Whiplash (2014): İktidar, Kötü Bir Şey Değildir

Whiplash (2014): İktidar, Kötü Bir Şey Değildir

Yazar Puanı4
  • Filmde birbiriyle uyumsuz uzunlu kısalı sekans ve planlar varsa da, bunlar, davulun ritmi ve Andrew ile Fletcher’in birbirleri ile kurdukları göz teması ile seyircide sürekli bir gerilim yaratmayı başarıyor. Whiplash, Boyhood’un gereksiz konkre anlatımına ters olarak meselesine hizmet etmeyen hiçbir sahne içermiyor. Film, böylece roman sanatında “pencere açmak” olarak tarif edilen (Bu tekniği ilk defa Kafka “Dava” romanında kullanmıştır), okurun nefes alması için ana karakteri bir anlığına başka bir yöne yönlendiren tekniğin film için bir nevi gereksizlik olduğunu vurguluyor.
Share Button

Müzik ile arası iyi olan biri değilim. Bu yüzden Whiplash’ı biraz geç izledim; fakat peşinen söylemeliyim ki düşünülenin aksine bu film bir müzikal ya da bir caz güzellemesi falan değil. Caz ve davul filmin fonunu oluşturuyor sadece. Film, genç bir davul öğrencisi olan Andrew ile bir eğitmen olan Terence Fletcher arasındaki gerilimli ilişkiyi anlatıyor. Filmin temposu gerçekten takdire şayan bir titizlikle kurgulanmış. Fletcher’in Andrew’i tempoyu bir türlü ayarlayamadığı için tokatladığı ve ileride mi yoksa geride mi olduğunu sorarak Andrew’in ölçü ve tempo konusundaki bilgisini sınadığı ve birkaç tokat daha patlattığı sahnede anlatılan üzere film, tıpkı Andrew gibi bazen koşuyor bazen yavaşlıyor; fakat bunu yaparken temposunu o kadar güzel ayarlıyor ki davulun ritimleri ile sizi alıp götürüyor. Whiplash, sanat filmi denilen türden meselesi olan filmlerin de seyirciyi sıkmadan izlenebileceğinin kanıtı gibi. Ana akım sinema, seyircide bir sağaltıma neden oluyor; biz seyirciyi filme yabancılaştırmalıyız demek, illa filmin bir ıstıraba dönüşmesi demek değildir diyor yönetmen adeta. Filmde birbiriyle uyumsuz, uzunlu-kısalı sekans ve planlar varsa da, bunlar, davulun ritmi ve Andrew ile Fletcher’in birbirleri ile kurdukları göz teması ile seyircide sürekli bir gerilim yaratmayı başarıyor. Whiplash, Boyhood’un gereksiz konkre anlatımına ters olarak meselesine hizmet etmeyen hiçbir sahne içermiyor. Film, böylece roman sanatında “pencere açmak” olarak tarif edilen (Bu tekniği ilk defa Kafka “Dava” romanında kullanmıştır), okurun nefes alması için ana karakteri bir anlığına başka bir yöne yönlendiren tekniğin film için bir nevi gereksizlik olduğunu vurguluyor. “Piyanist Sviatoslav Richter’in Mussorgksy’nin Pictures of an Exhibition adlı eserini çaldığı ünlü bir konser kaydı vardır. Konser Bulgaristan’daki bir grip salgını sırasında verilmiştir. Konserin bir bölümünde seyirciler arasından sürekli öksürük sesi yükselirken, bazı bölümler çalınırken seyirciler arasında kimse öksürmez. Ünlü piyanist, sanatıyla 1500 hasta insanın öksürme güdüsünü kontrol etmeyi başarmıştır.” Whiplash, ustaca yazılmış senaryosunda hiç pencere açmayarak ve Boyhood gibi eldeki malzemelerden bir kolaj yapmayarak Richter’in konserindeki güçlü etkisi gibi seyirciyi ekrana kilitlemeyi başarıyor. Büyük bir kurgu becerisi sergiliyor. Böylece Hollywood’un ana akım anlatısının dışında bir film, kendi ritmi ile seyirciyi klasik anlatı kalıplarının dışında bir anlatımla filmin içine çekmeyi başarıyor. Ayrıca bunu yaparken -bence en önemlisi- Whiplash, gerçeği temsil etmiyor, size hayatın bir replikasını sunmuyor, herhangi bir teşhir yok, ustaca; hakikati imgeleştiriyor. Tıpkı Carax’ın Holy Motors’u gibi… Zannediyorum bu da sinema sanatı için önemli bir şey.

Whiplash üzerine yazılacak çok şey var. Ben bu filmin çağın paradigmasını tersyüz eden bir retorik inşa ettiğini düşünüyorum. Bu sebeple film üzerine değil de filmin bana çağrıştırdıkları üzerine yazmayı yeğliyorum. Yazının bundan sonraki kısmı filmi izlemeyenler için anlaşılmaz olabilir; zira filmi anlatmayacağım ve sadece filmden fragmanlar sunarak filmin temasını anlatmaya gayret edeceğim.

Modernizmin iflası ile iflas eden şey sadece modernizm olmamıştır. Bu post-modern dönem her türlü değer ve yargı’nın görecelilik adı altında yıkılmasına neden olmuş, gerçeğin farklı açılardan farklı algılanabilirliği, hakikatin de böylesi bir akıl yürütmeyle kişiselleşebileceği fikrini doğurmuştur. Hakikatin biricikliği yerini insanın biricikliğine terk etmiştir. Böylece her bir ferdin biricik ilan edildiği, kişinin özne olarak bir değer kazandığı tüketim toplumunun kutsanmış tüketicisi doğmuştur. Öyle ki çocukluğumuzdan beri hepimize havadaki kar tanelerinin her birinin birbirinden ayrı olduğu gibi (bu da bilimsel olarak ispatlanmış bir yalandır; kar taneleri birbirinden farklı değildir) bizim de farklı olduğumuz bize vazedilir. Hepimiz yetenekliyiz, hepimiz özeliz. Eğer istersek her şeyi yapabileceğimiz, içimizde sınırsız bir yetenek ve güç olduğu söylenir. Nihayetinde “bunu ben de yaparım” küstahlığı çevremizde sık rastladığımız bir tavır halini almaya başladı artık. Her şeyin bizim için olduğu dahası insan için olması gerektiği savı neredeyse kutsal bir tez olma yolunda hızla ilerliyor. Farklılıklarımız modern ve pre-modern dönemdeki gibi bir kusur ve eksik olarak değil bir değer olarak kapitalist pazarın birer metaı oldu.[1] Çeşitlilik adı altında, farklı düşüncelerin ‘doğruluğunun-yanlışlığının’ bir değer olarak sadece farkın sahibinin vicdanına terk edildiği hümanist / insan hakları temelli / demokratik / eşitlikçi / özgürlükçü / post-laik bir dönemdeyiz artık.

Muhafazakâr bir aydın olan G.K. Chesterton şöyle der: “Allah’a inancın yitirilmesinin tehlikesi, hiçbir şeye inanılmaması değil; herhangi bir şeye inanılmasıdır.” İşte çağımız herhangi bir şeye inanmakla Allah’a inanmak arasında bir fark görmeyenlerin, farkın kendisini kutsayanların çağı. Şimdi Whiplash’ın kurduğu retoriğe dikkat kesilelim. Çağımızın önemli bir paradigması yukarıda değindiğim sebeplerle iktidarın temelde kötü bir şey olduğunun vurgulanmasıdır. Whiplash tam da böylesi bir dönemde aslında iktidarın temelde kötü bir şey olmadığını klasik bir ilişki biçimine yaslanarak anlatır: Usta-çırak ilişkisine. Filmde Fletcher -kendisi de bunu bir sahnede söyler- sadece orkestrayı yöneten bir öğretmen değildir. Öğrencilerinin içindeki potansiyelleri açığa çıkarmak için her yolu deneyen, gerektiğinde onları aşağılayan, öğrencileri ile ilişkisini kurarken bu ilişkiyi onları aşağılamak üzerine kuran bir ustadır. Okulda herkes ondan korkar, konservatuarın bir ilahı gibidir. İlk sahneden başlayarak Fletcher’ın çevresine saldığı korkuyu seyrederiz. O dakiktir, bir öğrencinin istikbali iki dudağı arasındadır. Birisinin hatasını gördüğü anda onu saf dışı bırakır. Öğrencileri çılgın bir rekabetin içine hapseder. Öğrenciler onun gözüne girmek için; kan, ter ve gözyaşı dökmek zorundadır. Klasik bir solcu, Fletcher’ı rahatlıkla faşist olarak tanımlayabilir.

Fletcher’ın bu sert tavrı farklılığın bir değer olarak varsayıldığı bu post-modern çok-kültürlü toplumda elbette eşitlikçi demokratik  ilkelere terstir. İnsan hakları savunucuları şöyle diyecektir: Kimse eğitim için bile olsa bir öğrenciye tokat atamaz. Nitekim filmin kırılma sahnelerinden ilki ve devamı Fletcher’ın yetenekli eski öğrencilerinden birisinin intihar etmesi ile başlayan, hukukun devreye girerek Fletcher’ın iktidarını sarstığı o meşum olaylar zinciridir. Burada temel soru şu olmalıdır: Fletcher’ın işlevi nedir? Yani iktidar gerçekten kötü bir şeyse -Fletcher’ın sert tavırları ile öğrencilerinin psikolojisini bozduğu gerekçesiyle okuldan atılmasını sağlayan modern hukuk ve günümüzün tipik bir ideal vatandaşı olan Andrew’in babası, bu fikrin filmdeki en açık temsilcileridir- babanın ve avukatın iktidarın yarattığı sorunu çözmek için günümüzün sinik siyasetinde, olan şeyi yapmaları; yani iktidarı ortadan kaldırmaları (Fletchter’in okuldan kovulmasını sağlamaları) Andrew’in sorununu çözmüş müdür? İlk soruyu tekrar soracak olursam Fletcher, Andrew için ne’dir? Ortadan kaldırılması gereken bir engel mi yoksa bir usta mı? Fletcher Andrew için var olmanın önkoşuludur. Çok açık bir şekilde film bize şunu söyler: Eğer babanın sözünü dinleyip iyi bir yurttaş olsaydı kesinlikle ünlü bir davulcu olamayacaktı; fakat Andrew akıllıca bir hamle ile Fletcher ile çarpışmayı seçti ve rüştünü ispatladı. Filmin finalinde Andrew ile Fletcher arasında yaşanan son çarpışma, Andrew’in bu savaştan galip ayrıldığının -aslında dolaylı olarak Fletcher’in de galip olması anlamına geliyor bu; çünkü nihayetinde Andrew’i yaratan adam oluyor- ve usta bir davulcu olacağının işaretini veriyor. İşte diyalektik yasanın temeli bu. Günümüz sinik siyaseti her bir bireyi böylesi bir çarpışmadan korumak için (birey hakları-insan hakları-demokrasi) her türlü insani(!) önlemi almış durumda. Bu yüzden çağımız Tolstoy yetiştirmek için uygun bir çağ değil. Filmin önemli sahnelerinden biri olan babanın ve dostlarının da bulunduğu ve Andrew ile tartıştıkları yemek sahnesinde, Andrew’in dışındaki diğer karakterlerin hayattaki küçük de olsa başarılardan mutlu olduklarını görürüz. Andrew ise ölümsüz olmak istediğini, 3. sınıf bir ligde top oynarken kendini yıldız bir oyuncu sanan yaşıtları gibi kendisini kandırmayacağını söyler. Masada oturanları her fırsatta iğneler. Andrew’in babasının da gençken yazar olma gibi bir hevesinin olduğunu ama başarısız olarak edebiyat öğretmenliği ile kendini teskin ettiğini biliyoruz. Andrew babası gibi olmamak için direnir biraz da. Bunun için mücadele etmesi gerektiğini de bilir. Burada filmin önemli karakteri Fletcher’in varlığı önem kazanır. Çünkü Andrew, Tim Burton’un son filmi Big Eyes’ın Walter Keane’i değildir. Walter Keane başkalarının yaptığı resimleri kendine mal eden ve kendi yapmış gibi pazarlayan bir sahtekârdır. Neticede derdi para ve şöhrettir. Andrew; Birdman’in Riggan’ı (Michael Keaton) da değildir. Aslında Riggan’ın kendi kafasında yarattığı fantezi evreni (Birdman) ile yemek masasında Andrew’e muhalefet edenlerin -en başta babanın- kendilerine yarattıkları illüzyon arasında fark yoktur. Andrew burada, ne tesadüfler eseri sınıf atlayacak olan Hollywood’un meşhur tipidir ne de Big Eyes’ın Keane’i gibi ne pahasına olursa olsun şöhret ve paraya ulaşmak isteyen günümüzün rekabetçi bireyidir. Andrew, elleri kan içinde kalsa da en iyi davulcu olmak için canı pahasına mücadele eden Nietzsche’nin aktif nihilisti gibidir. “Değerin değersizleştirildiği” bir çağda “tinin gücünü artırmak” ve “yaşamsal gücü zenginleştirmek” için savaşır.

Andrew’in Fletcher ile olan ilişkisi bana Nihat Genç’in bir öyküsünü hatırlattı: Hasım Sahibi Halim Dayı.[2] Halim Dayı Trabzon’da şehirde yaşıyor, köyde hasımları var. Sürekli tetikteler. Hasımları, Halim Dayı ve akrabalarını birbirine kenetliyor ve onların daha çok çalışması, zenginleşmesi, güçlenmesi için bir araç haline geliyor. Zayıf düştükleri anda mahvolacaklarını bildiklerinden sürekli çalışıyorlar. Tabii bölgenin en zengin ailelerinden biri oluyorlar. Silahlar kuşanıp hazırlıklar yapıyorlar. Gel zaman git zaman Halim Dayı’nın hasımları Almanya’ya göç ediyorlar ve Halim Dayı’nın çöküşü başlıyor. Hikâyenin sonunda, Halim Dayı beş parasız,  elinde bir şarap şişesi, ormanda tek başına üzerinde eski püskü elbiseler nara atıyor. Hikâye anlatıcısının babası şöyle diyor: Allah kimseyi hasımsız bırakmasın. Şimdi, Fletcher’i kaybettikten sonra Andrew’e ne olduğuna bakalım. Kaderleri Halim Dayı ile benzeşmiyor mu? Andrew, Fletcher’i kaybettiğinde müziği de kaybediyor. Okuldan atıldıktan sonra onu bir kafede çalışırken görüyoruz. Oysa müzisyen olmak için başka yollar deneyebilirdi ama o vazgeçiyor. Tekrar Fletcher ile karşılaştığında ise filmin en gerilim dolu sahnesi başlıyor ve Andrew için şöyle diyoruz: Allah Andrew’i Fletcher’sız bırakmasın. Son sahnede Andrew tam vazgeçiyorken ve babasını karşısında kucağını açmış vaziyette görünce bu kucak açmanın ne olduğunu bilir. İşte bu toplumsal hakların seni tehlikelerden korumak için açtığı kucaktır: Başaramadın ama olsun ben seni seviyorum, der baba. (Gündelik siyasette çok yaşadığımız bir şeydir. Zayıfların sürekli korunması gerektiğine dair oluşan kanı, zayıfların sürekli zayıf kalmalarını sağlayan şeydir aynı zamanda. Dostoyevski, Budala romanında sadaka vermeyi bu sebeple aşağılık bir şey olarak tanımlar. Hem ezilenlerin sürekliliği hem de siyasi sol elitlerin temsilcilikleri söz konusudur bu dayanışmada(!). Madunu konuşturmamak için gerçekleştirilen bir eylem. Sol siyasetin bu babacan kucak açma merakından vazgeçmesi liberal solun gerilemesi için iyi bir şans olabilir.) Andrew babasına sarılıp teselli bulmak yerine geri dönüp Fletcher ile son kez ringe çıkmayı tercih eder. Gerçek bir direniş örneğidir bu ve aynı zamanda çağın paradigmasını da yıkan bir şey. Sonuç olarak hepimiz farlılıklarımızla bir arada dövüşmeden yaşayabiliriz diyen günümüz sinik siyasetine karşı şöyle demeliyiz: Farklıyız ve de karşıtız. Karşıtlıklarımız bizi var eden şeylerdir. Ben kendi tinimi yüceltmek için savaşmaya hazırım. Peki ya sen?

[1] Burada bir yanlış anlaşılmanın önüne geçmek istiyorum. Söylemek istediğim farklılıkların ortadan kaldırılması değildir. Bu farklılıkların bir ontolojik zeminden mahrum oluşudur.
[2] Nihat Genç, Tek Tabanca, April Yayınları, s. 24

twitter.com/kursatsaygili

, , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

1 comment

  1. Kerem Duymuş

    Whiplash için postmodernitenin ontolojik çıkmazlarına işaret ediyor demek temelde büyük bir hatayı barındırmaktadır. Çünkü Whiplash, açıkça Amerika’nın geç modernizminde ayyuka çıkan sağcı muhafazakar hareket övgüsünden de görüleceği üzere, aslında tam da yazınızda bahsettiği şekilde, çöküşünü cümle alemin tanık olduğu modernizme saf bir övgü üzerine kuruludur. Bu konuda asıl ontolojik çıkmazda olan filmin kendisi ve de üzerine kurulduğu düşüncedir. Hatta ironik bir şekilde, harekete övgü temsiline dönüşen dinamik kurgu yaratabilmek için senaryonun gerçekçiliğinin ve tutarlılığının kolayca feda edilmesi; iktidarın istediği doğrultudaki hareketin ontolojik çıkmazıyla büyük bir paralellik içermektedir.
    İktidarın kötü olmadığıyla ilgili düşüncede de kendini gösteren geç modernizm vurgusunun postmodernizme yönelik bir eleştiri olarak görülmesi de temelde bazı hataları göstermektedir. Çünkü burada iktidarın kötü olup olmaması konusu, iktidarın olup olmaması konusunun bir uzantısı olarak karşımıza çıkar ki, postmodernizm iktidarın ifşa edilmesi çabasına girişmesi bunu iktidarın saf kötü olduğu düşüncesi temelinde değil; bunun farkındalıktan yoksunluğu üzerinden ilerler. Yani Fletcher’ın yaptığı şeyin Andrew için iyi olup olmadığı sorusundan ziyade şunu sormalıyız: Fletcher’a o hakkı kim verdi?
    Fletcher’ın görevden alınması mevzusundaysa sinik siyasetin klasik, iktidarı elinden alma olarak yorumlayamayız. Burada var olan iktidarı korumak için yapılan bir iktidar değişimidir. İktidar güçten yanadır ve güç, bireysel anlamdakinin tarihsel gelişim nihayetinde toplumsal olanla müzakere edilmesine zorlanmıştır. Bu temelde, zayıfın korunması veya farklılığın kutsanması amacıyla değil iktidarın korunması amacıyla yapılmış bir değişikliktir.
    Whiplash’i tinsel olanın savunulması üzerinden hareketin estetize etmesi olarak tanımlar ve bunu olumlarsak şayet, bunun ontolojik yansımasını açığa vurmak da gerekir. Tam burada, Andrew’un mücadelesini değerlerin değersizleştiği bir ortamda yaşamsal gücü zenginleştirmek olarak değerlendirmek aslında; Andrew’un değil içinde bulunduğu modernitenin ontolojisini ayyuka çıkarmak olur. Bu açıdan Andrew’un Fletcher gittikten sonra müziği bırakması üzerinden verilen mesajı, çatışmanın noksanlığı üzerinden yaşam gücünü kaybetmesi olarak tanımlarsak şu hataya düşmüş oluruz: Yaşamak için hareket değil, hareket için yaşamak. Bu sebeple Andrew’un ölmesine izin verilmez çünkü hareket için yaşamak zorundadır.
    Whiplash, günümüz Amerikan geç modernizminin içinde barındırdığı, ontolojiden yoksun bireyselliği faşist hareket estetizesi üzerinden inşa eden muhafazakar sağ söylemin bir tür sözcüsü gibi davranarak yaptığı iktidar övgüsüyle onun varlığını daha da gizlemekten öte iyiliğine vurgu yaparak tam bir propaganda filmine dönüşmektedir bana kalırsa. Çünkü filmde temelde hiç bir çatışma yoktur aksine iktidara tam itaat vardır, Andrew’dan Fletcher’a kadar. Bu açıdan filmi bir başkaldırı ya da tinsel olanın mücadelesi değil iktidara boyun eğme, ve onun tinsel olanı doğrultusunda hareket etme olarak değerlendirmek daha doğru olacaktır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir