21. Yüzyıl James Bond’u ve Değişen İmajlar

21. Yüzyıl James Bond’u ve Değişen İmajlar

Share Button

Ian Fleming’in bir arzu nesnesi olarak yarattığı James Bond karakteri, 1960’lı yıllardan beri beyazperdede macerasını sürdürmeye devam ediyor. Ölmeyen, yaşlanmayan, atletik, zeki ve her daim cazibe merkezi ajanımız çoktan bir pop kültür ikonuna dönüşmüş durumda. Sadece kendisi değil, Bond kızlarından tutun da arabaları ve saatlerine kadar pazarlama kancaları ile dolu olan serinin son dönemde mekanikleşen senaryoları sayesinde hantallaştığı, izlendikten sonra unutulan büyük prodüksiyonlara dönüştüğünü gören yapımcılar, bu pop ikonuna taze kan arayışına girdiler. Hikâyede aradıkları yeni yaklaşımları ise, Bond’un köklerinde, Fleming’in ilk romanında buldular.

James Bond, 21. yüzyıla büyük riskler alarak girdi. Sarışın, klasik yakışıklı prototiplerinden uzak, sert ifadesiyle, bilinen Bond imajlarını yerle yeksan eden; daha duygusal, hatta romantik, klişe vurdumduymazlığı ve özgüveninin yerine ise soğukkanlı bir tedirginlik bulunan Daniel Craig’in canlandırdığı bu yeni Bond, kuşkusuz izleyici için de şaşırtıcıydı. Gerçi günümüz izleyicisi Bourne gibi anti-kahramanlara alışmış olsa da, yeni seri gerek Bond diyalektiğini kuran yapıyı revize etmesi gerekse kahraman imajlarının karanlık taraflarına odaklanmaları ile alışılmamış bir Bond ortaya çıkardı. Köklerine dönen, arayışları ve hayal kırıklıkları artan yeni Bond gibi, çevresi de değişmişti. Bond kızları yine çok güzeldi; ancak artık ne süs eşyası ne de arzu nesnesiydiler. M ve ekibi karikatür olmaktan uzaklaştı, derinlik kazandı. Kötü adamlar ise dünyayı ele geçirmekten çok, kendi hırslarının peşinde koşmaktaydılar. Tabi ki değişmeyen şeyler de vardı: Egzotik mekânlar, son model otomobiller, takip ve aksiyon sahneleri yerli yerindeydi. Ajan filmleri izlerken hissettiğimiz yakalanma korkusu, heyecan duygusu da üst seviyedeydi. Daniel Craig, Bond’u hatalar yapan, kaybeden, seven bir karakter olarak canlandırdı. Böylece 50 yaşında bir süper casus / kahraman, değişen dünyada hala yaşayan bir karaktere dönüşmüş oldu.

Riski Bir El: Casino Royale

Daniel Craig’in yeni Bond olarak beyazperdede ilk kez yer aldığı film olan Casino Royale (2006), klasik Bond filmi kurallarını eksiksiz yerine getirmekle kalmıyor, ayrıca karakteri ve çevresindeki algıyı yeniden inşa ediyordu. Bu açıdan Casino Royale’in oldukça yenilikçi bir Bond imajı çizdiğini söylemek doğru olacaktır. Bond’u, sıkışmış olduğu kalıbın içerisinden çıkaran film, son tahlilde kahramanlık imajlarını tamamen yıkmasa bile oyunbaz bir şekilde klişelere saldırmaktan da geri kalmıyordu. -Bond parodisi olan Ken Hughes imzalı Casino Royale’i (1967) hatırladığımızda Martin Campell’in filminin her an komik duruma düşecek çizgisinin iyi korunduğunu, hatta bu muzip mesafenin şık göründüğünü söyleyebilirim.-

Öncelikle Casino Royale açılıştaki yüksek dozlu aksiyon takip sahnesini saymazsak, Bond filmlerine göre oldukça durağan ilerliyor. Kumarhanede geçen bölümlerdeki yüksek gerilim atmosferi ile kapatılan bu boşluğa, film bir de zayıf kötü adam imajı ekliyor. Mads Mikkelsen’in canlandırdığı, kanlı gözyaşı döken Le Chiffre karakterinin ürkütücü bir soğukluk içerdiğini kabul etmekle birlikte, film içinde bir piyondan öteye gidemediğini, bu açıdan büyük bir tehdit olmadığını söyleyebiliriz. Böylece görece aksiyon ve cazip kötü adam kozlarını kaybeden Campell, riskli bir hamle ile Bond’un iç dünyasına keskin bir dalış yapıyor. Bilindik Bond kızlarından farklı olan Vesper ile ilişkisi, Bond’u beyazperde hiç görmediğimiz bir duruma sürüklüyor: Egosu törpülenen, dayak yiyen, işkence gören, kafası bir hayli karışık, oldukça karanlık ve duygusal bir Bond ile izleyiciyi şaşırtıyor. Şiddet dozu yüksek anlarda stilize olmaya çabalamayan, çiğ bir görüntü yönetimi ile desteklenen bu imajın 21. yüzyıldaki politik çalkantılar ve değişen kahramanlık algılarına paralel özenli bir yeniden yaratımın parçası olduğunu söyleyebiliriz. Bond’un ayaklarını yere bastıran film, sadece Craig’in Bond macerasını başlatmakla kalmıyor, izleyici için de alışkın olmadığı bir Bond portresi ortaya çıkarıyor.

İntikam Peşinde: Quantum of Solace

İlk filmdeki kaybını arkasında bırakmaya çabalayan, incitilmiş ve intikam peşinde bir Bond izlediğimiz bir sonraki film Quantum of Solace (2008) için Casino Royale’i tamamlayan bir devam filmi diyebiliriz. Devam filmlerindeki riskleri tam olarak ortadan kaldıramayan filmin bir kafa karışıklığı yaşadığı ve yönünü bulmakta zorlandığını söylemek mümkün. Öncelikle filmin odak noktası, Bond’un intikam hissi ile kötü adamla mücadele arasında ciddi bir şekilde bölünüyor. Bu da anlatıyı parçalıyor. Politik ikiyüzlülüğü ve fırsatçılığı ile ülkenin su kaynaklarını ele geçirmeye çalışan filmin kötü adamı Dominic Greene örneğinde gördüğümüz gibi, artık sadece Bond değil, karşısındaki kötü karakterler de değişime uğruyor. Karikatür olmaktan uzaklaşan, daha bireysel çıkarlar güden, sinsi kötü karakterler izliyoruz. Açıktan politik bir alt metinde ilerleyen Quantum of Solace, bu yönüyle yenilikçi unsurlar barındırmasına rağmen Dominic Greene karakteri derinleşemediği için genel öyküyü anlatmakta sıkıntı yaşıyor. Sırtını dayamaya çalıştığı aksiyonun da açılış dışında çok başarılı olduğunu söyleyemeyiz. Bu da filmin ağırlık ibresini Bond’un intikam isteyen düşmüş karakterine çeviriyor. Ancak Casino Royale’deki gibi derinlikli bir portre çizmeye vakti olmayan yönetmen Marc Forster, karşımıza insani yönleri kuvvetli fakat mızmız bir Bond çıkarıyor. Bilindik Bond karizmalarından uzaklaşan, asık suratlı bu yeni Bond, izleyiciyi birkaç nokta dışında yakalayamıyor.

Agent is Down: Skyfall

Quantum örgütünün iki piyonunu saf dışı bıraktığı maceradan sonra Bond, Skyfall (2012) ile köklerine dönüş yaşıyor. Bu kez karşımızda tamamen harap olmuş, soğukkanlılığını korumakta zorlanan, alkolik, hem fiziken hem de ruhen yaralanmış, bir nevi düşmüş bir süper kahramanı andıran bir Bond bulunuyor. Sam Mendes, Skyfall’u Bond’un kimlik arayışına dönüştürürken, eski Bond filmlerinden referansları ile Casino Royale’den beri süre gelen yeni Bond’un da etkin bir sentezini sunuyor. Bir yanıyla “bazı şeyleri eski usul yapmayı severim” diyen geçmişin karizmatik Bond’u ile günümüzün karanlıkta gezen kahramanının birleştiği Skyfall, serinin en iyi filmlerinden biri olarak göz dolduruyor. Sadece Bond değil, bu kez baş kötü adam da bir sentez olarak karşımıza çıkıyor. Yeni seride muğlak, daha çok gölge adamların sürdükleri piyonlar olarak tasvir edilen kötü adam figürü, Skyfall’da Bond’un bir ayna misali kendisini gördüğü Silva ile doğru bir soru soruyor: Geçmişe saplanıp kalacak mıyız, yoksa yola devam mı ediyoruz?

Eski ajan Silva’nın, tüm teşkilatı yerle bir etmeyi amaçlayan ve özünde gizli servisi yöneten M’den intikam alma isteğinin güçlü bir itki olduğunu söylemek biraz zor. Hatta M ile daha sonra Bond’un da katıldığı bir nevi sapkın ana-oğul ilişkisinin, parodi düzeyinde Freudyen okumalara gebe olduğunu söyleyebilirim. Bu kısmı dışarıda tutarsak Skyfall, gözden çıkarılmış iki ajanın verdikleri aşırı tepkileri merkeze alarak Bond evreninin pek de görmediğimiz iç yüzünü deşmeye gayret ediyor. Silva’nın bir görev esnasında kimliğini deşifre eden M’e duyduğu öfke ile, Bond’un vurulması ile sonuçlanan M’in karar mekanizmaları ilk kez tartışmaya açılıyor. Şöyle de söylemek mümkün; daha önce majestelerin emrine itaat etmekte bir sıkıntı görmeyen ajanların yaptıkları işleri sorgulamaları, Bond evreni için yeni bir kapının aralanmasına sebep oluyor. Siyah-beyaz’dan çok gri alanlara açılan bu kapının eşiğinde gördüğümüz Bond, kendisine ayna olan Silva vasıtasıyla yola devam etmek için tekrar doğması gerektiğini anlıyor.

James Bond, Skyfall’da küllerinden birkaç kez doğuyor ve öldürme yetkisi aldığı ilk filmden bu yana ilk kez kendi kimliğini kabulleniyor. Filmin açılışında ve finalde ölümle yüz yüze gelip her ikisinde de sulardan çıkması ile fiziksel; evi, çocukluğu ve geçmişiyle yüzleşmesi ile de ruhsal olarak doğum yaşayan Bond, tüm seri içerisinde maruz kaldığı duygusal şiddettin de üstünü incelikle örtüp, ajan kimliğini sahipleniyor. Skyfall, Bond’un geçmişine, doğup büyüdüğü topraklara belki başlarda biraz hoyratça dalıyor; ancak son tahlilde incelikli bir uzlaşma ile sonuçlanıyor. Diğer taraftan Mendes, gün geçtikçe kayıpların daha da artacağını Bond’a göstermekten de imtina etmiyor.

Büyük Resim: Spectre

Teknoloji, bilgi hırsızlığı gibi daha incelikli modern dönem kötülük yöntemleri ile post-modern yeni James Bond’un, daha çok kişisel hesaplaşma ve Bond’un kimliğinin kabullenmesi ile ilgili süreci ele alan üç Bond filminden sonra gelen Spectre (2015), bizlere büyük resmi gösterme gayretinde olmasına rağmen maalesef ki detaylandıkça boğulan, sıradan bir eğlenceliğe dönüşüyor. Oysaki Spectre örgütünün de başı olan filmin kötü karakteri Oberhauser ile Bond arasındaki bağ, geçmiş filmlerdeki sorgulamaları detaylandıracak ve Craig’in oynadığı dört filmi birleştirecek bir potansiyele sahip. Özellikle diğer filmlere yapılan referanslar aracılığıyla, uzun bir zaman diliminde karakterin portresini ortaya koyma fikri senaryoda detaylandırılamıyor. Bunun yerine Sam Mendes, Bond’un klasik senaryo matematiğini uyguluyor ve güvenilir sularda dolaşmayı tercih ediyor. Böylece Casino Royale ile başlatılan yeni Bond imajını yerle bir ediyor ve karakteri başladığı noktaya geri döndürüyor.

Spectre sadece zincirleme olarak birbirine bağlı kötü karakterlerin yarattığı evrensel kötülük imajıyla yeni bir şeyler söylemeye çalışıyor. Bilgi paylaşımı yoluyla istihbarat birimlerin bilgilerinin deşifre edilmeye çalışılması gibi politik bir arka planda akan öykünün Spectre bağlantısı ise bir eklenti gibi duruyor. Bunun yanında Oberhauser gibi ancak eski Bond filmlerinde göreceğimiz karikatür bir kötü adam ile kıl payı ölümden kurtulan Bond klişeleri seriye ciddi anlamda zarar veriyor.

Toparlamak gerekirse Casino Royale ile başlayan ve şimdilik Spectre ile sonuçlanan yeni Bond serisinin yenilikçi hamleler, etkileyici bir görsellik ve karakterlerin iç dünyalarına odaklanan anlatım tarzıyla günümüz izleyicisini yakaladığını ve Bond için yeni yollar açtığını söyleyebiliriz. Ancak seri, belirli kalıpları esnetse bile onları tam anlamıyla kırmadan yoluna devam etmeyi seçiyor. Bir popüler kültür ikonu olarak düşünüldüğünde, bunun kabul edilebilir olduğunu düşünüyorum.

, , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir