yakaladığınız yerde seyretmeniz tavsiye edilir.
2) The Childhood of a Leader / Bir Liderin Çocukluğu (2015) – Brady Corbet (İngiltere, Macaristan, Belçika)
Hannah Arendt, Robert Musil, Jean-Paul Sartre ve John Fowles gibi düşünür-yazarlara referanslarla dolu Bir Liderin Çocukluğu neredeyse son jenerik kadar detaylı bir jeneriği filmin başında vererek odak noktasının başlangıçlar olduğunu ilk elden ima ediyor. Edebiyatta ve sinemada liderlerin zirvede oldukları yıllar birçok kez konu edinilmişken, Brady Corbet’in filmi gelecekte bir diktatöre dönüşecek Prescott’un çocukluk yıllarını ele alıyor. Prescott koyu Katolik bir ailenin çocuğudur ve babasının ABD Dışişleri Bakanlığı müsteşarı olarak 1. Dünya Savaşı dahilindeki görevi dolayısıyla dilini bilmediği Fransa’da yaşamaktadır. Bu çerçevede Prescott’un çevresiyle iletişim kopukluğu karakterinin şekillenmesinde önemli bir rol oynar; ama Corbet’in karakteri oluştururken kullandığı başlıca unsur Lacancı psikanalizdir. Bir diktatörün karmaşık karakterini çocukluk yıllarında katmanlı bir gelişim sürecine bağlamak daha derinlikli bir hikâye ortaya çıkarabilecek iken, açıkçası Bir Liderin Çocukluğu bu imkânı ıskalıyor ve Prescott’un annesiyle kurduğu ilişkiyi ve annesi dolayısıyla babasının otoritesiyle yaşadığı sorunları karakterin gelişiminde diğer tüm faktörlerin fazlasıyla önüne koyuyor. “Faşizmin çocukluk yılları”nı irdelemek oldukça zor bir iş ve bunu yaparken Haneke Beyaz Bant’ta çıtayı o denli yükseğe koymuş durumda ki Bir Liderin Çocukluğu’ndan aynı başarıyı beklemek haksızlık olur. Yine de dönemin karanlık atmosferini hem sinematografisi hem de müzikleriyle başarılı biçimde oluşturması, karakter analizindeki bazı zekice detayları ve çok etkileyici final sahnesiyle Brady Corbet’in filminin dikkat çekici olduğu yadsınamaz.
3) Rüzgarda Salınan Nilüfer (2015) – Seren Yüce (Türkiye)
Seren Yüce Çoğunluk’un ardından Rüzgarda Salınan Nilüfer’de de bir kez daha incelikli sınıf analizleriyle dikkat çekiyor. Handan ve Korhan orta-üst sınıf bir çifttir ve evliliklerinde çeşitli sorunlar vardır. Bunun da ötesinde sahip oldukları ekonomik olanaklar ve kültürel yoksunluklarının yarattığı karşıtlık nedeniyle bireysel açıdan da hayatları pek yolunda gitmez. Korhan, eşine ilgisiz fakat diğer kadınlara fazla ilgilidir. Handan ise arkadaşı Şermin’e özenerek kitap yazmak peşindedir. Şermin ve eşinin daha fakir, fakat daha kültürlü olmaları Handan için cezbedici bir özelliktir. Bu noktada, Pierre Bourdieu’nün sosyal sınıflar üzerine öne sürdüğü argümanları hatırlamakta fayda var. Marx’ın sınıf sisteminde başrolü oynayan ekonomik kapitalin yanına Bourdieu bir de kültürel kapitali koyar ve toplumsal sınıfların oluşmasında kültürel kapitalin de belirleyici olduğunu söyler. Yani, varlıklı olmak üst sınıf olmak için tek başına yeterli değildir. Handan’ın kitap yazarak kültürel kapital edinme planları da bu açıdan bir nevi sınıf mücadelesi olarak yorumlanmaya açıktır. Daha çok evler, AVM’ler, lüks mağazalar ve şık restoranları mekân edinen filmde tüketim toplumuna, inşaat sektörünün yarattığı “modernlik” illüzyonuna ve günümüz Türkiye’sinin sosyal yapısına dair Seren Yüce’nin başarılı gözlemlerine bolca rastlamak mümkün. Şermin’in dediği gibi, “Hikâye yazmak için etrafına iyi bakmak, nefretin, mutluluğun ve hüznün iç içe olduğunu görebilmek gerekir.” İşte Seren Yüce de Rüzgarda Salınan Nilüfer’de bunu yapıyor; Türkiye toplumuna çok iyi bakıyor ve dürüstlüğün, yalanın, zenginliğin, yoksunluğun, modernliğini muhafazakarlığın iç içe olduğunu tüm çıplaklığıyla gösteriyor.
4) Yemekteydik ve Karar Verdim (2015) – Görkem Yeltan (Türkiye)
Oyunculuktan yönetmenliğe geçmenin hep çok iddialı bir hareket olduğunu düşünürüm. Görkem Yeltan’ın filmi Yemekteydik ve Karar Verdim bu bakımdan benim için merak uyandırıcı bir iş olsa da, ulusal yarışmanın en büyük hayal kırıklığı olduğunu kabul ediyorum. İlk olarak alışkın olduğumuzun tersine 4:3 oranıyla çekilen filmin dar çerçeveye sıkışan görselliği seyircide maalesef hedeflenen etkiyi bırakmıyor; aksine, filmin en can alıcı sahnesi olan yemek masası sahnesi gibi kalabalık oyunculu sahnelerde oldukça yetersiz kalıyor ve hatalı bir tercih olduğu göze çarpıyor. Bunun dışında, hikâyede ana çatışmanın kurulması çok uzun sürdüğü ve anlatı fazlasıyla dağınık olduğu için takip edilmesi zor bir film ortaya çıkmış. Bu bakımdan, bir ilk film olarak Yemekteydik ve Karar Verdim, Görkem Yeltan adına pek de parlak bir başlangıç sayılmaz.
5) L’avenir / Gelecek Günler (2016) – Mia Hansen-Løve (Fransa, Almanya)
Henüz 35 yaşında olmasına rağmen beşinci filmini çeken Fransız yönetmen Mia Hansen-Løve L’avenir ile Berlin Film Festivali’nde en iyi yönetmen dalında ödülün sahibi olmuştu. Orta yaşlı bir felsefe öğretmeni olan Nathalie’nin eşiyle, annesiyle ve yayıneviyle yaşadığı sorunların ardından hayatının bazı bölümlerini kapatması ve yenilerini açma sürecine odaklanan film, seyirciye oldukça etkileyici bir karakter sunuyor. Bu karakterin başarısında tabii ki Isabelle Huppert’in her zamanki gibi üst düzey performansının payı olduğu unutulmamalı. Yine de felsefe ve politikanın anlatıya sıradan bir fon oluşturmaktan öteye gidemediği ve bu açıdan boşluklar ve kopmalarla dolu bir hikâyenin ortaya çıktığını da eklemek gerekir.
6) Truman (2015) – Cesc Gay (İspanya, Arjantin)
İspanya’nın prestijli Feroz, Gaudí ve Goya ödülleri ile San Sebastian Film Festivali’nde en iyi film, en iyi yönetmen ve en iyi erkek oyuncu başta olmak üzere çeşitli dallarda ödüller kazanan Truman, başrolü paylaşan ünlü oyuncular Ricardo Darín ve Javier Cámara’nın performanslarıyla dikkat çeken bir arkadaşlık hikâyesi anlatıyor. Julian ileri derecede kanser hastasıdır ve kısa zamanda ölümü kaçınılmazdır. Bu zor günlerinde eski dostu Tomas’ın ona destek olmak için Kanada’dan gelmesiyle birlikte kalan hayatına dair belirsizlikleri giderme yolunda adımlar atmaya başlar. Bu belirsizliklerin en büyüğü ise Julian öldükten sonra köpeği Truman’a ne olacağıdır. Ölüme hazırlanmak gibi trajik bir temayı komedi ile başarılı biçimde harmanlayarak seyirciye sunan Truman, Litvanyalı oyuncu Aistė Diržiūtė’nin Erol Demiray’a verdiği röportajda söylediği gibi “gerçek dostluk üzerine ustaca ve hüzünlü bir hikâye.”
Sosyoloji bölümü mezunu. Birkaç sinema filminin prodüksiyon aşamasında yer aldıktan sonra 2013 yılında Sinema Kafası’nı kurdu. Yazılarına Cineritüel’de devam etmekte, sinema doktorası yapmakta ve çevirmen olarak çalışmaktadır.