Konuk Yazar: Burç Karabulut
33. İstanbul Film Festivali’nde ulusal yarışma bölümünde on film yarıştı. Yarışma filmleri ile ilgili izlenimlerim kısaca şöyle:
Şarkı Söyleyen Kadınlar
Reha Erdem’in auteurlüğünün ispatı olan Şarkı Söyleyen Kadınlar, Büyükada’da gerçekleşeceği söylenen deprem felaketinin ardından adada kalanların hayatına odaklanıyor. Zaman zaman masal ile gerçeğin kesişmesine rağmen film, inanç dünyası üstüne birçok söz söylüyor. Yapım sinematografik açıdan masal ile gerçeğin muğlâklaştığı sahneleri çok iyi verse de, anlatmak istediği mesajı tam olarak seyircisine geçiremiyor. Reha Erdem’in daha önce Başka Sinema ile görücüye çıkan filmini İstanbul Film Festivali’nde görmek de bir sürpriz oldu. Altın Lale jürisi de bu filmi es geçmeyerek kurgu ödülünü Şarkı Söyleyen Kadınlar’a verdi.
Silsile
Ozan Açıktan’ın Silsile filmi, hunharca giriştiği aksiyon filmi Hollywood’dan hallice başarılı bir deneme olarak karşımıza çıktı. Daha önceleri komedi çekerek sinemaya adım atan Açıktan, bu sefer farklı ama zor bir işe girişiyor. POV yani bakış açı çekimlerinin çokça kullanıldığı Tarantino’dan alışık olduğumuz kurguyla desteklenen Silsile’de, Karaköy’de yaşanan bir cinayet sonrası kumarhane patronu, eşi ve onun arkadaşının başından geçen bir gece anlatılıyor. Senaryo anlamında da başarılı bulduğum film, görüntü yönetmenliği ödülünü hak ederek evine döndü.
Were Dengé Min/Sesime Gel
Hüseyin Karabey’in bu son filmi, belgesel ile drama arasında giden ince bir çizgiyi anlatırken hikâyesini ise kör ozanların üstünden anlatmayı yeğliyor. Sinematografik anlamda başarılı bulduğum film, bilinen doğu meselesine eğilmesine karşın yenilikten uzakta kalarak kendini tekrar eden bir döngü içinde sürüp gidiyor. Film, Radikal Halk ödülü ve müzik ödüllerinin sahibi oldu.
He Bû Tune Bû/Bir Varmış Bir Yokmuş
Kazım Öz’ün kamerasını mevsimlik işçilere çevirdiği bu docudramada, hikâyeden çok bizi görüntülere bırakmaya yelteniyor Öz. Kendi yurdundan (doğudan) göç eden işçiler, daha fazla para kazanmak için batıya geliyorlar. Çaresizce tarlada kendilerine iş veren patronları, alamadıkları yevmiyeleri ve çalışma arasında hayatları kaybolan işçilerin zor hayatları kameraya yansıyor. Öz de Karabey gibi bilinen bir sorunu kamerasına taşıyor. Belki bir adım daha giderek oturduğumuz yerde rahatsız olmamıza olanak veriyor. Festivalden Jüri Özel Ödülü ve FIPRESCİ ödülünü alarak eve götürüyor. Belgesel farklı bir konuya değinse de hem sinematografik açıdan hem de senaryo açısından hiçbir şey yapmıyor.
Deniz Seviyesi
Deniz Seviyesi, Esra Saydam ile Nisan Dağ’ın ortak bir işi sonucu ortaya çıkıyor. Damla adlı bir genç kızın yıllar sonra döndüğü Amerika’dan, dönüşünde eski erkek arkadaşı Burak ile sancılı ilişkisi anlatılıyor. Film olarak çok basit bulduğum yapım, iyi bir hikâyesi olmasına rağmen orijinal olamamasının sıkıntısını çekiyor. Karakterlerin hikâyelerinin özellikle zayıf kaldığını üzülerek belirtmeliyim. Yine de bir ilk film açısından vasatın biraz üstünde duruyor. Ulusal yarışmada ödül alamadı.
Ayhan Hanım
Ayhan Hanım, Levent Semerci’nin daha önce çektiği Nefes’ten farklı bir yerde durarak 1 Mayıs 77’yi ve ardından 80 darbesine uzanan dönemi bir aile üstünden anlatıyor. Bunu yaparken modern dans ile farklı bir dil yaratarak gerçekten altından kalkışılması zor bir şey yapıyor. Ancak, tüm iyi niyetine rağmen film kurgudan ve senaryo aksaklığından çekiyor. Yine Ayhan Hanım karakteriyle Vahide Gördüm, güçlü bir karaktere can veriyor. Kült film statüsüne yükseleceği inancını taşıdığım film, Türk Sinema Tarihi’nde deneysel bir sinemaya da yer verilebileceğinin kanıtı olarak ortada duruyor. En iyi kadın ödülü kazanan Vahide Gördüm’le, Ayhan Hanım bir ödülle yarışmadan döndü.
Ben O Değilim
Tayfun Pirselimoğlu’nun son filmi Ben O Değilim, farklı hikâyesiyle İstanbul Film Festivali’nde öne çıkanlardan biriydi. Senaryo ve en iyi film ödüllerini alan Ben O Değilim, bir adamın bir başka benzeriyle karşılaşıp onun hayatını yaşamaya başlamasıyla başına gelen olayları vurucu bir şekilde anlatırken, yer yer insanı koltuğunda zor oturtan twistlerle de senaryo akışını sağlıyor. Diyalog anlamında biraz sıkıntı çekilse de konu anlamında Bergman’ın Persona’sına yakın duran bir film olduğunu söylemeliyim.
İtirazım Var
Onur Ünlü son filmiyle polisiye sularına geri dönerken kendi bilinçdışımızın bir yansıması olan Selman Bulut’u da bize armağan ediyor. Sansürle boğuşan film kuşkusuz Türk Sinema Tarihi’nde önemli bir kilometre taşına sahip olacaktır. Özellikle yaptığı popüler referanslar ve günlük göndermelerle politik bir taşlamaya dönen İtirazım Var, festivalden en iyi yönetmenle döndü. Sen Aydınlatırsın Geceyi kadar olmasa da İtirazım Var komedi, polisiye ve arabesk kültürün bir araya getirilmesiyle de kült bir işe imza attı. Selman Bulut’un kanayan burnuyla gezdiği sahneler Chinatown’daki Jack Nicholson ile de inanılmaz benzeşiyor.
Kumun Tadı
Festival’in kalburüstü işlerinden Kumun Tadı, bir insan kaçakçılığı çetesinin rutin hayatına odaklanıyor. Timuçin Esen’in güçlü performansıyla desteklenen Kumun Tadı, maalesef festivalde hak ettiği ilgiyi göremeyip es geçildi. Sırf konusu sebebiyle cesur bir iş çıkartılmış. Tek zaafı çatının üstüne kurulan oyunculardan belki tam anlamıyla isteneni alamaması olarak lanse edilebilir. Kumun Tadı’nın ilerde daha fazla ilgiyle karşılanacağını düşünüyorum. Ulusal yarışmadan eli boş döndü.
Şair ve Meçhul
Şair ve Meçhul, festivalin yine kalburüstü işlerinden olmasına rağmen kurgusundaki anlaşılmaz durumlar sebebiyle sanki kalkıştığı zor işten vazgeçiyor. Süryanilerin tutunma öyküsü, ülkenin doğusundan İsveç’e giden iki paralel hikâye ile anlatılıyor. Süryani olmak veya olamamak, hatta Türkiyeli olmak ya da olamamak meselesi üstüne kafa yoran film, iyi işlerden olmasına karşın çaresizce denemesini yarıda bırakıp sıradanlaşıyor. Sinefiller için iyi bir film olduğunu düşündüğüm Şair ve Meçhul vasat kalıyor maalesef. Ulusal yarışmadan eli boş döndü.
Cineritüel’e yazıları ile katkıda bulunan konuk yazarlarımızın ortak hesabıdır.