The Grand Budapest Hotel (2014): Bir Parça Tarih İçinde Bütün Bir Avrupa

The Grand Budapest Hotel (2014): Bir Parça Tarih İçinde Bütün Bir Avrupa

Share Button

Konuk Yazar: Burç Karabulut

The Grand Budapest Hotel, Wes Anderson’dan beklenildiği gibi bir film olamasa da renk cümbüşü olan setleri, dönemin giysileri ve mizanseniyle normal bir film olmayı başarıyor. Bunun ötesinde farklı bir tarih denemesi yapmaya çalışan bir meta-film olarak karşımıza çıktığını da söylemeliyim. Film, Avrupa’da bir otelde geçen olayları Grand Budapest’in içine yerleştirerek çeşitli bağlantılar kurarken Avrupa tarihini alaya almayı da ihmal etmiyor. Tarihin baştan yazılmasından farklı olarak tarihi manipüle eden, kendine göre düzenleyen bir çatı kuran filmde, bu yapıyı anlatırken hatta kurarken “sinekod” sözcüğünün kullanılmasının iyi ifade açısından mantıklı olduğunu düşünüyorum.

Tarihçi Kenneth Burke dört tane yazma biçiminden söz eder: Metafor, metonomi, ironi ve sinekod. Sinekod filmde özellikle, “ZZ” flamaları, Marcel Duchamp’ın tuvalet resimliğindeki absürtlüğü hatırlatan “Elma ve Çocuk” tablosu ve iki kadının cinsel olarak betimlendiği resimlerle, iki dünya savaşının küçük bir temsilinin kurulduğu istasyon sahneleriyle tarihe bir Wes Anderson eli ile dokunduruluyor.

Hayden White ise bu yazma biçimlerinin tarihin anlatımında büyük bir rol oynadığını söyler. Bir tarihçi, tarih anlatısını çeşitli modlarla, argümanlarla ve ideolojilerle etkileyerek yeniden biçimlendirir: Yazma metodu olarak kronolojik sıraya sokabilir, hikâyeleştirebilir, önemli tarihleri ekleyip önemsiz gördüklerini çıkarabilir, bazı olayların detaylarına inip bazılarını çok kısa geçebilir.  Dilini biçimlendirirken  de ironi, metafor, metonomi ve sinekod gibi dilin eşsiz özelliklerden yararlanır. Tarantino’nun alaycı olarak tarihi ele alan Nazi hikâyesi kadar olmasa da Wes Anderson’da aslında bildiğimiz kronolojik tarihin akışı içine yer yer alaycı bir tarih anlatısını yedirmeyi beceriyor ve bunu anlatırken hikâyesini bir değil iki kişiyle manipüle ediyor: Kitabın yazarı ve Zero Mustafa’nın yaşlı hali olarak karşımıza çıkan bu şahıslar bir tarihçi/hikâyeci refleksiyle Wes Anderson’un anlatısının içine yerleşiveriyorlar.

Budapest Oteli’nden Avrupa’nın tarihine…

Wes Anderson kendi filminin içinde bir otelin tarihini anlatmaktan öte o tarihte otelin başından geçenleri anlatmayı yeğliyor. Otelin ne zaman kim tarafından yapıldığı, mimarının kim olduğu gibi bir tarihten değil de Anderson için o anda kendi oluşturduğu tarihi anlatmak bir anlamda önem kazanıyor. İki dünya savaşının arasında kalmış Zubrowka ülkesinde Budapeste adlı bir otelin olması bile yönetmenin bize alaycı tarih anlayışını yansıtır.

Budapeste Oteli’ni alaycı bulalım ya da bulmayalım yönetmenin bize kendi Avrupası’nı anlattığını söylemeliyim. Anderson, İstanbul’da bir Londra ya da Paris oteli bulunması gibi kendisine küçük bir Avrupa toprağı çalıyor, içine bir tutam Zubrowka serpiyor. Serpildiği yerde ise bir hikâye büyüyor. Hikâyesinde Zubrowka’nın  absürtlüğünde bir Avrupa ülkesi tahayyül ederken o tahayyülünde de tarihçi refleksiyle otelin tarihini es geçiveriyor. Avrupa’nın tarihini Zubrowka üzerinden tekrar olarak ironik bir anlatımla bize geçirmeyi başarıyor.

Marchel Duchamp’in o absürt resimini çağrıştıran iki kadın resmini anlatmadan burjuva ailesine umulmadık bir ders vermeyi de beceriyor. Gustav H. karakteri itibariyle bir resepsiyonisti yani alt sınıftan birini oynuyor. Haliyle resim sanatından anlamaması absürtlük içinde absürtlük sunuyor. Resim alamayacak ve anlamayacak bir hali olan Gustav H., Boy with Apple (Elmalı Çocuk) resmini kaçırırken yerine kendi bakış açısına uygun bir resim bırakmayı ihmal etmiyor. Dalga geçilen burada sadece resim değil Madame D.’nin ölümü üzerine toplanan burjuva ailesinin ta kendisi oluyor. Gustav H.’nin alaycılığıyla modern sanata vurulan absürtlük tekrar göz önüne çıkmış oluyor.

Dünya savaşlarının Avrupa tarihindeki yeri, sanatı kadar kışkırtıcı bir gerçeği içinde saklar. Wes Anderson’ın Zubrowka’sı kuşkusuz iki dünya savaşının arasındaki bir zamanda geçiyor. Trenlerin durdurulduğu sahneler her dünya savaşı temalı filmde trajedi ve korku çağrıştırır. Zihin her sahnede ister istemez bir Alman işgalini ve ardından gelecek zulmü sezer. Film bu öngörülenin herhangi bir Alman işgaline uğrayacak olmasından habersiz ya da bilinçsiz bir şekilde, gelecek savaşı ve işgali alaya almayı başarıyor. Mülteci durumundaki Zero ile Gustav H. absürt bir kâğıt parçasıyla Alman işgalini atlatmayı başarıyorlar. Hatta Alman subayının Gustav H.’nin elinde büyümesi ile absürtlüğün dozu da artıyor. ZZ ismini tamamen alaya alan yönetmen, Nazi işgaline yaptığı göndermenin hakkını verirken görüldüğü üzere sadece Budapest Oteli’nde gerçekleşen bir işgalden yani tarihten söz edilebiliyor.

Yer yer ironik bir anlatım biçimini edinen The Grand Budapest Hotel, bir tarih içinde tüm Avrupa’yı parçalayarak (sinekod) bütün Avrupa’yı kastederek anlatısını seyirciye ulaştırıyor.

twitter.com/Burckarabulut

, , , , , , , , , , , , ,

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir