Taxi (2015): Cafer Penahi; Özgürlük Savaşçısı mı, Kültürel Ajan mı?

Taxi (2015): Cafer Penahi; Özgürlük Savaşçısı mı, Kültürel Ajan mı?

Yazar Puanı2
  • Taxi filmi “sinematografik gerçekleştirim”i açısından önemli bir film; gerçek ile kurgunun nasıl birbirine içkin olabileceğini gösteriyor. Fakat benim üzerinde durmak istediğim konu bu filmin algılanış biçimine, pazarlanma biçimine ve Penahi’nin bu noktada sansürü zekice delen başarılı bir özgürlük savaşçısı olmaktan çıkıp nasıl kültürel bir ajana dönüşebildiğine dair olacak.
Share Button

Cafer Penahi’nin 65. Uluslararası Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı kazanan filmi Taxi, bir taksinin içine yerleştirdiği kameralar vasıtasıyla ve bazen taksideki müşterilerin ya da yolcuların kameraları -cep telefonları ve amatör kameraları- aracılığıyla elde ettiği görüntüleri kurgulayarak bir film metni yaratmayı başarıyor. Taksinin şoför koltuğunda Penahi’nin kendisi var. Filmin ilk yarım saatlik bölümü oldukça eğlenceli, keyifle izleniyor. Filmin son bölümü ise ilk kısma göre daha durgun seyrediyor. Filmin birkaç plandan oluşmasını ilk başta gözünüz yadırgasa da biraz sonra buna alışıyorsunuz. Penahi olayların akışına göre vizörünü ayarlıyor. Taxi filmi “sinematografik gerçekleştirim”i açısından önemli bir film; gerçek ile kurgunun nasıl birbirine içkin olabileceğini gösteriyor.

Peki Taxi filmi ile Cafer Penahi ne anlatıyor? Taksi Tahran sokaklarında gezerken, taksinin müşterileri ve Penahi’nin küçük yeğeni arasında gerçekleşen uzun diyaloglarda seyirciye anlatılan şeyler; İran’da sanatın üzerindeki sansür, sanatçıların üzerindeki baskı, idam edilen insanlar, hurafelerin peşinden koşan yoksul İran halkı ve despotik İran rejimi. İran halkının bu baskı ve sansür yasaklarını zekice nasıl deldiklerini de film, mizahi bir dille anlatmayı başarıyor. Bu baskıcı düzene karşı filmde isyan eden üç karakterin de –Foucault’nun adlandırmasıyla- spesifik entelektüel diyebileceğimiz kişiler olması da manidar; yani yönetmen (sanatçı), öğretmen ve avukat… Penahi, elbette içinde bulunduğu durumu eleştirecek. Aydın olmak sanatçı olmak bunu gerektirir, fakat benim üzerinde durmak istediğim konu bu filmin algılanış biçimine, pazarlanma biçimine ve Penahi’nin bu noktada sansürü zekice delen başarılı bir özgürlük savaşçısı olmaktan çıkıp nasıl kültürel bir ajana dönüşebildiğine dair olacak.

Abbas Kiyarüstemi bir söyleşide Cannes Film Festivali’nin direktörü Gilles Jacob’un kendisine bir uyarısını paylaşır: Jacob, film yapım koşullarıyla ilgili olarak, “Asla çekimlerin eğlenceli olduğundan bahsetme, ne kadar acı çektiğinin altını çizmelisin. Çok çalıştığını ve işin çok ağır olduğunu vurgulamalısın, yoksa filmin görülmeye değer olmadığını düşünürler.” der.[1] Neden İran’da ya da Doğu’da koşulların hep daha çetin, yönetimlerin hep daha despotik olduğu yönünde bir kanı vardır? Ya da seyirci neden bunları duymak istiyor? Cevabı ne olursa olsun, son dönemde İran sinemasının Batılı -biz de dâhil- seyirciler tarafından zevkle izlenmesinin altında oryantalist bir gerekçe var. Serpil Kırel konuyla ilgili yazdığı makalede şöyle diyor: “İran filmlerinin Batı tarafından büyük bir beğeniyle ve sempatiyle karşılanıyor olmasının ardında, Batı’da eski bir hastalık olan gizli bir Doğu’ya “sömürgeci fantezi” alışkanlığı denebilecek bir “üstten bakış”ı harekete geçirerek bakma alışkanlığının etkisi olduğu söylenebilir. Yani yaygın “beklenti”ye göre Doğu, Doğu kalmalıdır. İran filmleri de aslında Doğu’nun Doğu kaldığının birer kanıtıdırlar! Örtülü kadınlar, kadının toplumsal konumu, örtük cinselliği, erkek egemen bir kültürün her anlamda öykülerde ortaya konuluşu, İslam dininden kaynaklanan ve daha çok kadının toplumsal varlığında ve temsilinde odaklanılan kamusal alandaki sıkışmışlık olgusu olarak kısaca sayabileceğimiz özellikler bu filmlerde temsil edilen Doğu’nun alışıldık görünümleridirler. Bakışın sömürgeleştirilmesi olarak ele alınabilecek bu durumda Doğu, anlattığı öykülerle de, öykü anlatma biçimiyle de aynı Doğu’dur”.[2] Kırel’in aktardığı “sömürgeleştirilmiş bakış” kavramı önemli. Bakış ne zaman ve kim(ler) tarafından sömürgeleştiriliyor? Bu elbette ideolojinin de nerede yattığını bize gösterir. İdeolojinin nasıl çalıştığını görmek için “sömürgeleştirilmiş bakış”ın üreticilerine odaklanmak gerekiyor.

Hardt ve Negri’nin en önemli kitabı olan İmparatorluk’ta yazarlar günümüz biyo-politikasının üreticilerinin ne olduğunu Agamben ve Foucault gibi filozofların açıklayamadığını vurgularlar. Yazarlara göre zoe ile bios ayrımı biyo-politikanın üreticileri tarafından ortadan kaldırılmıştır. Yani özel hayat ve kamusal hayat arasındaki ayrım kalkmış kişisel olan politik hale gelmiş, bedenlerimiz birer politik makineye dönüşmüştür. İmparatorluk yazarları, Agamben ve Foucault’nun sormadığı radikal bir soru sorarlar: Kimdir bu üreticiler? Zoe bizleriz tamam ama peki ya bios kim? İmparatorluk yazarlarının cevabını dinleyelim: “Sermaye aslında her zaman bütün yerküreyi dikkate alan bir görüş uyarınca örgütlenmiştir; ama sadece 20. yüzyılın ikinci yarısında çok-uluslu ve ulus-üstü endüstriyel ve mali korporasyonlar küresel toprakları biyo-politik olarak gerçek anlamda yapılandırmaya başlamıştır… Söz konusu faaliyetler daha çok toprak parçalarını ve insan kitlelerini doğrudan yapılandırıyor ve eklemliyor. Korporasyonlar, ulus-devletleri kendilerinin harekete geçirdiği malların, paraların ve insanların akışının kaydını tutan araçlardan ibaret hale getirmek istiyor. Ulus-üstü korporasyonlar çeşitli piyasalar arasında emek gücünün doğrudan dağıtımını yapıyor, kaynakları işlevsel olarak bölüştürüyor, dünya üretiminin çeşitli sektörlerini hiyerarşik olarak örgütlüyor. Yatırımları seçen, finansman ve para manevralarını yöneten bu karmaşık aygıt, dünya piyasasının yeni coğrafyasını ya da gerçekte dünyanın yeni biyo-politik yapılanmasını belirliyor… Paraya bulanmış bu alan dışında hiçbir şey, hiçbir duruş noktası, hiçbir “çıplak hayat” yoktur; hiçbir şey paradan kaçamaz. Üretim ve yeniden üretim paradan elbiseler giyinip kuşanmıştır. Aslında küresel arenada her biyo-politik figür paradan kıyafetler içindedir… Büyük endüstriyel ve finansal güçler böylelikle yalnızca metaları değil, öznellikleri de üretir. Bu güçler biyo-politik bağlam içerisinde fail niteliğine sahip öznellikler üretir. İhtiyaçları, toplumsal ilişkileri, bedenleri ve zihinleri üretir; yani üretenleri üretir. Biyo-politik alanda hayat üretim için çalışmak ve üretim de hayat için çalışmak haline getirilmiştir. Bu, kraliçe arının sürekli olarak üretimi ve yeniden üretimi gözetim altında tuttuğu büyük bir kovandır.”[3] İmparatorluk yazarlarının ifade ettikleri biçimiyle günümüzün bios’u ulus-üstü sermayedir. Sermaye kendi dışında bir “çıplak hayat”a imkân tanımaz ve pazara dâhil ettiği şeyler de sadece metalar değil tüm öznelliklerdir. Sermaye tüm öznellikleri soğurur ve biyo-politikanın içine yerleştirir. Bu alanda üretilen kültürel ürünler de doğal olarak öznelliklerini yitirmiş, gerçek biyo-politik alanı manipüle eden ve sorunları siyasal zeminde tartışmak, siyasileştirmek, düşünmek, aklileştirmek yerine kültürelleştirerek pazarın alanının genişlemesine katkıda bulunur. Sorunu kültürelleştirmek ne demektir? Recep Tayyip Erdoğan’ın Soma’da madende ölen 301 işçi için kullandığı “ölüm bu işin fıtratında var” ifadesi tam olarak küresel sermayenin dilidir ve sömürgeleştirmenin nasıl meşrulaştırıldığının açıkça ifade edilmesidir. Zizek şöyle der: “Bizlere Afrika’da açlıktan kıvranan çocukların görüntüleri gösterildiğinde ve bir şeyler yapma çağrısında bulunulduğunda, alttaki ideolojik mesaj şöyle bir şeydir: Düşünme, siyasileştirme, yoksulluklarının gerçek sebeplerini unut; sadece hareket et, bağış yap, böylece düşünmek zorunda kalmamış olursun!”[4] Sorunun kültürelleştirilmesi elbette liberal çok-kültürcü politikaların yaygınlaştırılmasında kullanılan bir silahtır; ama kültürelleştirmenin en önemli fonksiyonu Batı’nın müdahale hakkını meşrulaştıran bir zemin oluşturmasıdır. Küresel sermaye, sömürgeleştirmek istediği ülkelerde yerli işbirlikçileri ve organik aydınları/sanatçıları aracılığıyla “sömürgeleştirilmiş bakış”ı inşa eder. “Her bir isyan ve itiraz cümlesinin, Amerikan akademisinde bir kürsüsünün olması” bakışın birinci dünyadan nasıl buraya ithal edildiğini de açıklıyor. Türkiye gibi ülkelerde de Boğaziçi Üniversitesi gibi kurumlar aracılığıyla kültürelleştirme, politik olanın yerini alarak müdahale hakkı meşrulaştırılıyor. Kadın sünnetinden tutun çocuk gelinlere, idam mahkûmlarından şiddet eğilimine her şey sömürgeleştirilmek istenen coğrafyanın kültürel bir uzantısı gibi medya aracılığıyla servis ediliyor; elbette sanat aracılığıyla da. Son 15 yılda herhalde TV haberlerinde en çok duyduğumuz kavram “küresel terör”dür; yerine inşa edilmek istenen ise küresel sermaye oluyor. İmparatorluk yazarlarına göre bu durum Batı’nın “müdahale hakkını” meşrulaştırıyor. İnsan hakları ve demokrasi argümanlarıyla bu haklarını hem içselleştiriyorlar hem de meşrulaştırıyorlar.[5] Kanımca, bu siyasi atmosferin bir uzantısı olan kültürel ürünlerin -özellikle söz konusu Doğu olduğu zaman- festivaller ve çeşitli organlarla yaygınlaştırılması bu müdahale hakkına zemin hazırlayan başlıca araçlardandır. “Askeri müdahale”nin öncesinde gerçekleşen “ahlaki müdahale”, “İmparatorluk”un “kültürel ajan”larının eliyle piyasaya sürülür. İmparatorluk yazarları durumu şöyle ifade ederler: “Ahlaki müdahale dediğimiz şey bugün haber medyası ve dinsel örgütler dâhil çeşitli organlar tarafından hayata geçirilir; ama bunlar içinde en önemlileri hükümet dışı örgütler (STK) denen örgütlerin bazılarıdır. Söz konusu örgütlerin, doğrudan hükümetlerin güdümünde olmadıkları için etik ya da ahlaki buyruklar temelinde faaliyet yürüttüğü varsayılır. STK terimi çok çeşitli grupları tarif eder; ama biz burada asıl olarak Uluslararası Af Örgütü, Oxfam ve Sınır Tanımayan Doktorlar gibi kendini yardım işine ve insan haklarının korunmasına adamış küresel, bölgesel ve yerel örgütleri kastediyoruz. STK’lar aslında (bu durum katılımcıların niyetlerinin aksine olsa bile) yeni dünya düzeninin güçlü barış silahlarından -İmparatorluğun yardım kampanyaları ve avuç açtırma düzenlerinden- bazılarıdır. Bu örgütler silahsız, şiddetsiz ve sınır tanımayan ‘haklı savaşlar’ verirler. Ortaçağdaki Dominikenler ve modern dönemin şafağındaki Cizvitler gibi, bu gruplar da evrensel ihtiyaçları tespit eder ve insan haklarını savunurlar. Kullandıkları dil ve yürüttükleri faaliyetler yoluyla bu örgütler önce (ciddi zararlarını önleme umuduyla) mahrumiyeti düşman olarak tanımlarlar, sonra onu günah olarak saptarlar… Bu şekilde ahlaki müdahale emperyal müdahalenin cepheye sürdüğü kuvvet haline gelmiştir… Bu STK’lar İmparatorluk kuruluşunun biyo-politik bağlamına boğazına kadar gömülmüştür; bunlar İmparatorluğun adalet adına yatıştırıcı ve üretken müdahalesine özlem duyarlar. STK’ların yeni düzeni barışçı bir biyo-politik bağlam olarak göstermesi, bu kuramcıların ahlaki müdahalenin dünya düzeninin habercisi olarak ürettiği acımasız sonuçları görmelerine engelmiş gibi görünüyor. Ahlaki müdahale sıklıkla ortamı askeri müdahaleye hazırlayan ilk eylem olarak hizmet görür. Böylesi durumlarda askeri operasyon uluslararası onay almış bir polis eylemi olarak sunulur.”[6] Film festivallerinin özgürlük adı altında “sermayenin ideolojik aygıtı”na dönüşmesi böyle bir biyo-politik üretimin uzantısıdır. İmparatorluk yazarlarından daha radikal bir şekilde kapitalizmin bu küresel serüvenini 16. yüzyıla kadar götüren Immanuel Wallerstein’a göre “human rights” (insan hakları) kavramı sömürgeci İspanyolların da Amerika’yı sömürgeleştirirken kullandığı bir dildi. Bugün bu kavramın arkasına “demokrasi” kavramı takılmış durumda. Bugün film festivallerinin kadın, LGBTİ, insan hakları, demokrasi, etnisite gibi ayrımlarla ya da bölümlemelerle seyirciye sunulması ve sömürgeleştirilmek istenen coğrafyanın despotik ve insan haklarından yoksun ezilen kimliklerinin temsil edilmesi böylesi bir “ahlaki müdahale”nin kültürel araçlarıdır. Şimdi Taxi filmini bir kez daha düşünün ve Penahi’yi tekrar konumlandırın. Bu filmlerin mevzubahis STK’lardan ne farkı var?

Yukarıda; “Neden İran’da ya da Doğu’da koşulların hep daha çetin, yönetimlerin hep daha despotik olduğu yönünde bir kanı vardır? diye bir soru sormuştum. Bu sorunun cevabı “ahlaki müdahaleye zemin hazırlayan kültürelleştirme politikaları” olmasın!  Son yıllarda Avrupa çok-kültürlülüğüne yapılmış iki önemli saldırı oldu. Bu saldırılar Salman Rüşdi’nin Şeytan Ayetleri’nden beri Avrupa’da görülen en önemli iki “kültürel kriz”dir. İlki 2011 yılında Norveç’te 77 kişinin ölümü ve yüzlerce kişinin yaralanmasına neden olan terör eylemidir. Diğeri de 7 Ocak 2015’te gerçekleşen 12 kişinin yaşamını yitirdiği Charlie Hebdo dergisine yapılan saldırıdır. Şimdi iki saldırının medyada nasıl yer aldığına bakalım. Breivik, Norveç’i kana buladığında ajanslar saldırının El-Kaide bağlantılı olduğunu söylediler. Breivik meydana çıktığında ise olayın ciddiyeti anlaşıldı ve Breivik kısa süre içinde “deli” ilan edildi. Ne ki Breivik’in terör eyleminden önce yazdığı 1000 sayfayı aşan manifestosu onun hiç de deli olmadığını, tam aksine çok zeki ve gayet mantıklı biri olduğunu ortaya koyuyordu. Yine de kimse bu saldırının Hristiyanlığın ürettiği bir şiddet olduğunu ve bunun Avrupa kültüründen kaynaklandığını iddia etmedi. Charlie Hebdo saldırısı ise açıkça Müslümanları aşağılayan bir argümana dönüştü. Oryantalizmin o malum dili yeniden devreye sokuldu ve Müslümanların zaten böyle(!) olduğu konuşulmaya başlandı. Olaydan bir müddet sonra Beşiktaşlı futbolcu Demba Ba Fransa’da bir TV programına çıktı. Müslüman olduğunu her fırsatta dillendiren ve dindar birisi olduğunu sıkça beyan eden Ba’ya program öncesi üzerinde “jesus charlie hebdo” yazan bir tişört giydirilmek istendi. Ba, bunu reddetti ve program boyunca sunucu tarafından Ba’ya, Müslümanlar adına özür dilemesi ve olayı tekrar tekrar kınaması için küstahça imalarda bulunuldu. Aynı pozisyonda Norveçli bir futbolcunun olduğunu düşünün. Sizce Ba’ya yapılan imalarla karşılaşır mıydı? Son yıllarda ortaya çıkan terör örgütü IŞİD üzerinden de aynı söylem sürdürülmüyor mu? Oryantalizmin en sevdiği üç konu IŞİD ile birlikte hemen dolaşıma sokuldu. Birincisi; örgütün vahşi şiddetinin İslam’ın cihad anlayışından kaynaklı olduğudur. İkincisi; çok eşlilik ve cinsel fantezilerle ilgili Doğu’nun cinsiyetleştirilmesi meselesidir ki IŞİD’in kadın köle pazarları, çokeşlilik gibi haberleri medyada sıkça yer buldu. Üçüncüsü; yine yıllanmış bir oryantalist söylemin tekrar gündeme getirilmesidir ki; IŞİD’in ele geçirdiği bölgelerdeki sanat eserlerini parçalamasıdır.[7] İmge ve temsilin Kur’an’da ve hadislerde açıkça yasaklanmadığı defalarca yazılıp çizilmesine ve İslam tarihinde tasvirin sıkça kullanıldığı artık yüzlerce örnekle gün yüzüne çıkmasına rağmen IŞİD’in tamamen siyasi olan bu yıkma/parçalama eylemlerinin yine İslam’ın özüne dayandırılması geri kalmışlığın, yoksunluğun, yoksulluğun, ezilmişliğin ve daha onlarca şeyin sebebinin siyaseten tartışılmasının önünü keserek olayları kültürelleştirmek ve ahlaki müdahalenin önünü açmak için kullanılan bir metottur. Böylece Irak’a Amerikan bombaları yağarken Irak halkının özgürleştiğine olan inanç halkların zihninde inşa edilir. Irak 2003’te bombalanırken Radikal yazarı Cengiz Çandar ne yazmıştı hatırlayın: “Japonya’ya da demokrasi bombalarla gelmiştir.”

İslam coğrafyasını ve özellikle Müslümanları “insani değerler”den yoksun göstermek, Müslümanları Avrupa-merkezci “küresel modernlik”e hazırlamak ve pazara dâhil etmek küresel şirketler tarafından sıklıkla kullanılır. Liberal bir aydın olan -bir zamanlar Sarkozy’nin de danışmanlığını yapmıştı- Bernard Henry-Levi bakın ne diyor: “Cezayir’de İslami Selamet Cephesi’nin iktidara gelmesi demokrasiye aykırı idi. Bu yüzden 1992’deki darbeye olumlu baktım. Gazze’de olanlar da aynıdır. Mısır’da Müslüman Kardeşler’in de iktidara gelmesini demokrasiye aykırı buluyorum. Demokrasi sadece seçim değil aynı zamanda değerlerdir.” Bir panelde söylüyor bu sözleri; yanında eski İsrail Dışişleri Bakanı var.  O da kafasını sallayarak destekliyor Levi’yi. Levi Erdoğan’ı da pek sevmiyor, otoriter buluyor. İsrail ile ilişkileri bozduğunu söylüyor. Hani şu fundamentalist din adamlarının; Yahudi halkının, Yahudi olmayanlardan kan bağışı almasını haram saydıkları İsrail. Ders kitaplarından Hristiyanlığı anıştırıyor diye ‘+’ işaretini kaldıran, Yahudi olmayanların birçok haktan faydalanamadığı, Filistinli Müslüman Araplara kan kusturan ve her fırsatta çıkardıkları kanunlarla Araplara Yahudilerden aşağı olduklarını hatırlatan İsrail… Bu İsrail’in Levi’nin vurguladığı değerlere uyup uymadığına siz karar verin; Levi bu konuda bir şey söylemiyor. Bu konuda suskun olan Levi’nin söylediği çok net bir şey var ki o da bu değerlere Müslümanların uymadığı. Daha doğru bir ifade ile Müslümanların İslam’ı terk etmedikçe bu değerlere uy(a)mayacağıdır. 2010 yılında Fransa’da “burka” tartışmaları yaşanırken iki söylem dikkat çekicidir. Fransa’daki iktidar partisi Halk Hareketi Birliği’nin (Union pour un Mouvement Populaire) meclis lideri Jean-François Cope burka yasağını savunurken şöyle demişti: “Bir ülkenin ne kadar modern olduğunu, kadınlarına nasıl muamele edip ne kadar saygı gösterdiğine bakarak anlayabiliriz.” Bu ifadede hiçbir sorun yok gibi gözüküyor. Kadınların hakları elbette savunulmalı, herkes özgür ve eşit olmalı; ayrıca kadınlar, erkek egemen baskılardan kurtulmalıdır. Fakat ardından Sarkozy’nin açıklaması geliyor ve Sarkozy peçeler “hoş karşılanamaz” diyor; zira Fransa gibi seküler bir ülkede, Müslüman olmayanları korkutup yadırgatıyordu. Burada kadın haklarının savunulmasından nasıl da Fransız hayat tarzının dayatılmasına geçildiğini, Avrupa-merkezci bakışın nasıl da diğer kültürleri aslında kendi kültürlerini tehdit eden bir tehlike olarak gördüğüne şahit oluyoruz. 2015’in hemen başında Türkiye sığ bir şekilde Barış Atay’ın attığı bir tweeti tartıştı. Yeni yılın doğan ilk bebeğinin haberini paylaşan Atay, “fotoğraftaki anneyi bulunuz” yazdı. Fotoğrafta yeni yılın ilk bebeği babanın kucağındadır; annesi ise çarşaflı ve muhtemelen dini kaygılarla fotoğrafının çekilmesini istemediğinden arkada durarak yüzünü çarşafıyla örtmüştür. Atay’ın vurguladığı şey İslam’ın kadını toplumdan soyutlaması ve ikinci plana iterek birey olma vasfını elinden almasıdır. Peki ya o kadın hiçbir baskı görmeden sadece kendi inancından ötürü öyle giyiniyorsa? Ne olursa olsun bu kimliğinden vazgeçmek istemiyorsa? Elbette bunlar henüz tartışılıyor değil, sadece Sarkozy’nin de Atay ve bu dili kullananların da üstünde durdukları konu modernizmi tehdit eden ilkel(!) kültürlerin insan hakları ve demokrasi temelli yenilenmesi bir nevi reforma tabi tutulmasıdır. Batı çok-kültürlülük derken şunu kasteder: Senin kültürüne saygı gösterebilirim; ancak tüm fundamentalizminden ve özcü yaklaşımlarından uzak durman koşuluyla, elbette modern kurumları onaylaman da gerekiyor. Burada vurgulamak istediğim elbette Doğu’da işlerin aslında yolunda gittiğine dair değildir. Ne Penahi’nin filmde vurguladığı olgular ne de Ortadoğu’daki siyasi gelişmeler gerçekte olmayan, uydurulmuş gerçekliklerdir. Hepsinde hakikat payı vardır; fakat dikkat etmemiz gereken küresel sermayenin bu olguları nasıl kullandığıdır. Ulus-üstü ve çokuluslu sermayenin zihinsel üretimine karşı uyanık olmak gerekir. Batılı festivallerin ve organik aydınların eliyle kurumsallaştırılan İstanbul Film Festivali gibi kurumların Doğulu ya da Güneyli yönetmenlerin filmlerini sergilerken böylesi hesaplar yaptıklarını; küresel şirketlerin, sermayenin ideolojik bir aygıtı olduklarını hesaba katmak ve filmlerdeki temsil mekanizmalarına karşı uyanık olmak zorundayız.

Şimdi gelelim yukarıda sorduğum sorunun ikinci bölümünü cevaplamaya: Bizler seyirci olarak bu filmleri neden seyrediyoruz? Ne istiyoruz? Haz mekanizması nasıl çalışıyor? Bizlere  bu filmlerle verilmek istenen mesaj bizim ne kadar da özgür olduğumuzdur. İşte Doğu’da baskı, kölelik, azgelişmişlik, fakirlik, yoksunluk, otoriterlik; oysa siz ne kadar da özgürsünüz, gibi bir duygu yaratır insanda ve seyirci sistemin devam etmesi için mücadele etmeye devam eder. Batıdaki ve bizim gibi ortada duran ülkelerdeki baskı politikalarının üzerini örtmek için bir nevi diyalektiğin negatif tarafını oluşturuyor bu filmler. Zizek, Snowden’in sızdırdığı CIA belgelerinden sonra şöyle yazmıştı: “Çin gibi bir ülkede, özgürlüğün karşısındaki sınırlılıklar herkesin malumudur. Bu mesele hakkında herhangi bir yanılsama söz konusu değildir. Hâlbuki ABD’de biçimsel özgürlükler büyük ölçüde güvencededir, dolayısıyla birçok birey kendi hayatında özgür olduğunu hisseder ve devlet mekanizmalarınca ne derece kontrol edildiğinin farkına bile varmaz. Banka hesaplarımızın, amazon.com sitesinden hangi kitapları satın aldığımızın, e-maillerimizin, vb.’nin kontrol edilerek her birimiz hakkında ne kadar çok şey öğrenilebileceğini bir düşünün. İfşaatçıların (Wikileaks ve Snowden’i kastediyor, y.n.) apaçık baskıcı rejimleri kınarken, yani doğrudan deneyimlediğimiz özgürlüksüzlüğümüzü gözler önüne sererken malumu ilan etmekten çok daha önemli bir şey yapıyorlar: Kendimizi içinde özgür hissettiğimiz durumun temelinde yatan özgürlüksüzlüğü gözler önüne seriyorlar.”[8] Suudi Arabistan’da kadınların araba kullanamadıklarını öğrendiğimizde kendi otomobil hürriyetimizin tadını çıkarmak daha bir keyifli hal almıyor mu? Ya da kadın sünnetlerini anlatan bir film izlediğimizde kendi cinsel organlarımızı güvende hissetmiyor muyuz? İran’da film yapmanın çeşitli sansür mekanizmalarına bağlı olduğunu seyrettiğimizde özgür sanatın keyfini çıkarmıyor muyuz? Oysa bu tam da bizi uyutmak için kullanılan ya da bizim kendimizi kandırmak için kullandığımız sistemin sürekliliğini sağlayan bir araç değil mi? “Sağlık hakkı elimizden alındığında bize yeni bir tercih özgürlüğü (sağlık tedarikçimizi seçme özgürlüğü) verildiği söylenir; uzun vadeli bir işe güvenemez hale gelip birkaç yılda bir yeni bir güvencesiz iş bulmaya mecbur bırakıldığımızda, bize kendimizi yeniden icat etme ve kişiliğimizde saklı halde bekleyen yeni, hiç tahmin edilmedik yaratıcı potansiyelleri keşfetme fırsatı verildiği söylenir; çocuklarımızın eğitimi için para vermek zorunda olduğumuzda, sahip olduğu (veya ödünç aldığı) kaynakları eğitime, sağlığa, seyahate vb.’ye nasıl yatıracağını özgürce seçmek durumundaki bir kapitalist gibi hareket eden “benlik girişimcileri”ne dönüştüğümüz söylenir. Devamlı zoraki “özgür tercih” bombardımanına tutulan, almaya genelde doğru düzgün ehil bile olmadığımız (veya hakkında yeteri kadar malumatımız olmayan) kararlar almaya zorlanan bizler, özgürlüğümüzü günden güne katlanılmaz bir endişeye sebep olan bir yük gibi deneyimleriz. Bu kısır döngüyü tek başımıza, tecrit halinde bireyler olarak kıramayız; çünkü ne kadar özgürce eylersek sistemin o kadar çok kölesi oluruz; hal böyle olunca, sahte özgürlüğün bu “dogmatik uyku”sundan dışarıdan bir Efendinin dürtüklemesiyle “uyandırılmamız” gerekir. Mayıs 2002’de New York Üniversitesi’nde bilimcilerin temel sinyalleri bir farenin beynine iletebilen, böylece bilimcilerin (tıpkı uzaktan kumandalı bir oyuncak arabada olduğu gibi) bir yönlendirme mekanizmasıyla farenin hareketlerini kontrol edebilmesini sağlayan bir bilgisayar çipini iliştirmiş olduğu haberi çıkmıştı. Tarihte ilk kez, canlı bir hayvan failinin “irade”si yapacağı hareketlere dair “kendiliğinden” kararları, dış bir makine tarafından devralınmıştı. Buradaki büyük felsefi soru şudur: Dışarıdan verilen kararlarla gerçekleşen bu hareketleri talihsiz fare nasıl deneyimlemişti? Onları kendiliğinden hareketler olarak deneyimlemeye devam mı etmişti? (bir başka deyişle kendi hareketlerinin yönlendirildiğinden büsbütün habersiz miydi?), yoksa “bir şeyde sorun olduğu”nun ayırdında mıydı? İşte Çinli yurttaşlar ile Batılı liberal ülkelerin özgür yurttaşları olan bizler arasındaki temel fark budur belki de: Çinli insan fareleri kontrol edildiklerinin en azından farkındadır, bizler ise hareketlerimizin nasıl denetlendiğinin farkında bile olmadan oradan oraya dolanan fareleriz.”[9] Film festivallerinde aptal fareler gibi dolaşmak istemiyorsak bu ideolojik hapishaneyi sorgulamalıyız. İdeoloji biraz da konuşulan/bahsi geçen dışında kasıtlı olarak konuşulmayan ve dışarıda bırakılan şey değil midir? Örneğin PKK’yi anlatan Bakur belgeseli sansürlendiğinde/yasaklandığında sanatçılar ve yazar-çizerler ortak bir tutum sergileyerek olayı kınadılar. Fakat iç sayeset dolayısıyla patlayan her kavgada konuyu sürekli ulus-devlet’e bağlayarak eleştirmek ne derece gerçekçi. (Sosyolog Ferhat Kentel’in bütün yazılarında sorun ne olursa olsun konu dönüp dolaşıp ulus-devlet eleştirisine dönüşmüyor mu?) Neden küresel sermaye, uluslararası fonlar, hamiler, sponsorlar, film festivallerinin ideolojik uzantıları konuşulmuyor? Her metanın özelleştirildiği günümüzde kültürün devlet tekelinde yönetildiği mi zannediliyor? Kültür özelleşeli çok olmadı mı sizce? Ya da otonomist gelenekten gelen Marksist yazar F. Berardi’nin sorduğu soruları sormak gerekmiyor mu? : “Ulus devletlerin egemenliklerini kime devrettikleri zannediliyor? Ve ikinci soru: “Ayrıca bu devrin öznesi gerçekten ulusal devlet mi?” Berardi sorularını şöyle yanıtlamıştı: “Avrupa Birliği (euro bölgesi ve buna Gümrük Birliğinin 1996 yılından beri üyesi olan Türkiye de dâhil edilebilir), sadece tek bir şeyle ilgilenir: Kaynakların toplumdan, bankacılık sistemine transfer edilmesine yönelik kurallar dayatma ve çalışma hayatını boyunduruk altına alma.”[9] İspanya Komünist Parti sözcüsü Francisco Frutos şöyle demişti: “AB anayasasında geleneksel anayasalardan hiçbir alıntı yoktur. Anayasa halk için değil, liberal ekonomi içindir.” Liberal ekonomileri, küresel şirketleri ve bunların kültürel ajanlarını sorgulamanın zamanı gelmedi mi? Yoksa Batılı fareler olmaya devam mı edeceğiz?

Not: Batılı fareler olduğumuza dair bir örnek: Bu yazıyı yazarken Charlie Hebdo saldırısı sırasında Facebook’ta metinde yazdığım şeyleri biraz küfürlü bir dille yazmıştım ve dönüp ne yazdığıma bakmak istedim. Fakat yazıyı bulamadım; çünkü Facebook haberim ve iznim olmadan o yazıyı sayfamdan çoktan kaldırmış.

Kaynakça:

[1] Öcal, Lalehan (2013). Film Festivalleri ve Anlatı. Yayınlanmamış doktora tezi. s. 246
[2] Kırel, Serpil (2007). İran’da Sinema: İran Sineması ve Üretim Dinamikleri ve Anlatıya Etkileri Üzerine Bir Değerlendirme. Üçüncü Sinema ve Üçüncü Dünya Sineması kitabı içinde. İstanbul: Es Yayınları s. 408-409
[3] Hardt, Michael; Negri, Antonio (2012). İmparatorluk. Çev: Abdullah Yılmaz. İstanbul: Ayrıntı Yayınları. s. 53-54
[4] Zizek, Slavoj (2011). Ahir Zamanlarda Yaşarken. Çev: Erkal Ünal. İstanbul: Metis Yayınları. s. 24
[5] Hardt, Michael; Negri, Antonio (2012). İmparatorluk. S. 57
[6] Hardt, Michael; Negri, Antonio (2012). İmparatorluk. S. 58-59
[7] Bölgedeki sanat eserlerinin özellikle heykellerin parçalanma görüntüleri medyaya servis edildiğinde olayla ilgili bir söylem daha gelişti. el-Kaide’nin de daha önce bunu yaptığı söylenmişti: Söylentiye göre IŞİD sahte heyekelleri parçalayıp medyaya servis ederken heykellerin orijinallerini Avrupalı sanat eseri tüccarlarına yüksek fiyattan satıyordu.
[8] Zizek, Slavoj (2014). Günümüz İdeolojisinden Kesitler. İstanbul: Encore Yayınları. s. 29-30
[9] Zizek, Slavoj (2014). Günümüz İdeolojisinden Kesitler. İstanbul: Encore Yayınları. s. 31-32
[10] Berardi, Franco (06.05.2015). “Avrupa Birliği öldü, cesetten nasıl kurtulabiliriz?”. Çev: Cem Yarar http://t24.com.tr/haber/avrupa-birligi-oldu-cesetten-nasil-kurtulabiliriz,289107 parantez içindeki not bana aittir.

, , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir