Halk Salonlara Akın Etti Vatandaş Rahatsız: Türk Sinemasında Biçem Sorunu

Halk Salonlara Akın Etti Vatandaş Rahatsız: Türk Sinemasında Biçem Sorunu

Share Button

Günümüz Türk Sinemasını üç noktadan değerlendirmek gerekiyor: nicelik, nitelik ve seyirci. Yeşilçam’ın çöküşü, video kasetlerin yaygınlaşması ve 1987’de Hollywood darbesi olarak adlandırılan Özal hükumetinin aldığı kararın etkisiyle Türk sineması film üretiminde gerilemeye başlar. Yeşilçam sinemasının ölümü ve 80 darbesiyle seyircinin salonlardan uzaklaşması mevcut regresyonu hızlandırır.

1990’lı yıllarda bugün adına Yönetmen Sineması dediğimiz filmlerin ortaya çıkmasıyla sinemamız nicelik anlamında gerilemeyi sürdürse de nitelik açısından olumlu meyvelerini vermeye başlar. Bugün geldiğimiz noktada Yönetmen Sineması kendisine popüler bir kimlik edinemediği gibi Türk Sineması İran, Çekya, Romanya, Kuzey Avrupa sineması gibi kendi stilini inşa etmeyi başaramaz. 80’li, 90’lı yılların tersine bugün regresyon, nitelik açısından gerçekleşmektedir. Seyirci salonla barışmış, popüler Türk filmleri vizyonda kendine seyirci bulmaya başlamıştır. Fakat ne tuhaftır ki 80’lı, 90’lı yılların seyirci yoksunluğundan şikayet edenler bugün seyirciyi avam olmakla suçlamakta, dağıtımcıları hedef göstermekte ve kendi filmlerinin –ya da izlenmesini istedikleri diğer filmlerin- halk tarafından anlaşılmadığını iddia etmektedir.

Günümüz Türk Sineması

Kaan Müjdeci, Şenay Aydemir, Evrim Kaya ve Fırat Yücel’in hazırladığı Kapalı Gişe (2016) belgeselinde bugün yaşadığımız tıkanıklığın başat sebebinin dağıtımcı tekeli olduğu iddia edilmektedir. Evet dağıtım tekeli başlı başına bir sorundur; fakat üreticiler açısından başka sorunlar da vardır. Bugün yaşadığımız temel sorun, Yönetmen Sineması olarak adlandırılan sinemanın eski bir sinema olmasıdır. Hem Sivas (2014) gibi dekadan bir film çekip hem de böyle bir filme seyirci beklemek çok anlamlı değil. 60’lı, 70’li yılların Avrupa sinemasının estetiğini günümüze taşımakla ortaya bir yaratıcılık konmuş olmadığını anlamaları gerekiyor. Mesela duayen (!) eleştirmen Atilla Dorsay, Onur Ünlü’nün filmi Manyak için yayınladığı yazısında filmin Brechtçi bir havası olduğundan bahsediyor.[1] Her kameraya bakıp konuşan oyuncu gördüğümüzde filmin Brechtvari bir estetiğinin olduğunu düşünmek ne kadar abesse Brechtyen bir estetik de olsa bugünün filminde bu estetiğin bir yenilik, bir stil, bir biçem olarak takdir edilmesi, yahut olumlu bir sinemasal yaklaşım gibi tasvip edilmesi o kadar abestir.

Geçen yıl günümüz Türk sineması üzerine konuştuğumuz Tayfun Pirselimoğlu aslında mevcut krizin dünya sinemasında da var olduğunu söyledi. Altın Palmiye alan The Square, bundan yirmi yıl evvel muhtemelen bırakın ödül almayı yarışma seçkisine bile kabul edilmezdi. Fakat bugün el üstünde tutulabiliyor. Türk sineması için de aynı şey söz konusu. Son yıllarda festivallerde yarışan ve ödül alan filmler, seçkilere kabul edilen filmler vasatın meşrulaştırılmasından başka bir şeye hizmet etmiyor. Bu meşrulaştırmaya biraz da festival seçici kurulları ve sinema yazarları ön ayak oluyor. Bence krizin temel kaynağı seyircinin Recep İvedik izlemesi ya da dağıtım tekeli değil 90’lı yıllarda oluşmaya başlayan yönetmen sinemasının kendi kimliğini inşa edememiş olmasıdır.

Camdan Kalp (1990)

Yazının tam bu noktasında günümüz Türk sinemasının parodisi olarak da okuyabileceğim, müthiş öngörülü, bilge bir filmden bahsetmek istiyorum: Camdan Kalp (1990). Fehmi Yaşar’ın yönetmen koltuğunda oturduğu tek film olan bu filmin baş karakteri Kirpi, kentsoylu bir aydındır. Ve o da tıpkı Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni gibi çağdaş, felsefi bir film yapmak istemektedir. Kirpi, yapımcının sekreterinin okuduğu Wittgenstein’in Tractatus kitabını görür. Demek ki genç nesil bunları okuyordur ve hemen kitabı okumaya başlar. Tractatus’tan yola çıkarak bir film yapmak ister. Filmin ilerleyen sahnelerinde seslendirme sanatçılığı yapan Naciye, kocasının anlamadığı –para kazanadırmayacak- şeyler okumasına sinirlenerek kitabı camdan dışarı, yağmurun altına fırlatır. Oruç Aruoba, “Wittgenstein, bu filmi görseydi Fehmi Yaşar’ı kutlardı” der. Ve filmle ilgili yazısını şöyle sonlandırır: “Wittgenstein’ın öğrencilerine verdiği en önemli öğüt hep şu olmuş: “Felsefeye boşverin, gidip yaşayın; insanlara yararlı şeyler yapın.” Kirpi de öyle yapıyor, Tractatus’u pencereden dışarı atıp, eyleme girişiyor, ama işte gidip ölüyor.”[2]

Kirpi, belki de hayatında ilk kez sokağa çıkıp hizmetçisine yardım etmek istiyor; fakat bu yarı aydın karakter sokaktan, sokağın dinamiklerinden o derece habersiz ki sonu ölüm oluyor. Filmin özellikle Güneydoğu sahnelerinin sürralist havası, aslında Kirpi’nin kafasındaki gerçeklikle gerçekte varolan gerçek arasındaki çatışmanın bir izdüşümüdür. Fehmi Yaşar, filmin finalinde Kirpi’yi öldürerek Türk aydının ölümünü de bir anlamda ilan etmiştir aslında. En azından sinema aydınları açısından bu böyledir. Erken ama yerinde bir tespittir. Zaten başka da film yapamamıştır; belki de yaptırılmamıştır Fehmi Yaşar’a. Camdan Kalp’in Kültür Bakanlığı’ndan destek alamamış olması da bir başka ironidir. Komisyon üyeleri Osman Seden, İrfan Tözüm, Tunç Başaran, Halit Refiğ, Şerif Gören ve Memduh Ün filmin senaryosunu yetersiz bulmuşlardır.

Zeki Demirkubuz’un kasvet sineması, Onur Ünlü’nün özensiz filmleri, Yeşim Ustaoğlu’nun gerçekçi ve tekrar hikayeleri ve 90’lı yıllarda çıkış yapmış yönetmenlere özenen ve aynı türküyü kaldıkları yerden devam ettiren yeni kuşak sinemacılar… Ezbere anlatılan yapay taşra hikayeleri, aydın bunalımları, kentte tutunamayan karakter hikayeleri, işçi sınıfı temsilleri, kimlik siyasetine içkin filmler… Hemen hepsi kitabi filmler. Sokağın dili, ritmi ve sosyolojisinden yoksun filmler. Gönül ister ki Fehmi Yaşar’ın mesajı karşılık bulsa da Tarctatus’u sokağa atıp kuramsal, kavramsal eski sinema dili sokağa yönelse. Her gün kadın programlarında onlarca olay anlatılıyor. Müge Anlı’nın programı bile Türkiye sosyolojisine dair daha çok veri içeriyor günümüz Türk sinemasından. Yine bir Fehmi Yaşar senaryosu olan Zeki Ökten filmi Faize Hücum (1982) geliyor aklıma mesela. Bugün böyle bir film çekecek sokağı, sokağın siyasetini, sosyolojisini irdeleyecek senaryolar neden yazılmıyor? İşte bu soru Türk sinemasının içine düştüğü krizi aşmak için irdelenmesi gereken bir sorun olarak karşımızda duruyor. Tabii Çoğunluk, Sarmaşık, Tepenin Ardı, Kalandar Soğuğu gibi istisnalar var. Topyekun bütün filmleri mahkum etmiyorum ama genel atmosfer oldukça kasvetli.

Biçem Sorunu

Bir başka kriz de kanımca sinemamızın biçem sorunudur. Maalesef Derviş Zaim, Tayfun Pirselimoğlu, Reha Erdem’in bazı filmleri hariç biçem üzerine sinemamızın kendi kimliğini inşa etmek adına yani orijinal bir üslup yaratmak için çabalayan kimsecikler yok. Onur Ünlü’nün “demokratik dramaturji” safsatasıyla piyasaya sürdüğü Put Şeylere gibi anlamsız ve daha önce defalarca yapılmış sinemasal hareketleri tekrarlayıp “yenilik” adı altında okumak Ünlü’nün sineması kadar absürt bir çaba. Tekrarlar, flashforwardlar, mise en abym (erken anlatım) gibi tekniklerle bezenmiş Put Şeylere sözde post-modernizmi eleştiren postmodern bir film olarak tarihe geçecek.

Sezer Tansuğ, “Özgün Bir Sinema Kuramı Çabası İçin Bazı Öneriler” denemesinde sinemamızın bu biçem sorunu hakkında iki öneri sunmaktadır. Belki bu öneriler günümüz Türk sinemacıları için bir ön çalışma imkanı doğurabilir: “Birincisi: Görüntü olgusunun farklı algılama ve yansıtılma sorunsalları açısından irdelenmesi. İkincisi: Bunun özgün bir hareket ve kurgu sistemine bağlı olan filmik süre içindeki ritm özgünlüğü ile yerel bir sinematografik dil olgusuna dönüşümünün belirlenmesidir. Yabancı kuram yöntemlerini, şüphesiz özgün bir kuram sistemi araştırmasına uygun bir ayıklama ve seçmeyle kullanmak da gereklidir.”[3] Son olarak Tanpınar’ın; bizde romanın ol(a)mayışına dair kafa yorduğu metinlerde altını çizdiği meseleleri, Türk sineması üzerine yazıp çizen aydınların sinemamız için de düşünmelerini ümit ederek bu meseleleri altı başlık altında şöyle sıralayayım:

  1. Yenilik problemi
  2. Köksüzlük ve devamsızlık problemi
  3. Kaynaksızlık problemi -sathilik-
  4. Dilin yetersizliği
  5. Düşünce ve felsefe yokluğu
  6. Okuyucu yokluğu

Bence artık seyirci yoksunluğundan bahsetmek abes. Halkın salonları işgal edip Recep İvedik izlemesinden rahatsız olmaktansa, Tractatus’u pencereden fırlatıp sokağa çıkmak ve kendi özgün biçemimiz üzerine kafa yormak gerekiyor.

[1] http://t24.com.tr/yazarlar/atilla-dorsay/komediyle-gerilimin-arasinda-sikisip-kalmis-film,19361
[2] Oruç Aruoba, Camdan Kalp, Derleyen: Fehmi Yaşar, Oyunevi Yayınları, 1993, s. 143
[3] Sezer Tansuğ, Çağdaş Türk Sanatına Temel Yaklaşımlar, Bilgi Yayınevi, 1997,  s. 63

NOT: Bu yazı ilk olarak Rabarba Sinema Dergisi’nin 15. sayısında yayınlanmıştır.

, , , , , , , , , ,

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir