Bent Hamer sinemasını adlandıracak olsak, sanırım ilk uğrayacağımız kavram ironi olurdu; eşine az rastlanır bir yetkinlikle oluşturduğu senaryo şemalarıyla hemen her filmde ironik bir dünya kurmuştur. Senaryoda ironik bir şema kurmakla sıradan senaryo yazmak arasındaki farklara değinirsek, Bent Hamer üslubunu daha kolay anlayabiliriz. İronik bir anlatıyla komedi yaratmak, kendi iç yasaları olan bir sistem üretmeyi gerektir. Mizahtan farklı olarak, ironi, olay üzerinden komiklik üretmez. Anlatının geneli üzerinden işleyen, kahkahaya değil ama yüz ekşitmeye kapı açan bir komikliktir bu. Bu nedenle senaryoda komik olaylar yazmak, ağdalı, imalı ifadeler kullanmak ironi oluşturmaya yetmez. Senaryonun tüm işleyiş mantığını ve yasalarını hikayenin söylemine göre düzenlemek gerekir. Örneğin Jacques Tati filmleri veya yakın dönem örneklerinden Yorgos Lantimos filmleri ironik üsluplu anlatıya örnek olarak verilebilir. Yine Polanski filmleri de bu minvaldedir.
Edebiyatta, Kafka’nın Dönüşüm’ü, Bir Açlık Şampiyonu ve Cezalılar Sömürgesi gibi eserleri ve Sade’ın Sodom ve Juliette romanları ya da Herman Hesse’nin Boncuk Oyunu romanı ironik anlatı kurma açısından ders niteliğindedir. Aristofanes’in Kuşlar’ını da ilksel bir örnek olarak ekleyebiliriz. Özetle ironi için, kendi iç yasalarına göre düzenlenmiş bir metaforik söylem oluşturmak gerekir. Dönüşüm’ün böceği, Cezalılar Sömürgesi’nin işkence makinesi, Sodom’un konağı, Boncuk Oyunu’nun Kastalya’sı kapılı devre çalışan metafor üretme mekanları olarak işler. Artık yaşamın yasaları bu metaforlar üzerinden yeniden düzenlenir. Tıpkı, Lantimos’un Istakoz (Lobster, 2015) filminde herkesin evlenmek zorunda olması ve ölenlerin bir hayvana dönüştürülmesi ya da Bent Hamer’in 1001 Gram (2014) filminde, referans kilo üreterek tüm ağırlıkları bu kiloya göre ölçmek için seferber olan bilim insanları gibi, oluşturulan kurmaca dünyalar, kurumsal bir işleyişe dönüşerek metaforik anlamlar üretirler.
Aşkın Ağırlığı
1001 Gram filminin ironisi, modern modern diyerek, steril ölçü aletlerinden başka bir yenilik üretemeyen insan uygarlığını hicveder. Dünyanın en önemli şeyi gibi korunan – ki film açısından öyledir zaten – ulusal ölçü biriminin referans ağırlığı etrafında örülen hikaye, bu referans ağırlığının kaza sonrası hasar görmesiyle başka bir hal alır. Başlangıçta ölçü birimi konferansı için canla başla hazırlık yapan ve bu işi dünyanın en önemli işi gibi gören bilim insanı başkarakterimiz, yine referans ağırlığı konusunda uzman olan ve sonra bu uzmanlığı sorgulamaya başlayan babasının ölümüyle birlikte inanç sarsılması yaşar. Babasının ölmeye yakın bir zamanda kurduğu “hayatta hiçbir şeyin ağırlığını hissetmemek büyük bir ağırlık” cümlesi karakterimizin bakış açısını değiştirmeye başlar. Sıkı sıkıya bağlı olduğu kurallar, yapması gereken çalışmalar ve katılması gereken konferans eski önemini taşımaz artık onun için. Ölçü birimleri konferansı için geldiği Paris’te tanıştığı bir profesöre âşık olan karakterimiz için aşkın ağırlığı en önemli referans noktası olmaya başlar. Böylece ölçü birimleri üzerine yaklaşım değişir. Ölüm, aşk gibi ölçüye tartıya gelmez insani yanlarla, yine insanların kurdukları pek de insani olmayan ölçülebilir dünya arasında kurulan tezatlık, ilkinin zaferine doğru sonuçlanır.
Filmin senaryosunun çıkış noktası aslında çok basit bir soru üzerinden şekillenir. Ölçü birimleri olmazsa ne olur? Düşünsenize, kilonuzu, paranızı, sebze ve meyvelerinizi ölçmek ve bu ölçüye göre değer biçecek bir sistem yok dünyada. Herhalde ortaya çıkacak kaos çok da uzun sürmez. Bize şimdi tuhaf gelen bu durum insanlık tarihi düşünüldüğünde aslında çok uzun süreli bir durum değil. Yani alt tarafı, beş altı bin yıldır, ölçü, ağırlık tartı gibi gereçlerle haşır neşiriz. Dünya oluşumundan ve insanlığın toplumsal olarak yaşayışından bu yana düşündüğümüzde bu zaman sadece devede kulak kalır. Hamer, bu durumu iyi bildiği için önce sarsılmaz inançla donattığı bilim insanı karakterini sayısal dünyanın dehlizlerine hapseder. Karakter mutlu mesut yaşarken, birden babasının ölümüyle yüzleşir. Bu yüzleşme, bir kaza sonucu bir nevi kutsal sayılan ve kendi himayesinde olan ulusal referans ağırlığı hasar görür. Hasarı düzeltmek için yeni tanıştığı erkek arkadaşından yardım alır. Bir şekilde hasar düzelir ve ağırlık devletin en önemli yerinde tekrar pamuklara sarılarak muhafaza edilmeye devam eder. Fakat artık karakterimiz eskisi gibi değildir. Hemen işten ayrılır, sevgilisiyle kuş seslerinin kentte ve kırda farklılaşma sebebini araştırmaya koyulur. Aşkın ağırlığı en nihayetinde referans kabul etmez.
O halde Hamer bize ne söylemeye çalışır? 1001 Gram boyunca, sayısal veriler, ölçüm aletleri ve düzenli şehirler ile aşk, ölüm gibi duygusal insan özellikleri arasında bir diyalektik oluşturulur. Bu diyalektik, insanlığın, kendi hissedişlerine yabancı bir dünya kurduğunu gösterir seyirciye. Sayısal düzenden çıkmaya çalışmak ise ancak yeni bir araştırmanın – kuşların iletişim dili gibi – tarafı olarak mümkün hale gelir.
Filmin bir diğer göndermesi, referans ağırlık biriminin saklandığı ulusal ölçüm merkezi etrafında gelişen ilişkilerle şekillenir. Referans ağırlık ulusal devlet kontrolündedir. Devlet kademelerinin birimleri, bu ağırlığı koruma ve geliştirme işini milli bir mesele olarak addeder. Yani Hamer, sadece bilim insanlarına yöneltmez eleştiri oklarını, bu oklardan devlet de nasibini alır. Çünkü bilgi, devlet eliyle üretilen ve kontrol edilen bir müdahale aracıdır. Sonuç olarak eğer ağırlığın referansını devlet belirleyecekse, kurulan tüm toplumsal ilişki biçimlerini de devlet yönetecek demektir. Filmde devletlerin bilgi iktidarını nasıl kurduklarını anlamak ve bu iktidarla nasıl bir toplumsal dizayn mekanizmasının işlediğini fark etmek açısından da yetkin bir anlatı kuruluyor.
Başlıkta bahsi geçen filozof ve dere hikayesine gelince, bir karikatürden aklımda kalan espriden yola çıktığımı söyleyebilirim. Bahsi geçen karikatür – şimdi ne zaman okuduğumu, hangi dergide gördüğümü hatırlamadığım karikatür – dere kenarında bulunan filozofların iş bilmezliğini anlatırken, cevval bir adamın “onlar daha aynı derede yıkanmayı bile beceremiyorlar, bizim sorunlarımızı mı çözecekler” şeklindeki yanıtını konu edinir. Rasyonalizmin atası sayılabilecek Antik Yunan filozof Herakleitos’un “Aynı nehirde iki kere yıkanmaz” cümlesine atıf yapan karikatür, tabii ki tamamen farklı bir bağlamı kastediyordu. Herakleitos’dan bağımsız olarak söyleyecek olursak, 1001 Gram filmi de bir nevi “işimiz bu modern bilim insanlarına kaldıysa, burnumuz bo*tan çıkmaz” tarzında bir önerme kurar.
Not: Bu yazı ilk kez Rabarba Şenlik dergisinin 20. sayısında yayınlanmıştır.
Matematik öğretmenliği mezunu. Marmara Üniversitesi’nde sinema yüksek lisansı yaptı. Aynı üniversitede doktora eğitimine devam etmekte. Aylık sinema dergisi Rabarba Şenlik’in editörlüğünü yaptı. Sinema Kafası’nda başladığı sinema yazarlığını Cineritüel’de sürdürüyor. Mail: fatih_degirmen@hotmail.com