23. Uluslararası Adana Film Festivali’nin (23. Altın Koza) 2. gününde usta yönetmen Ken Loach imzalı I, Daniel Blake ve çağdaş Rusya’nın sert bir eleştirisine dönüşen (M)uchenik filmleri dikkat çekiyor.
I, DANİEL BLAKE (2016): Sosyal Devletin Özelleştirilmesi [5/5]
Usta yönetmen Ken Loach’un Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye kazanan filmi I, Daniel Blake son yıllarda izlediğim en iyi filmlerden biri. Ken Loach işçi sınıfının sorunlarını beyaz perdeye taşıyan bir yönetmen ve bunu yaparken de klasik dramaturji kullanan birisi. Niyeti sanatsal zırvaları bir kenara bırakıp işçi sınıfının, filmlerini izlemesini sağlamak. Bu filmde de klasik dramaturji kullanılmış üstelik ders niteliğinde bir senaryo ve yönetime sahip. Ken Loach sineması “modern social realist fiction” olarak da tanımlanıyor. Bizim edebiyatta sosyal ya da sosyalist gerçekçilik dediğimiz şeye yakın bir tanım. Fakat bir idealizmin açıkça propagandası yapılmıyor. Var olan sistematik sosyal sorunların betimlemesi yapılıyor sadece. Temel insanlık değerlerine vurgular bulursunuz en fazla Ken Loach sinemasında. I Daniel Blake, Ken Loach sinemasının bütün vasıflarını üzerinde taşıyan en görkemli yapıtlarından birisi.
Film, emeklilik yaşına az bir süre kala bir inşaatta çalıştığı esnada kalp krizi geçiren marangoz Daniel Blake’in kalp krizi geçirdikten sonra doktorların “çalışması –şimdilik- uygun değildir” raporu vermesi ile kendisini vahşi bir sosyal düzenin içinde bulmasını konu ediyor. İşsizlik ve Destek Yardımı alabilmek için Bakanlık’a başvuran yaşlı Daniel Blake kendisini anlamsız bir bürokrasinin içinde buluyor. İngiliz Hükümeti tarafından bir Amerikan şirketine devredilen bu yardım fonu şirketi Daniel Blake’i yardıma uygun bulmuyor. Yardım alabilmesi için 15 puan alması gereken Blake 12 puan alabiliyor. “Oyun oynamıyoruz ki” diyor Blake ama ne de olsa karşısında özel bir şirket var ve “vatandaş” bu noktada artık bir “müşteri”ye dönüşmüş durumda. Sonrası anlamsız bir yığın prosedür. 1980’lerden sonra bütün dünyaya salgın gibi ABD tarafından yayılan “özelleştirme” politikalarının temel savı şuydu: “Bürokrasi çok hantaldı, ağır işliyordu. Devlet bu hantallık yüzünden zarar ediyor, vatandaş da gerektiği gibi devlet kurumlarından faydalanamıyordu”. Özellikle Türkiye’de özelleştirmeler için çok duyduğumuz hikayeler vardır. Bir fotokopi makinasının başında bekleyen beş memur. Bir evrakın müdüre imzalatılması için görevlendirilmiş birkaç memur, sekreter, manasız ve ne iş yaptığı bilinmeyen müdür yardımcaları vs. Devletler de bu rüzgar ile kurumlarını özelleştirdi; fakat tahmin edilenin aksine bürokrasi yok olmadı tam aksine şirketler bürokratikleşti. Daha acımasız bir şekilde kar amacı güden bir canavarla yüzleşmek zorunda kaldı vatandaş. Aslında Daniel Blake’e neden destek çıkmadığını film metni söylemese de hepimiz az çok tahmin edebiliyoruz mesela. Şirket çalışanlarının her zaman “az zarar çok kar” üzerine eğitilmiş olmaları. Bu sebeple Blake karşısında bir “insan” bulamıyor. Robotlaşmış insanlar, call centerlar, online işlemler, sıra numaraları sanki Blake’i yıldırmak ve vazgeçirmek için kurgulanmış dev bir makine. Film Blake’in yardım fonundan yardım alabilmek için bu makineyi alt etme çabasına odaklanıyor.
Ken Loach bu mücadele sırasında hikayeye bir karakter daha dahil ederek film metnini güçlendiriyor. Yardım kuruluşunda Daniel Blake, Londra’dan iki çocuğu ile periferiye itilmiş bekar bir anne olan Katie ile karşılaşıyor. Kimsenin kimseye yardımcı olmadığı ve sürekli bireyselleşmenin önemine vurgu yapılan bu çağda Ken Loach birlik olmanın, dayanışmanın, insan onurunun önemine vurgu yapıyor. Katie karakterinin önemi şurada yatıyor: “Birleşik Krallıkta çokkültürlülük; görünür farklılığın (visible difference) yahut görünür azınlığın (visible minority)farklı inançlarla birlikte beyaz bir nüfusa ve Hristiyanlığa eklemlenmesini (juxstaposition) ifade ediyorsa ve yerleşik inançlarla (established faiths) “ötekilerin” bir uyumu gözetiliyor ise”[1] bu durum etnik azınlıkların ve çoğu taşra kökenli işçi sınıfı nüfusunun beyaz-orta sınıf değerlerine eklemlenmesi anlamına da gelir. Şehir merkezinin (Londra) işçi sınıfından arındırılması ve şehrin beyaz yakalılar ile hizmet sektörüne terkedilmesi diğerlerinin/ötekilerin “şeyleştirilmesi” demektir. Katie genç yaşta anne olmuş, okulunu yarıda bırakmış, sürekli iş arayan ama bulamayan bir kadın olarak periferiye itildiğinde aslında devletin yaşamak için ona bir rol vermediğini anlıyoruz. Kendisi yardıma muhtaç olduğu halde Katie ve çocuklarına yardım etmek isteyen Daniel Blake bir taraftan kendi sorunu ile uğraşırken diğer yandan aynı kuruluştan yardım alamayan Katie’nin sorunları ile de uğraşıyor. Katie’nin güçlü bir kadın olarak çizilmesi kadınların bu mücadeledeki yerini de imliyor.
Paul Laverty’nin usta işi senaryosu, Ken Loach’un duygusal, çarpıcı, derinlikli anlatımı, Daniel Blake karakterini canlandıran Dave Johns’un aşırı gerçekçi oyunculuğu filmi son yılların en iyi filmlerinden biri yapıyor., Loach sosyal devletin ne olduğunu bir kez daha hatırlatırken insan hikayelerine odaklanmayı ihmal etmiyor. “Evren atomlardan değil hikayelerden meydana gelmiştir.” diyen Muriel Rukeyser’in ne kadar haklı olduğunu Ken Loach’un filmini izlediğinizde daha iyi anlıyorsunuz.
[1] Bu kısa yorum Yunas Samed’e aittir.
(M)uchenik (2016): Putin’in Rusyasının Eleştirisi [5/3]
(M)uchenik –Öğrenci- Alman oyun yazarı Marius von Mayenburg’ün 2012’de yazdığı Märtyrer (Şehit) adlı oyunundan yönetmen Kirill Serebrennikov tarafından sinemaya uyarlanan Estonya yapımı film çağdaş Rusya’nın sert bir eleştirisini yapıyor. Sürekli İncil okuyan bir lise öğrencisinin okulda gördüğü ahlaksızlıklara isyan etmesi ile başlıyor film. Kız öğrencilerin bikini ile havuza girmesine karşı çıkması ile okul yönetimini bir krizin içine sokan bu ateşli İncil öğrencisi; bilimi, toplumsal ilişkileri ve çağdaş Rusya’nın tüm modern kurumlarını eleştirmeye başlıyor. Annesi, öğretmenleri, okul yönetimi ve arkadaşları ile çatışan öğrenci, kiliseyi bile reddederek papazları İncil’i doğru okumamakla itham ediyor. Sürekli İncil okuyan ve bir süre sonra şizofrenik bir hal alan bu aşırı inanç tutkusu bize geleneksel ile modernin çatışmasının merkezini sunuyor. Türk ve Rus modernleşmelerinin aşağı yukarı birbirine benzediğini düşünürsek aslında bu film Türkiye’deki krizin de bir özeti olarak okunabilir. Dinin dizayn ettiği –ister İslam olsun ister Hristiyanlık- bir yaşamdan modernizmin dizayn ettiği bir yaşama geçişte yaşanan toplumsal ikilik krizi her ne kadar aşılmış gibi görülse de film bu krizin hala diri olduğunu söylüyor.
Sürekli İncil’den ayetler okuyarak çevresine vaaz veren bu gencin öfkesi, öteki inançlara karşı beslediği kin ve inançsız insanlara güttüğü düşmanlık günümüzdeki fundamentalizmlerin de bir eleştirisini sunuyor. Öğrencinin çatıştığı otoritelerin bir süre sonra aslında bu fundamentalist değerleri savunduklarını keşfetmeleri ve öğrencinin yanında yer almaları ise filmin yaratıcı tarafını oluşturuyor. Bazı sahnelerde göze çarpan Putin’in fotoğrafı ve Rusya bayrakları eleştirinin esas hedefini açık ediyor.
Öğrenci filmi günümüz fundamentalist değerlerin eleştirisini genç bir İncil tutkunu aracılığı ile yapan özgün bir metin; ancak bir film olarak o kadar başarılı sayılmaz. Yönetmenin filmi uyarlarken oyunun etkisinden çok çıkamadığını görüyoruz. Bazı sahnelerin tiyatro sahnesini andıran mizansenleri ve göstermeci tiyatronun kalıplarını andıran uzun diskurlar ve diyaloglar filmin zayıf tarafını oluşturuyor. Yine de günümüz dünyasındaki aşırılıkları ve geleneksel-modern çatışmasını göstermesi bakımından izlenmesi gereken önemli bir film.
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi mezunu. Marmara Üniversitesi iletişim Fakültesi’nde Sinema yüksek lisansını tamamladı. Sinema Kafası’nda başladığı film eleştirilerine Cineritüel sitesinin yanı sıra Dipnot Dergisi’nde film eleştirileri ve makalelerini yayınlayarak devam ediyor.